TASAVVUF İNSANI PASİFİZE Mİ EDİYOR?

   Tasavvufun insanları pasifize ederek hayattan tecrid ettiği yönündeki iddialar geçmişte olduğu gibi günümüzde de dile getiriliyor. Konuya aşina olanlar için bu temelsiz bir iddia olsa da tasavvufun tastamam hayatın içinde olduğunu hatırlamamızda fayda var.

   Tasavvuf mesleğinin insanları hayatın dışına ittiği, yanlış bir tevekkül anlayışı ile tembelliğe ve pasifliğe yönelttiği şeklindeki birtakım iddialar, tarih içinde olduğu gibi günümüzde de dolaşımdadır.

   Şüphesiz, konuya ciddi olarak eğilme imkânı bulmuş olanlar bunun ne kadar boş ve temelsiz bir iddia olduğunun farkındadırlar. Ancak yine de meselenin arzu edilen seviyede netleşmiş olması için bu yazıda meseleye biraz yakından bakacağız.

Ancak esas meseleye geçmeden önce bu babda çokça bahis mevzuu yapılan bir rivayet üzerinde durmayı faydalı görüyoruz:

KÜÇÜK CİHAT – BÜYÜK CİHAT HADİSİ

   Rivayete göre Efendimiz s.a.v., bir gazadan dönen ashabına, “Hayırlı bir gelişle küçük cihattan büyük cihada geldiniz.” buyurmuş, Sahabe, “Büyük cihat nedir ya Rasulallah?” diye sorunca, “Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir.” buyurmuştur. Birçok alim bu rivayet hakkında hadis ilmî kriterleri doğrultusunda sadece “zayıftır” ifadesini kullanmıştır. Mesela Beyhakî, Irâkî, Ali
el-Karî, Münâvî ve Aclûnî bunlardandır. (Tahrîcu Ahâdîsi’l-İhyâ, 3/7, 64;el-Esrâru’l-Merfû’a, 211-2; Feyzu’l-Kadîr, 4Ğ511; Keşfu’l-Hafâ, 1/511-2.)

   Dolayısıyla Tebük gazvesinden dönüşte varit olduğu belirtilen bu rivayet hakkında “Aslı yoktur.” ifadesini kullanan İbn Teymiyye’nin (Mecmû’l-Fetâvâ, 11Ğ197) bu hükmünün “aşırı” olduğunu söylemek durumundayız. Onun bu hükmünde, rivayetin tasavvufî çevrelerde yaygın olarak kullanılmasının etkili olduğu akla gelmektedir.

   Gerek yukarıda adını verdiğim kaynakların, gerekse daha başka ulemanın, bu rivayetin zayıf olduğunu ifade ederken sadece “senedinde zaaf vardır” demekle yetinmiş ve daha ağır bir ifade kullanmamış olması da, İbn Teymiyye’nin bu hükmünün isabetli olmadığını göstermektedir.

   Sonuç olarak: Bu rivayetin, biri merfu (Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in sözü), diğeri Tabiûn neslinden İbrahim b. Ebî Able’nin sözü olmak üzere iki şekilde nakledildiği görülmektedir. İbrahim b. Ebî Able’nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir ihtilaf yoktur. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in sözü olarak nakline gelince, senedindeki bazı râvîler sebebiyle zayıf bulunmuş ise de, bu zaaf, rivayeti tamamen “uydurma” veya “asılsız” olarak nitelendirmek için yeterli değildir.

BİRAZ TARİH

   Tasavvufun, müntesiplerini hayattan koparması şöyle dursun, hayatın merkezinde yer aldığı ve müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfuz ettiği, Tabakat kitaplarının, İslâm Sanat ve Medeniyet Tarihi sahasıyla ilgili eserlerin gözden geçirilmesiyle kolayca ulaşılabilecek bir hakikat iken, tasavvufun bireyi ve toplumu tembelliğe, hayata sırt çevirmeye, atalet ve miskinliğe sevk ettiği iddiası bilgisizlikten değilse, olayı bir “bütün” olarak görememe kusurundan kaynaklanmaktadır.

   Özellikle bu topraklarda böyle “miyop” bir anlayışın neşvünema bulması, kendi tarihimize yabancılığımızın ifadesinden başka bir şey değildir. Tarihî ve coğrafî anlamda çok ötelere gitmeye gerek yok. Yaşadığımız toprakların İslâmlaşması süreci hakkında sathî bir araştırma bile bu iddianın yersizliğini göstermeye yeterlidir. Anadolu coğrafyasının İslâm’la ilk tanışmasında olduğu gibi, onun bu topraklarda yerleşip kök salmasında da tasavvufun, tarikatlerin ve gazi dervişlerin rolü görmezden gelinemeyecek kadar aşikârdır.

   Hoca Ahmed Yesevî, Necmüddin-i Kübrâ gibi tarikat pirlerinin işaretiyle Anadolu’ya yönelen gazi dervişlerin bu topraklarda başlattığı faaliyet, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dışarıya tebliğ ve cihat, içeriye muhteşem bir medeniyet olarak yansımıştır. Burada tasavvufun oynadığı vazgeçilmez rolü görmemek mümkün müdür?

ANADOLU’NUN İSLÂMLAŞMASI SÜRECİNDE MUTASAVVIFLAR

   Bu topraklarda İslâm’ın yerleşmesinde ve Müslüman bir medeniyetin teşekkül etmesinde birçok tarikatın rolü vardır. İbn Arabî, Mevlâna, Hacı Bektaş, Ahî Evran ve Yunus gibi zatlar tasavvuşa ilgisi olmayanların bile bir çırpıda sayacağı isimlerdir.

   Aksiyoner ve mücadeleci tarzıyla dikkat çeken İbn Arabî Hazretleri, devrin Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykavus’un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta, onun müslümanlara yapacağı en büyük hizmetin, İslâm’ın şanını yüceltmek ve küfre tahakküm etmek olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Hilmi Ziya Ülken, Türk Tefekkür Tarihi, 2/135.)

   Türkistan ve Horasan bölgesinden Anadolu’ya yansıyan Hoca Ahmed Yesevî ve Necmüddin-i Kübrâ Hazretleri’nin etkisi, yukarıda da söylediğim gibi “gazi dervişlik” geleneğiyle bu toprakların İslâmlaşmasında inkâr edilmez bir rol oynamıştır. “Abdalân-ı Rum”, “Gâziyân-ı Rum”, “Alperenler”, “Horasan Erenleri”… gibi isimlerle anlatılan zümre, özellikle halk tabakasında “fütuhat” ruhunu işlemek suretiyle, henüz “beylik” merhalesinde bulunan Osmanlı’nın siyasi etki alanını genişletmesinde aktif bir belirleyiciliğe sahip olmuştur. Sayısız isimsiz kahramandan Şeyh Edebali, Turgut Alp, Konur Alp, Akçakoca isimleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir. (İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri, 5 vd.; Ekrem Işın, “Osmanlı Döneminde Tasavvufî Hayat”, Osmanlı, 4/453.)

TASAVVUF VE TOPLUMSAL HAYAT

   Tasavvuf ehlinin, toplumun sadece ruhî ve ahlâkî eğitimine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda, yeri geldiğinde düşmanla savaşa da Şilî olarak katıldığını gösteren pek çok örnek vardır.

   Burada örnek olarak zikredeceğimiz isimlerden birçoğu, sınır boylarında bulunan “ribat”larda yaşamış, bir yandan mücahitleri cesaretlendirerek savaşa hazırlarken, bir yandan da onların ruhî hayatlarının inkişafına gayret göstermişlerdir.

   Hâtem el-Asamm: Katıldığı bir seferde, bir dağ üzerinde nöbet tutarken hayatını kaybetmiştir.

   Seriyy es-Sekatî: “Ey iman edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin…” (Âl-i İmran, 200) ayetini tefsir sadedinde, “Savaş anında sebat ve istikamet üzere olmakla sabredin” dediği ve İmam Ahmed b. Hanbel tarafından cihattan dönerken övüldüğü nakledilmiştir.

   Cüneyd el-Bağdâdî’nin şöyle dediği anlatılır: “Bir gün bir gazveye çıkmıştık. Ordu komutanı bana nafaka kabilinden bir şeyler göndermişti. Bunu hoş görmedim ve ihtiyaç sahibi gazilere dağıttım.”

   Ebu’l-Abbas et-Taberî: Tartus’ta mücahitlere vaaz ediyordu. Allah Tealâ’nın celâlinden, azamet ve kudretinden bahsederken baygın düştü ve hayatını kaybetti.

   Züheyr b. ŞŞu’be el-Mervezî’nin şöyle dediği nakledilmiştir: “Canım et çektiğinde, Bizans ülkesine girinceye kadar yemem. Ne zaman ki onlardan ganimet elde ederiz, eti o ganimetlerden yerim.”

   Ali b. el-Hüseyin: İslâm ülkesini Haçlılar’dan temizlemeye halkı teşvikte büyük rolü bulunan bu sûfînin ribatına toplanan insanların, oraya bir “kışla” görüntüsü verdiği kaynakların naklettiği bir husustur.

   “Şam Aslanı” lakaplı Abdullah el-Yuninî, tarihçiler tarafından “Heybetli, kahraman, sürekli zikir ve cihatla meşgul olan bir şeyhti. Keşif ehliydi. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşmanla savaşmaktan çekinmezdi” ifadeleriyle anlatılmıştır.

   Ebu’l-Abbas el-Kudsî: Keramet sahibi bir zat olduğu ve Kudüs’e geldiğinde öküz üzerinde savaştığı için kendisine “Ebû Sevr” lakabı verildiği nakledilmiştir.

   Hasan b. Yusuf el-Mekzun: Kaynaklarda, bin kişilik müridanıyla Haçlı savaşına katıldığı zikredilmiştir.

   Abdurrahman el-Celculî: Haçlı savaşlarından birinde Dimaşk (Şam) girişinde şehit olmuştur.

   Haccâc el-Fendulavî: “Allah müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.” ayetini okuduktan sonra müritleriyle birlikte yaya olarak Haçlı savaşına katılmış ve şehit olmuştur.

   Yahya b. Yusuf es-Sarsarî: Moğollar Bağdat’ı istila ettiğinde asasıyla 12 düşman askerini öldürdükten sonra şehit düşmüştür.

   (Cenab-ı Hak cümlesinin yüce sırrını mübarek kılsın.)

   Bu örneklerin çoğunu “çok bilinen” isimlerin teşkil etmediğini biliyorum. Bu bakımdan bu örnekleri burada kesip, “çok bilinen” isimlerden de birkaç örnek verelim:

   Necmeddin-i Kübrâ: “Kübreviyye” tarikatının kurucusudur. Sadece tasavvuf sahasında değil, hadis ve tefsir gibi “zahirî ilimler”de de “yed-itula” sahibi idi.

   Moğollar Horasan’a girdiğinde Cengiz Han ona Harezm’i yerle bir edeceğini bildirmiş ve orayı terk etmesini söylemişti. Şeyh ise bunu reddetti, müritlerini toplayarak Moğollar’ın karşısına dikildi. Elindeki uzun kargıyla savaşa fiilen iştirak etti ve vücuduna saplanan bir okla şehit oldu.

   İzzuddîn b. Abdisselam: Tasavvuf hırkasını, “Avârifu’l-Ma’ârif” yazarı Şihâbuddîn es-Sühreverdî’den giydi. Zahir Baybars’ın Moğol saldırısını durdurup geri püskürttüğü ve Moğollar’ı büyük bir hezimete uğrattığı Ayn-Calut savaşının fetvasını o vermiştir.

   İslâm ordusunun Haçlılar’la Mısır’da giriştiği bir savaşta gösterdiği keramet, Tâcuddîn es-Sübkî’nin Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye’sinde anlatılmıştır.

   Muvaffakuddîn b. Kudâme: Hanbelî mezhebinin büyük alimlerindendir. 61 yaşında iken Bağdat’a geldi; Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri’nin yanına gitti ve o vefat edene kadar yanından ayrılmadı. Burada “Kadirî” tarikatına girdiğini, yine bir sûfî alim olan İbnu’l-Mulakkın’ın, Kadirî hırkası nın kendisine, Ebû Bekr el-Hanbelî, Ebû İshak el-Vâsıtî ve Muvaffakuddîn b. Kudâme silsilesiyle Abdülkadir-i Geylanî’ den geldiğini söylemesinden anlıyoruz.

   Keşif ve keramet sahibi olduğu söylenen İbn Kudâme’nin, düşmanla savaşırken omzundan yara aldığı kaynaklar tarafından nakledilmiştir. Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz ile tevessüle cevaz verenlerden olduğunu da burada bir not olarak düşelim.

   Nevevî: Şeyh Yasin el-Merrâkeşî (Merrâkuşî)’ye tabi olduğu ve onun edebiyle edeplendiği zikredilen İmam en-Nevevî, Zâhir Baybars’ı Moğollar’la savaşması için defaatle teşvik etmiştir.

(Allah Tealâ cümlesinin yüce sırrını mübarek kılsın.)

CİHAT, TEBLİĞ VE İRŞAD

   Cihad’ın mana ve maksadında mündemiç olan “İslâm’ın kitlelere ulaştırılması” görevi, temelde bir “tebliğ ve davet” işidir. Tasavvuf ehlinin, tarih boyunca gezgin sûfîler, ribatlar ve tekkeler vasıtasıyla bu bağlamda icra ettiği fonksiyon ise inkâr edilemeyecek boyuttadır.

   Dışarıya yönelik olarak bu faaliyetleri yürüten tasavvuf ehlinin, içeride de toplumun irşadına dönük çalışmalar yaptığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur.

   Öte yandan, yukarıda da geçtiği gibi, tasavvuf ehlinin, düşman tasallutu karşısında cihada, gerek fiilen savaşmak, gerekse halkı teşvik etmek suretiyle iştirak etmekten geri durmadığı hakikatine gözlerimizi kapatmamızın imkanı yoktur.

   Mağrib’de kurulan Murabitûn ve Muvahhidûn devletlerinin temellerinde, tıpkı Osmanlı gibi tasavvuf şeyhlerinin harcını görmek şaşırtıcı olmadığı gibi, aynı tesbiti Eyyubîler, Memlûklular, kısmen Babürlüler ve daha birçok devlet hakkında tekrarlamak da yanlış değildir…

   Aynı şekilde İslâm dünyasının dört bir yanında geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde verilen kurtuluş savaşlarında tasavvuf ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek için tarihe ve gerçeğe karşı kör olmak gerekir.

   Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbanî ve Şah Veliyyullah çizgisinin vârisi Deoband/Diyubend ekolünden gelen sûfî alimler), Kuzey Afrika (Libya’da Senusiyye hareketi, Cezayir’de Emir Abdülkadir ve Muhammed Haddâd, Sudan’da Muhammed Ahmed el-Mehdi, Mısır’da Ahmed el-Arabî, Mağrib’de Muhammed b. Abdülkerim el-Hattâb…) ve elbette Anadolu bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya’da Şeyh Şamil ve bugün Şlistin’de adını “İzzeddin el-Kassâm Tugayları” vasıtasıyla tanıdığımız şehid İzzeddin el-Kassâm da öyle…

İTHAMIN KAYNAĞI

   Tasavvuf ehli hakkında ileri sürülen cihada iştirak etmeme, pasif bir şekilde yaşama iddiasının, mesela “savaştan geri durup, ilim işleriyle ilgilenme” tarzında muhaddisler, fakihler, müfessirler, kelamcılar vb. için aynı yoğunluk ve boyutta ileri sürülmediği dikkat çekmektedir. Oysa bu saydığım sahalarda etkin olmuşulemanın tamamının cihada fiilen iştirak ettiğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle diye bu ulemanın da hayattan koptuğunu ve insanları da peşinden sürükleyerek pasifize ettiğini mi söylemek gerekir?

   O halde burada şu soru önem kazanıyor: Bu iddia niçin özellikle tasavvuf ehli hakkında ileri sürülmektedir?

Bize göre bunun tek bir cevabı vardır: Önyargı.

   “Hayata katılma”nın en somut ve keskin göstergesi olan “cihad”a fiilen iştirak edip etmeme durumu, hangi meslek ve meşrebe mensup olursa olsun herhangi bir İslâm büyüğünün yaşadığı döneme, özel ve genel şartlara ve hizmet etme tarzına bağlı olarak elbette değişecektir.

   Öyleyse bu noktada ileri sürülebilecek örneklerden yola çıkarak “Tasavvuf insanı hayattan koparıyor” gibi korkunç bir genellemeye ulaşmak büyük bir yanılgı ve hata olur.

İMAM ŞA’RÂNÎ K.S.’NİN AHDİ

   Bu yazıyı teberrüken İmam eşŞa’rânî’nin konu hakkındaki sözleriyle bitirelim:

   “Rasulullah s.a.v.’e, gazilere ikramda bulunacağımıza, onlara nakdî yardımda bulunamayanlarımızın ise yiyecek yardımı yapacağına yahut onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.

   Rasulullah s.a.v.’e, mücahitlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz verdik. Rasulullah s.a.v.’e, yataklarımızda değil, Allah uğrunda savaşırken şehit olarak ölmeyi dileyeceğimize ve Allah yolunda savaşmayı nefslerimize kabul ettirmekten gaŞl kalmayacağımıza dair söz verdik. Bunu bilfiil gerçekleştiremesek dahi, salih bir niyet sahibi olmamız, Rabbimiz’in bize ecir vermesini sağlayacaktır.

   Rasulullah s.a.v.’e, cihat etmemiz mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz verdik.”

OSMANLI VE TASAVVUF

   Osmanlı’nın “beylik”ten “devlet” e, oradan da “cihan devleti”ne geçiş süreçlerinin her birinde tasavvufun ve muhtelif meşreplerden tasavvuf ehlinin inkârı mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır.

   Özellikle “kuruluş” aşamasında tasavvufî kollardan kimi, Moğol istilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral destek ve ruhi sükûn sağlayarak aralarında güçlü rabıtalar oluşturan
birer sığınak olmuş, kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek fütuhata, merkezî otoritenin tesisine ve müesseseleşmeye katkıda bulunmuştur.

   Bir başka şekilde söylersek, binanın kurulması ve yükselmesi Horasan erenleri vasıtasıyla, nakış nakış işlenerek estetik bir görünüm kazanması da Mevlâna hareketi ile olmuştur.

   Tasavvufun toplumda icra ettiği fonksiyon “tek boyutlu” olmamıştır. Gazi dervişliğin ayrı, Ahîliğin ayrı, Mevlevîliğin ayrı fonksiyon icra etmiş olması bu bakımdan son derece tabiidir.

    Osmanlılar’da devlet-tasavvuf münasebeti, Osman Bey’den itibaren adeta sistematik bir yapı arz etmiştir. Osman Bey’in bir tasavvuf şeyhi olan Edebali ile; Orhan Gazi’nin Ahî Hasan, Davud-u Kayserî, Abdal Murad, Abdal Musa, Geyikli Baba ile; Murad Hüdavendigâr’ın -bir “ahî” olan- Sinanüddin Yusuf Paşa ile; Yıldırım Bayezid’in (aynı zamanda damadı olan) Emir Buharî ile; II. Murad’ın Hacı Bayram Veli ile; Fatih’in Akşemseddin ile; III. Murad’ın Şeyh Şaban Efendi ile; Kanunî’nin Şeyh Ebu Saîd Efendi ve Baba Haydarî-i Semerkandî ile … ilişkisi Osmanlı’ya vücut veren yapının “ilmiye” (ulema), “seyŞye” (askerler) ve “kalemiye” (bürokrasi) yanında dördüncü bir ayağa daha dayandığını gösterir ki, o da “irşadiye” diyebileceğimiz tasavvuf ehlidir.

Ebubekir Sifil – Semerkand Dergisi

PAYLAŞ