MODERN BİR PUT: HAZCILIK
Membaı itibarıyla kadim zamana dayanan “arz mı talebi, yoksa talep mi arzı doğurur” tartışmaları zamanımız açısından belirgin bir hal almış durumda. Zira kendisine sunulan her türlü imkânı “ihtiyaç” haline getiren tüketim çılgını bir topluma dönüştük. Öyle bir çılgınlık ki bu, ihtiyaç sandığımız bir çok şeyin başkaları adına bir “hayal”den ibaret olması “gerçekten de ben buna muhtaç mıyım” diye sormayı aklımıza bile getirmiyor.
Cahiliye devri ve o dönemin insanından konu açıldığında nasıl olur da kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıp, kız çocuklarını diri diri gömdüklerini müteaccip bir tavırla karşılayan bizler bu tavrın altında yatan saikın bugün bizi farklı savrulmalara maruz bıraktığı gerçeğini ıskalıyoruz maalesef. Zira onları taştan yontma putların önünde rükû ve secdeye vardıran, medet umduran hevâî arzular bizi de eşyanın aşılamaz tutkunluğuna teslim olmaya itmiş durumda.
Her müşkili madde planında halletmeye çalışmak, eşyaya gelecek zararın çeyreği kadar ruhumuza gelecek zararlardan tedirgin olmamak, zahiri bezediği kadar batını süslemekle meşgul olmamak, tefekkür edip nice hakikatlere vakıf olabilmek için verilen beyni bütünüyle dünyevî menfaatleri elde etmek için çalıştırmak, yirmi dört saatlik süre zarfının aktif olunan kısmını hemen tamamıyla dünyevî işlere sarf etmek gibi bir çok handikabımız eşyanın hakikatini ve dinin özünü yakalayabilmemizin önündeki en büyük engel. Oysa ki biz tüm bunları dini noktadaki gelişimimize delil getiriyoruz daima. Dinin tepesinden tırnağına kadar “teslim olmak” tan ibaret olduğu [1] gerçeğini ıskalayarak.
Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in izinden gitmeyen tüm yolların hevaya tabi olma caddesine çıktığını bildiren Kur’an-ı Hakim,[2] bugün bizlerin hazcılık deryasında yüzmesinin sebebine de dikkat çekmiş oluyor aslında. Gök kubbe altında peşinden gidilen hevadan daha büyük bir mabud put olmadığını söyleyen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) din tasavvurunu bile hevasına göre şekillendirdiği dünyevi yaşantısına uydurarak Allah ’ın dinini tahrif etmeye kalkanların sadırlarında yatan temel marazın “hazcılık” olduğunu haber vermiş olmuyor mu?
Dizileriyle, mektepleriyle, sokağıyla, caddesiyle, görseliyle, dinletisiyle tamamen hevayu heves ve şehvet duyguları üzerine bina edilmiş günümüz dünyasının hazcı insanları olarak bütün bunların olmadığı dönemlere nispetle ilmen, fikren ve ahlaken hangi değerleri koyabildik ortaya? Kalbinden diline dökülen hikmet pınarlarıyla solmaya yüz tutmuş gönülleri şâd edecek kaç tane gönül adamımız kaldı? İlmi satırlardakine değil de sadırlardakine nispetle değerlendirerek “yürüyen kütüphane” lakaplı kaç tanıdığımız var?
Gerçek o ki, hazcılık üzere bina edilmiş günümüz dünyası kazanım adı altında verdikleriyle bizlerden çok şeyleri alıp götürdü. Nihayetinde ortaya Salihlerin bir bir göçtüğü, kasanın bitiminde kalan kıymetsiz arpa veya hurma taneleri gibi[3] hedefsiz ve hissiz insanların oluşturulduğu, tüm dertlerinin yemek içmek, maksatlarının eşya, dinlerinin dirhem ve dinar, kıblelerinin de kadınlardan müteşekkil kitlelerin ihdas edildiği bir manzara çıkıverdi.
Neşkû bessenâ ve hüznenâ ilellah…
ÖMER FARUK KORKMAZ
————————————
[1] Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber, Thk: Ebû Şu’be es-Senedâbâdî, Yayınevi, Tarih: Yok, s.40
[2] Kasas, 50
[3] Buhârî, “Kitâbu’l-Meğâzî”, No:3925; İbn Hibbân, Sahih, No: 4156