Gelecek Zaferlerin Yegane Vesilesi: Sünneti Seniyye
Ümmet olarak büyük buhranlar yaşıyoruz. Belki tarihimizin hiç bir diliminde görülmemiş bir zillet, hiç bir bölümünde müşahede edilmemiş kadar büyük bir zafiyet ve savrulmuşlık bizimkisi. Bu keşmekeşten çıkabilmemiz için de herkes bir şeyi gösteriyor çare olarak ve herkes azâb-ı elim içinde kıvranan müslümanlara kendince metodlar üretiyor kurtulması adına.
Ne varki bunca çözüm önerisine rağmen ne dertlerimizde bir azalma oluyor ne de mevcut durumumuzda bir değişme ve ferahlama. Elimize uzatılan bunca kurtuluş reçetesi, sahil-i selâmete çıkma adına bizlere sunulan çözüm önerileri efkârımıza efkâr katmaktan başka bir işe yaramıyor ne yazık ki. Hepimizin zihninde aynı sorular ve hepimizin dilinde aynı arayışlar: “Ne olacak bu işin sonu böyle ve nasıl kurtulacak İslâm âlemi?”
Bu soruların cevabını Allah ve Resulü’ne sormalıyız müslümanlar olarak. Zira içine düştüğümüz çekişme ve müşküllerin bu yolla hallü âsân olabileceğini haber veriyor bize Kur’ân-ı Mübîn. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’de kendisinin vefatından sonra ümmetin bir çok tefrika ve ihtilaflarla karşılaşacağını ve budurumlarda yapılması gereken şeyin kendisinin ve hülefâ-i Râşidîn’in sünnetine sarılmak olduğunu haber vermiştir. İlgili rivayet şöyledir:
Sahabe’den İrbâz b. Sâriye naklediyor: Peygamber Efendimiz bir gün bize namaz kıldırdı. Namazdan sonra bize dönüp gözlerin yaşardığı, kalblerin ürperdiği tesirli, belîğ bir konuşma yaptı. Konuşmadan sonra bir zât kalkıp: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sanki bu, vedâ eden bir şahsın konuşması gibi! Bize neyi tavsiye ve vasiyyet edersiniz” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Size Allah’tan korkmayı (takvâyı) ve başınızdaki idareci Habeşli bir köle de olsa itaat etmenizi tavsiye ve vasiyyet ediyorum. Benden sonra hayatta kalanlarınız bir çok ihtilâflar görecek. O zaman benim Sünnetime ve hidâyet üzere olan Râşid halifelerin (Hulefâ-i Râşidîn’in) Sünnetine sarılın. Aman ha bu esaslara sıkı sıkıya, iyice yapışın. Dinde aslı esası olmayan sonradan çıkma islerden sakının! Bu şekilde sonradan ortaya atılan her şey bid’attır. Her bid’at ise sapıklıktır”[1]
[Sünnet-i Süniyye Nuh’un Gemisidir]
Ehl-i beytinin meselinin Nuh’un gemisi misali olduğunu ve o gemiye binenlerin kurtarıp binmeyip geri kalanların boğulacağını ifade buyurur[2] Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) . Bu bağlamda İmam Malik (Rahimehullah) de sünnetin Nuh’un gemisi olduğunu ifade eder. [3] Geçmiş ümmetlere taş çıkartacak seviyede ahlaksızlık ve günah bataklığına batmış dört bir yanı masiyet duvarlarıyla örülmüş bir manevi felaket tufanında sığınabileceğimiz yegâne gemidir Sünnet-i seniyye. Bu yüzden Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) göreceğimiz ihitlaflarda, sapmalarda ve bozulmalarda her zaman sünnet pusulasını takip etmemizi tavsiye buyurmuş ve kitap-sünnet istikametinden şaşmamamızı emir buyurmuştur.
Yapılacak olan iş bellidir; hakla batılın birbirine karıştırılıp Allah (azze ve celle) ’ın indirmediği bir din ihdas etme projesinin kol gezdiği bir toplumda bin dört yüz sene öncesinden günümüze parıldayan mişkât-ı nübuvvete sarılmak. Sis bulutlarının kesafetiyle hakkın çehresinin bulandırılmaya çalışıldığı günümüzde buna mecbur ve medyûnuz. Her türlü olumsuz şart ve koşullar karşısında yılmadan mücadele vermeli ve sahabenin sünnet anlayışını, müçtehit imamlarımızın o pak yolunu asrımıza taşımalıyız.
Bu usulden başka bir usül denemek veya sünnet-i seniyyeye muhalif yeni metodlar geliştirmenin derdimize deva olacağını sanmak, Nuh (aleyhisselam) ’un maddi tufan altında kalmaması için gemiye çağırdığı oğlunun şu cevabına benzer: “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” [4] Kendince bulduğu bu çare tufan altında kalmasını engelleyememişti onun. Bu gün yaşadığımız buhranlardan kurtulabilmek için yapmamız gereken şey de Nuh (aleyhisselam)’un çağrısı olmalıdır. Manevi tufandan kurtulabilmek için Nuh (aleyhisselam)’un gemisi misali olan sünnet-i seniyyeye çağırmalıyız insanları. Bu davete icabet etmeyip hevadan uydurulan metodların tıpkı Nuh (aleyhisselam)’un oğlunun çaresine benzeyeceğini ve bunların filhakika helâka götüren etkenler olduğunu anlatmalıyız onlara.
[Allah’a Kendimizi Sevdirmeden Olmaz]
Âlem-i İslam adına bir muzafferiyetten bahs etmemiz kullar olarak Cenab-ı Hakk’a kendimizi sevdirmemizden geçer. Zira Allah (azze ve celle) kendileri vesilesiyle o yüce dinini aziz kılacağını haber verdiği kişiler Allah (azze ve celle)’ı seven ve Allah (azze ve celle) ’ın da kendilerini sevdiği kişilerdir. Şöyle buyuruyor Cenâb-ı Hak: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.“ [5]
Âyet-i kerimede Cenab-ı Hakk’ın övgüyle bahsettiği ve Allah (azze ve celle)’ın i’lâyi kelimetullah için kendilerini beşeri planda vasıta kıldığı bu topluluğun baş özelliği “Allah(azze ve celle)’ı seviyor olmaları ve Allah’ın da onları seviyor olmasıdır. Öyle ya, insan olarak bizler dahi sevmediğimiz kişiler ile iş yapmak şöyle dursun onlarla karşılaşmak veya aynı ortamda bile bulunmak istemeyiz. Cenab-ı Hak sevmediği kulları bir işe vesile kılmaya mecbur mudur hâşâ? Elbetteki değil. Zaten bu ayet-i kerimeyle de bize sevdiği kulları büyük işlerde kullanacağını haber vermiyor mu? Şu halde biz kullarına düşen baş vazife Allah (azze ve celle) ’a kendimizi sevdirmek olmalıdır?Zira bütün muvaffakiyet ve muzafferiyetlerin anahtarıdır bu?
Bu mahalde zihinlerimizde canlanan soru şu olmalıdır: Peki, Allah (azze ve celle)’a kendimizi sevdirmenin yolu nedir? Cenab-ı Hak bizi nasıl sevecek?
[Allah (azze ve celle)’ın Sevgisini Kazanmanın Yolu]
Allah (azze ve celle)’ın yardımının pürmelal bir hal içerisinde kıvranan ümmet-i Muhammed’e gelmesinin ve bizim yeniden dünyaya adaleti getiren, zulme dur diyen bir millet halini almamızın Allah (azze ve celle)’ın bizi sevmesine bağlı olduğunu ifade ettik geride. Cenab-ı Hakk’ın bizi nasıl seveceği de belirtilmiş Kur’an-ı Kerim’de. Şöyle buyurur Cenab-ı Hak: “(Resûlüm! ) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” [6]
Allah (azze ve celle)’ı sevmenin bir bedelinin olduğu ve bunu sadece söylemle dillendirmenin yeterli olmadığının belirtildiği bu ayette Allah (azze ve celle)’ı sevmenin Resulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a ne kadar ittiba ettiğimizde doğrudan ilintili olduğu da ifade buyruluyor. Diğer bir deyişle; Resulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a ittibamız ölçüsünde Allah sevgisi taşıyoruz sinemizde. Bu işin birinci merhalesi. İkinci merhale ise Resulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’a ittibamız karşılığında Allah (azze ve celle)’ın bizi sevmesi. Olmazların bir anda oluvermesi ve imkansız gibi görünenlerin suhûletle varlık sahasına çıkması da ikinci merhaleyle yani Cenab-ı Hakk’ın bizi sevmesiyle başlayacaktır.
[Üzerimize Çöken Zillet Ve Hal Çaremiz]
Kan gölüne dönmüş bir İslam alemi ve tepeden tırnağa zillet elbisesi giymiş müslüman toplumları müşahedeye alıştı artık gözlerimiz. Nerede ezilen, ırzına geçilen, evi barkı tahrib edilen, öldürülen biri varsa müslüman olduğu bir süreçte öncelikli olarak yapmamız gereken şey; hastalığımızın menşei ve sebebini teşhis etmektir. Bataklıktan gelen sinekleri imha ile meşgul olmaktansa bataklığı kurutma yönünde önlemler almak diğer bir söylemle.
Bu bağlamda “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez” [7] şeklindeki ilâhî hitap müslüman olarak bizlerin daima nefsimizle hesaplaşma içinde olmamız ve mevcut durumlarla ilgili sürekli iç muhasebe yapmamızı tavsiye ediyor bizlere. Bu muhasebeyi yaparken de “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir” [8] hakikatini merkeze alarak hall-i müşkil yapmamız gerektiğini tembihler. Kur’anî Hakim’in teşhisi budur: Bütün bu felâketler kendi ellerimizle işlediklerimizden ötürü geliyor başımıza.
[Yozlaşma Yolunda Hızlı Adımlar]
Zira eskiye nispetle düşündüğümüzde gittikçe bozulan ve yozlaşan bir toplum görüyorsunuz.
Zındıklığa “Kur’an müslümanlığı”, Haramzâdeliğe “milyonerlik”, İffetsizliğe “hürriyet”, Zinaya “yasak aşk”, namussuzluğa “cesur poz”, haram birlikteliğe “kız arkadaşlığı”, faize “kredi”, çıkarcılığa ve sahtekarlığa “müdârât”denildiği bir toplum. Kavram karmaşası yaşayan, yalanı tasdik doğruyu tekzip eden zihni bulanık bir toplum.
Üstündekilerden çok altındakiler tarafından muhafaza edildiğine inandığımız şu topraklarda fuhuş albümü gazeteler, dergiler, bültenler neşr edilir oldu artık.
Kimi yerde yetmiş, kimi yerde yetmiş binlerle namus uğruna feda olunan canların bedeli, bu toprakların insanlarındaki haya, edep, ar, namus duygularını hortumlayarak medeniyet müflisi bir nesil inşâ eden medya baronlarının “kadın pazarı” na çevirdiği kanal (izasyon)larla ödeniyor şimdi.
Üzerinde yürümeye zorlandıkları yırtık çarıklarıyla canını Allah’a satan şehitlerimizin fedailiğine “haram- helal ver Allah’ım” mantığıyla adeta paraya tapan dünyaperestlerin “faiz bataklığına çevirdikleri”şu toplumla mı teşekkür edeceğiz?
Hayatlarını “süper”, “hiper”, “mega” ,“ultra” lüks seviyelerine çıkarabilmek için “haram” kavramını unutmuş modern “harâmzâdeler” halini alan bir toplum olarak daha nasıl bir vaziyette olmayı bekliyor olabiliriz ki?
[Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Gözüyle Halimize Bakınca…]
Bütün bu yozlaşmışlıklar ve masiyet günahlarına batmışlıklarımıza rağmen yapmamız gereken şey hastalığımızın teşhisini ve tedavisini Allah (azze ve celle) ve Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘ne müracaat ederek yapmak olmalıdır dedik. Ve genel hattıyla baktığımızda bu teşhisin “kendi ellerimizle ettiklerimiz” şeklinde netice verdiğini gördük ayet-i celilenin diliyle. Bu teşhisi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün bir hadisi şerifiyle şerh edelim şimdi de. Şöyle buyuruyor Fahr-i Kâinât:
« لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ أَوْ لَيُسَلِّطَنَّ اللَّهُ عَلَيْكُمْ شِرَارَكُمْ فَيَدْعُو خِيَارُكُمْ فَلَا يُسْتَجَابُ لَهُمْ »
“Ya iyiliği emreder kötülükten nehy edersiniz ya da Allah sizin başınıza şerlilerinizi musallat kılar ve en hayırlılarınız dua eder de onlara icabet olunmaz.” [9]
Esasında, yukarıda bir kısmını sıraladığımız müslüman toplumlardaki yaygın münkerât ve bu münkerât karşısında müslümanların birbirlerini uyarmaması hatta uyarma şöyle dursun bu münkerâtın haram kapsamından çıkarılıp neredeyse helal kabul edilmesi şeklindeki vaziyetimize sadece bu hadis okunsa yeter teşhis olarak. Zira hadis-i şerifte Efendimiz emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerin kalktığı günümüz müslüman toplumları gibi toplumlara cezayı bizzat Allah ’ın göndereceğini haber veriyor. Hadisin devamının fehvasınca vaziyet öyle bir şekil alıyor ki o toplumda bulunan hayırlı insanların duaları dahi kabul edilmiyor gelen belanın kalkması için.
Bu günkü ezilişimiz, itilip kakılışımızın filhakika sebebi budur. Hâdiseye evvelâ buradan bakmadıkça yapılacak tüm yorumlar, siyâsî, ictimâî, stratejik ve sair boyutlarla ilgili tahliller beyhudedir. Zira kökten tedavi edilmesi gereken bir hastalığın teferruatıyla uğraşmak ilgili hastalığın ilerlemesine yardımcı olmak anlamına geldiği gibi hastanın peyderpey yok olmasına vesile olmak anlamını da taşır. Şu halde, bu gün üzerimizde taşıdığımız bu zillet belasının yegane sebebini bize “işlediğimiz günahlar, dünyaya meyl edişimiz ve emr-i bi’lma’rufu terk edişimiz” şeklinde teşhis edip veren Allah ve Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne kulak vermekten başka çaremiz yok.
[Kurtuluşa Giden Yol ve Netice]
Günahlarımızdan ötürü Cenab-ı Hakk’ın düşman istilası ve tasallutuyla bizi cezalandırdığı bir hakikat. “Müminlere yardım etmek bizim üzerimize bir hak olmuştur” [10], “Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz” [11], “Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz” [12] gibi âyet-i celîlelerin henüz tezâhür etmediği de ayrı bir hakikat. Bu hakikatlerin tezahür edişi nasıl kaçınılmazsa bizim de bu cezalardan kurtuluş reçetesi mesabesinde olan hakikatlere sarılmamız kaçınılmazdır.
Resulüllah’ın içimizde olduğunu bildiriyor Kur’an-ı Kerim. Ve “bunu böyle bilin” diyor. Bunu ihbari olarak zikreden Cenab-ı Hak bu ayetle bizlere bunun böyle olması gerektiğini ve Resulüllah’ın her daim içimizde yani şahsımızda, ailemizde, mahallemizde, işimizde, sosyal hayatımızda kısacası hayatımızn bütün şubelerinde yaşaması gerektiğini ifade buyurur bizlere. Zira bunun uygulanmaması –günümüzde olduğu gibi- buhranlar yaşamamıza sebep olacak uygulanması ise dünya ve ukbamızın necatına vesile olacaktır. Kurtuluşumuzun Resulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ı içimizde yaşatmaya bağlı olması “peki bu nasıl olacak?” sorusunu canlandırıyor zihinlerimizde tabii olarak.
Bunun da cevabını Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ’den dinleyelim:
«من أحيا سُنَّتِي فقد أحْياني ، ومن أحياني كان مَعي في الجنة»
“Kim benim sünnetimi ihyâ ederse (diriltirse) beni diriltmiştir. Kim de beni diriltirse Cennet’te benle beraber olur.” [13]
Hadiste Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini nasıl içimizde yaşatacağımızı, diri tutacağımızı ifade sadedinde “sünnetini ihyâ etmemizi” tavsiye buyuruyor bizlere. “Sünneti ihyâ ederseniz beni ihya edersiniz” buyuruyor. Peki, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’i ihya etmemiz, içimizde yaşıyor kılmamız neyi kazandıracak bizlere? Bu ameliyenin kurtuluşumuza nasıl vesile olacağını da şu ayet-i kerimeden dinleyelim:
وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللَّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
“Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir [14]
Akıllıya bir işâretin yeteceğini bilenler için daha ziyade kelam etmenin “itnab” olacağı düşüncesiyle bu kadarıyla iktifâ edelim.
Measselame…
ÖMER FARUK KORKMAZ
——————————————-
[1] Ebu Dâvud, “Kitâbu’s-Sünne”, No: 4607, Tirmizi, “İlim”, No: 2676, İbn Mâce, “Mukaddime”, No: 42, İbn Hibbân, Sahih, “Mukaddime”, No: 5, Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXVIII/373, No: 17144
[2] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, No: 3478, el-Mu’cemu’l-Kebîr, No: 2636, Hâkim, el-Müstedrek, No: 3312, el-Bezzâr, Müsned, No: 3900, Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, No: 14978
[3] İbn Asâkir, Tarîhu Dımeşk, XIV/9, Hatib el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, VII/347
[4] Hûd, 43
[5] Mâide, 54
[6] Âl-i İmrân, 31
[7] Mâide, 105
[8] Şûrâ, 30
[9] Bezzâr, Müsned, No: 188, Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, VII/526, No: 12134
[10] Rûm, 47
[11] Ğâfir, 51
[12] Âl-i İmrân, 139
[13] Celaleddin es-Suyûtî, Câmi’u’l-Ehâdîs, No: 25836 Tirmizi, hasen ğarib olarak…
[14] Enfâl, 33