Caner Taslaman'ın Cevap Veremediği Yazı
Bu âyetler ya hadis olsaydı Caner Bey?
(Tipik bir Kur’ancı zihnin kod çözümü)
Bir üniversite hocası talebelerini imtihan etmiş ve aynı konu hakkında Gazzâlî ve İbni Teymiyye’den alıntıladığı iki pasajı değerlendirmelerini istemiş. Selefîliğin yaygın olduğu bir coğrafyada gerçekleşen bu imtihanda, öğrenciler İbni Teymiyye’nin görüşlerinin ne kadar da isâbetli olduğunu uzun uzun yazarlarken Gazzâlî’nin hatalarını da tek tek sıralamışlar. Ne ki neticeler açıklandığında öğrenciler tam bir hayal kırıklığına uğramış. Hoca durumu izah etmiş: “İbni Teymiyye’nin zannederek ne kadar doğru olduğunu uzun uzadıya anlattığınız sözler gerçekte Gazzâlî’ye aitti. Hatalarını bir bir saydığınız kişi ise aslında İbni Teymiyye idi. İsimleri yer değiştirmiştim.”
Bir arkadaşımın anlattığı bu ibretamiz hâdise, genel bir insanî ârızayı en yalın hâliyle gözler önüne sermesi bakımından şâyân-ı dikkattir. İnsanlar ne söylendiğinden ziyâde kimin söylediğine bakarlar. Sözün ne dediği nasıl dendiğinin ardında kalıverir çok kere… Çokluk öze bakmaktansa kabukla meşgûl olur. Nitekim markalar, etiketler kaliteden bîhaber genel halk kitlesi içindir. İşi bilen adamlarsa markayla değil malın kendisiyle ilgilenir. Pazarda durum bu olduğu gibi, fikir ve inanç dünyasında da vaziyet bundan farklı değildir. Zira düşünmeyi becerebilmek büyük nisbette doğuştan gelen bir kâbiliyet değil, tâlim ve terbiye ile ele geçen bir mahârettir ki; bu yüzden külfetli ve zahmetli ve yine bu yüzden biraz sıkıcı ve sevimsiz ve yine bu yüzden pek az kişinin yapmayı tercih ettiği bir uğraştır. Terbiye derken zihnin terbiyesinden bahsediyorum. İlm-i mantıktan ve biraz da matematikten… Eskilerin ilm-i riyâziyye ismiyle karşıladığı matematik ilminin Arapçada evcilleştirmek, terbiye etmek mânâsındaki riyâda (رياضة) kökünden gelmesi boşuna değil. Fizikten metafizik düşünceye intikâl edebilmek için iki ilmin arasında tahsil edilen matematik bir zihin terbiyesinden ibâretti. Madde ve sûrette ve dahi madde ve sûretle düşünmeye alışmış insan zihninin maddesiz ve sûretsiz düşünebilme istidâdı kazanması için matematik ona maddesiz sûretlerde düşünmeyi öğretirdi. İlimlerin tasnifine dâir tasavvurumuz zâil olalı beri hangi ilmin niçin tahsil edildiğini de bilemez olduk ya; ayrı bir yazı konusu…
Tekrar konumuza dönelim. Dedik ki düşünebilme becerisi çok kere doğuştan gelen bir kâbiliyet değil, büyük nisbette çalışarak elde edilen zor bir zenaattır. Bu sebeple insanlar çoğu kez bilerek inanmaktansa inanarak bilme yolunu tercih ederler. Doğru, onlar doğru olduğunu düşündükleri için doğrudur; gerçekten düşünüp de doğruyu bulduklarından ötürü değil… Bu, herhangi bir coğrafya veya zamana has bir durum değil, tarih boyunca bütün insan topluluklarının umumî ve müşterek bir vasfıdır.
Bizim ülkemizde bu ârızayla en fazla malûl zihniyetlerden birisi Kur’ancılar/Mealciler nâmıyla maruf tâifedir. Bilerek inanmaktansa inanarak bilme zaafının en bâriz sûrette kendisini açığa vurduğu akımlardan birisi budur desek sanırım haksızlık etmiş olmayız. Nitekim bu zaafın bir tezâhürü olarak, onlar sünneti bir hurâfeler yumağı şeklinde görürlerken; Kur’an âyetlerinde hiçbir probleme rastlamazlar. Hadis kitapları aklın kabul etmeyeceği bir sürü zırvadan geçilmezken, onlara göre Kur’an’daki her şey mantıklı, bilimsel ve nettir. Ne ki, onların hadiste bunca problem bulmalarının asıl sebebi, o metnin hadis olduğuna dair ön bilgileri olduğu gibi âyetlerde hiçbir problem gör(e)memelerinin sebebi de okudukları metnin âyet olduğuna dâir inançlarıdır.
Açıkça söylemek gerekirse orta seviye bir ateistin bu Kur’ancı/Mealci arkadaşlardan daha tutarlı olduğu kanaatindeyim. Nisbeten daha hür düşünebildikleri için, onların her dâim hadislerde buldukları problemlerin mâhiyet itibarıyla aynılarını Kur’an’da da bulurlar. Fakat Kur’ancı kardeşlerimiz burhan ehli olmayıp taassup ve dogma ehli olduklarından dolayı, hadislere baktıkları eleştirel gözle âyetlere bakamazlar; sünnette icra ettikleri hür düşünme ameliyesini Kur’an’a tatbik etmeye bir türlü cesaret edemezler. Yapamazlar zira ne bu sıkleti çekecek terâzileri, ne de bu yükün altından kalkabilecekleri donanım ve özgüvenleri vardır. Şayet tutunabildikleri son dal da -maazallah- koparsa İslam’la olan bağları kopmuş olacaktır. Fakat bu kardeşlerimiz İslam’a inanmayı istemekte ve Kur’an’dan kopmayı istememektedir. İşte bu tâifeyi İslam’a bağlayan psikolojik durum böyle bir şeydir. Evet, bu durum psikolojiktir; zira doğru olduğu için inandıkları bir Kur’an’dan ziyâde inanmak istedikleri için doğru buldukları bir Kur’an vardır önlerinde… Yânî imanlarının sâiki ilim değil irâdedir. Kezâ uydurma olduğunu bildikleri için değil, fakat uydurma olduğuna inandıkları/inandırıldıkları, öyle olmasını istedikleri için kabul etmeye yanaşmadıkları hadisler vardır karşılarında…
Bu akımın malûl olduğu marazlardan âzâde olan Müslümanlar için ise durum farklıdır. İşin aslına nüfûz edebilmeyi mümkün kılacak yetkinliğe, dürüstlüğe, cesârete ve de fikir nâmusuna sahip ulemâmız, hadislerde problem teşkil eden, çatışıyor gibi görünen malzemeye dâir Müşkilu’l-Hadis unvanı altında geniş bir literatür vücûda getirmekle kalmamışlar; aynı durumun Kur’an için de geçerli olduğunu görmelerine mâni olacak komplekslere sahip olmadıkları için, vâkıa ile telif edilmesi güç gibi duran veyâhut birbiriyle çatışıyor gibi görünen âyetleri de “Müşkilu’l-Kur’an” başlığı altında birçok hacimli eserde enine boyuna masaya yatırmışlardır. Âyet ve hadislerdeki güç meseleleri ele alan bu “Müşkil” literatürünün en kadim ve en kapsamlı örneklerinden birisi, hicrî üçüncü asırda yani günümüzden yaklaşık 1200 sene önce yaşamış meşhur Hanefî fakihi İmam Tahavî’nin onaltı ciltte matbu Şerhu Müşkili’l-Âsâr’ıdır. Takdir edileceği üzere nusûs-u diniyyede mevcut olan müşkiller“Kur’ancılar”ın sözüm ona yeni keşfettikleri bir mesele olmayıp ümmetin daha en başından beri farkında olduğu bir husustur.
Her Kur’ancı gibi Caner Taslaman için de durum yukarıda anlattığımızdan farksızdır. Ona göre de Kur’an hiçbir işkâl barındırmazken, hadisler problemden geçilmemektedir. Hâlbuki hadislerde işlettiği mantığı âyetlere de icrâ etme cesâretine ve tutarlılığına sahip olsa, aynı türden yüzlerce problemle yüz yüze gelmesi işten bile olmayacaktır. Ama o böyle yapmamakta, bir hadise uydurma damgasını vurmak için yeterli gördüğü sebebin aynısına herhangi bir Kur’an âyetinde rastladığında, inanmışlık psikolojisinin tetiklediği dogmatik reflekslerle en olmadık tevillerden medet ummaya varıncaya kadar her türlü kurtarma operasyonuna mürâcaat etmektedir. Hadisleri fütursuzca harcamak adına en ince noktaları bile büyük bir ustalıkla problematize ederken, sıra post modern zihninin algılamak ve kabullenmekte güçlük çektiği âyetleri kurtarmaya gelince -tâbir câizse- bin bir takla atmaktadır. Buna dâir örnekleri yazının ilerleyen bölümlerinde zikredeceğiz inşallah. Geçenlerde de ifâde etmiştim: Taslaman’ın hadis ve fıkha sataşma refleksleriyle, yeni yetme bir ateistin Kur’an’a saldırma refleksleri aynı damarlardan besleniyor. Evet, kendisini hadisleri inkâr etmeye iten sebep ekseriya onlara “uydurma olması lâzım” nazarıyla bakması olduğu gibi benzer problemleri âyetlerde bir türlü görmemesi de “âyetler doğru olmalı” önyargısından kaynaklanıyor. Taslaman’ın hadisler hakkında benimsemiş olduğu bu ön yargılı tavrı Kur’an hakkında da benimseyebilen bir ateist ise onun hadislerde gördüğü problemleri bu defa âyetlerde bulabiliyor.
İsterseniz şimdi Taslaman’ın hadisleri kabul etmemek için yeterli gördüğü sebepleri tespit ederek bu hususta nasıl bir zihin yapısına sahip olduğunu görmeye çalışalım ve önce bu mevzuda bize cevap verme sadedinde kaleme aldığı bazı pasajlara bir göz atalım:
“Benim hadislerle ilgili eleştirelerimde hep somut örnekler vermeme karşı, aklı sıra bana akıl verenler somut hiçbir örnek vermiyorlar, neye karşı çıktıklarını açıkça anlatmıyorlar. Bu yüzdendir ki “slogan atıyorlar” diyorum. Benim neyi ne kadar bilip bilmediğimi kendimi değerlendirme makamında görenler, neyin usulunu ne kadar bilip bilmediğimi sorguluyorlar da usulun nesindeymiş hata hangi kullandığım hadiste hata var bir türlü ortaya koymayı beceremiyorlar. Bunca programda bu kadar somut örnek verdim, beni can kulağıyla dinleyip de eleştirecek nokta arayan aklıevellerden ve “çok usul bilenlerden”, hiç bugüne kadar “Caner Taslaman şu şu sözleri hadis sanıyor ama bunlar hadis değil” veya “O hadisin anlamı o değil” veya “Hadis usulundeki şu noktaya göre bu böyle söylenmez” diyebileni gördünüz mü? Eğer diyebilselerdi, bu çok bilmişler, ufacık bir açıkta ortaya zıplamaya meraklı bu tipler, bunu kullanırlardı merak etmeyin. Hala da geç kalmış değilsiniz, bütün videolarım ortada yüzlerce somut örnek verdim, haydi 3 tane somut yanlış ortaya koyun da anlayalım neymiş.” (İmla ve gramer hataları bize ait değildir.)
Gördüğünüz gibi bugüne dek Hadis sahasında bu kadar uzun boylu konuşmasına rağmen, kendisine bir türlü cevap verilemiyormuş… Aklıevvellerden, çok usûl bilenlerden bugüne kadar “Taslaman bunlara hadis diyor ama bunlar hadis değil”, “o hadisin anlamı o değil”, “hadis usûlündeki şu noktaya göre böyle söylenmez” diyebilen hiç çıkmamış! Diyebilen olsaymış zâten şimdiye çıkarmış! Üç tane somut yanlışını ortaya koyamazlarmış…
İtiraf etmek zorundayım ki, Taslaman’ın hadislerle alâkalı sözlerine cevap verebilmek bizim açımızdan gerçekten zor bir mâhiyet arz ediyor. Bu zorluk cevap verilmesi çok güç problemler ortaya atmasından kaynaklanıyor sanmayın. Şu ana kadar böyle bir durumla karşılaşmadığımı da gönül rahatlığı ile itiraf edebilirim. Ancak meseleyi bizim için oldukça zor hâle getiren şey onun hadis ilminde ‘a,b,c’ mesâbesindeki ön bilgilerden bile henüz habersiz olması. Üzülerek söyleyeyim ki bu sözüm bir tahkiri değil; bir tasvir ve tespiti ifâde ediyor. Dolayısıyla cevap vermeye nerden başlamalı sorusu karşısında şahsen bir hayret hâli tecrübe ettiğimi söylemek zorundayım. Acaba en baştan alarak “Yeni başlayanlar için hadis usûlü” tarzında basitleştirilmiş bir mukaddime ile bu makâleyi okunabilir olma vasfından mı çıkarmalı? Ya da merak eder belki araştırır diyerek bir ilâhiyat talebesinin bile bilmesi me’mul hususlar mâlum mu kabul edilmeli? Karar vermek güç…
Daha sonra kabul etmediği hadislerden birkaç tânesini zikrediyor ve kendisine cevap verilmesi için meydan okuyor:
“Somut örnek vereyim, nasıl bir itiraz beklediğimi söyleyeyim: “Canlılar dünyasıyla ilgili eleştirdiğim hadislerden örnekler:
Eşek şeytan gördüğünde anırır. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)
Çekirge balığın hapşırığından oluşmuştur. (Tirmizi, İbn Mace)
Maymunlar zina ettiğinde diğer maymunlar recm cezası uyguladı. ( Buhari)
Madem benden iyi hadis veya usul bildiğinizi savunuyorsunuz, bildiğiniz hadis ve usul ilimleriyle bu hadisleri kurtarın. Mesela deyin ki “Böyle bir hadis yok, sen uydurdun.” Hadis konusunda çok bilgilisiniz ya, “Eğer usûldeki şu konuyu bilseydin bunu böyle söylemezdin” Veya “Oradaki balıktan-eşekten kasıt aslında şudur” deyin. Cerh-tadile atıf yapın da kıvırtmayı deneyin…”.
Taslaman’ın itiraz etmeye yeltendiği hadis kitaplarının mâhiyetine dair bir tasavvuru bile olmadığını şu sözlerinden sezmek hiç de güç değil. Lâkin, söz gelişi bir hadisin haddizâtında Tirmizî’de bulunmasının epistemolojik olarak veya İslamî bilgi usûlü açısından ne ifâde ettiğini ya da Buhâri ve İbni Mâce arasında telif bakımından nasıl bir metodolojik fark olduğunu yâhut İmam Ebu Hanife’nin Sahih-i Buhârî’de yer alan onlarca hadisle amel etmemesinin neden kaynaklandığını karşılıklı tartışabilmemiz için şart olan ortak dilin önemine atıf yapınca suçlu taraf biz mi oluyoruz? Ya da Buhârî’nin kitabına isim olarak koyduğu “sahih” kelimesinin gerek Usûl-u Hadis gerek Usûl-u Fıkıh açısından ne ifâde ettiğini konuşabilmemiz için kişinin bu ilimlerin ıstılahatına âşina olmasının elzem olduğunu düşünmekle hata mı ediyoruz? Hadis literatüründeki bütün kitaplara aynı muâmeleyi yapacak kadar bu ilme bîgane kalmayı yeğleyen, garip hadis deyince acâyip şeylerden bahseden hadis; hasen hadisi duyunca güzel şeyler anlatan hadis aklına gelecek kadar ciddiyet ve seviye yoksunu olanlarla iletişim kurabileceğimiz ortak bir terminolojik alan bulunmaması yüzünden nasıl cevap vereceğimizi bilemiyor oluşumuzu “bana bugüne kadar kimse cevap veremedi” olarak algılayan bir zihinle nasıl fikir teâtisi yapmalı?
Bütün bunların da ötesinde bir hadisi kabul veya reddetmek için bir müslümanın hevâdan daha başka bir metodoloji benimsemek zorunda olduğunu söyleyince çok şey mi istemiş oluyoruz? “Kur’an’a aykırı olmak” gibi artık kimsenin dilinden düşmeyen yuvarlak lafların ise hadisten haz etmeyenlerin elinde boş bir slogana dönüştüğünü anlayabilmek için biraz dil felsefesi bilmek bile yetmez mi oysa?
Gerçi “hadis ilmine giriş” türünden bir eser okunsa dahi bu sorularla vakit kaybetmekten büyük oranda kurtulacağız; lâkin araştırmaya tenezzül etmeyip uydurma hadisleri keşif turuna çıkarcasına hadis müdevvenatının tercümelerini karıştırmayı hadis ilminde söz sahibi olmakla karıştırınca iş mecburen başa düşüyor. Taslaman’ın buna benzer hadislerin içinden bir türlü çıkamamasının ardında tipik bir Kur’ancı şartlanmışlığı nevinden psikolojik sebepler yatarken; İslamî ilimleri bilmemesi ise problemin maddî esbabını oluşturuyor. Mantık, Hadis, Usûl, Tefsir, Tevil ve dahi Felsefe bilmeden İslam adına konuşmanın kişiyi nelere dûçâr ettiğini seyretme sırası sanırım gelmiş olmalı. Evet, boş meydanda kükreyen bu cesaretin yürekten değil cehâletten ileri geldiğini bilmecburiye ortaya koymak durumundayız. Şimdi kendisinin kabul etmediği hadislerden birini ele alalım:
“Eşek şeytan gördüğünde anırır.”
Hadisin neresinde bir problem bulduğuna işâret etmemiş olsa da tipik bir Kur’ancı/Mealci zihninin bu hadise nasıl itirazlar getirebileceğini tahmin etmek zor değil: “Eşeğin anırması ile şeytan görmenin ne alâkası var?” Veya “şeytana insanı saptırmaktan başka bir vazife biçen bu hadis Kur’an’a aykırı…” Veya “bunun ne faydası var?” Ya da “Efendimiz bunun için mi gönderildi?!”
Öncelikle işâret edelim ki hadisin mânâsının eksik veya yanlış anlaşılmasına sebebiyet verecek şekilde yalnız bir kısmını nakletmek hadis ilmi açısından bir tahrif örneğidir. Üstelik bu sözün, hadisi inkâr etme siyâkında söylendiği ve sadece işe yarayacak belli kısmı aktarılarak metnin daha garip ve çarpıcı hâle getirildiği dikkate alınırsa bunun muhatap kitlenin algısını yönetme amacına matuf bir hareket olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Nitekim Taslaman’ı takip eden kitlenin önemli bir kısmının hadise derhal uydurma damgası vurmak için tetikte bekler bir ruh hâli içerisinde bulunan hayranlardan oluştuğu hatırda tutulursa, rivâyeti bu şekilde yarım nakletmenin ne derece sübjektif ve operasyonel bir tavır olduğu daha iyi anlaşılır. Hadisin bu cümleden ibâret olduğunu zannetmesi kuvvetle muhtemel genel okuyucu kitlesi, “Peygamber eşeğin ne sebeple anırdığını durduk yere niye bildirsin ki” veya “bunun bize ne faydası var ki” tarzındaki sığ itirazlarla bu rivâyeti reddetmek için yeterli bir sebep bulduğu zehabına kapılabilir. Objektif bir bilim adamı sözü mümkün olduğu ölçüde bütün tarafsızlığıyla aktarmakla mükelleftir. Sözü, kendi istediği mecrada algılanması adına önünden arkasından keserek sunmak ilim adamlarının değil maksatlı gazetecilerin mâhir olduğu bir tekniktir. Bu onun şartlanmış ruh hâlinin bir tezahürü ve yanlışların ilki… Madem sordun söyleyelim Caner Bey: Eğer hadis usûlünü bilseydin, gazetecilerin kullandığı algı yönetimi gibi medya tekniklerine tevessül etmek yerine bir hadisin hangi şartlarda parça hâlinde nakledilmesinin câiz olduğunu, hangi şartlarda câiz olmadığını öğrenir belki bir ilim adamının takınması gereken objektif tavrı takınabilirdin. Hadisin tam metnini okumakla sadece yukarıdaki kısmı okumanın aynı etkiyi yapıp yapmadığını tecrübe etmekse size kalmış:
Ebu Hureyre (radıyallahu anh)’tan: Rasulullah şöyle buyurdu:
” إذا سمعتم صياح الديكة من الليل، فإنما رأت ملكا، فسلوا الله من فضله، وإذا سمعتم نهاق الحمار من الليل فإنه رأى شيطانا، فتعوذوا بالله من الشيطان “
“Geceleyin horozun ötüşünü duyarsanız Allah’ın fazlı kereminden isteyin; zira o bir melek görmüştür. Geceleyin eşeğin anırmasını işitirseniz Allah’a sığının; zira o bir şeytan görmüştür.” (Müsned-i Ahmed, 8064; el-Buhâri, 3303; Müslim, 2729; Ebu Dâvud, 5102; et-Tirmizî, 3459; en-Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 10714, 11327; el-Buhâri, el-Edebu’l-Müfred, 1236; Ebu Ya’lâ, el-Müsned, 6254, 6296; Sahih-i İbni Hibban, 1005; Musannef-i İbni Ebî Şeybe, 29805)
İkinci olarak, rivâyetin metnindeki eşek kelimesini görünce hadisin canlılar dünyasıyla alâkalı olduğunu söylemek başka bir yanlış. Zira hadis “şeytan görmek” gibi gayb âlemine dâir bir olgudan bahsediyor. Dolayısıyla bu hadisin zooloji ile bir alâkası bulunmadığı gibi insanî tecrübe alanını aştığı için pozitif bilimlerle uyuşan veya çatışan bir haber olma vasfını ise baştan taşımıyor.
Şimdi Caner Taslaman’ın hadisi kabul etmemesinin muhtemel gerekçelerini Hadis, Arap dili, Usûl-u Fıkıh, Mantık, Kelam, Felsefe ve Tefsir/Tevil ilmi çerçevesinde değerlendirelim ve gerçekten bu hadisi reddetmek için mâkul ve makbul bir sebep var mı tartışalım:
Hadis ilmi açısından: Kısa bir mukaddime ile başlamak yerinde olacaktır. Bir hadis iki kısımdan oluşur: Sened ve metin. Herhangi bir rivâyetin sahih olabilmesi için bu iki kısmın da sahih olma şartlarını haiz olması gerekir. Hadis ilmini bilmeyen cühelâ takımının dillendirdiklerinin aksine bir rivâyetin senedinin sahih olması o rivâyetin âlimler nezdinde sahih ve makbul olması için yeterli değildir. Dolayısıyla “muhaddisler metin tenkidi yapmamışlardır” şeklindeki dedikodunun ifâde ettiği bir hakikat varsa o da söz sahibinin hadis ilmindeki cehâletidir. Senedin kendisine has kimi makbuliyet şartları olduğu gibi metnin de kendisine ait makbuliyet şartları vardır. Senedin mesela muttasıl vasfını taşımıyor olması rivâyeti sahih olmaktan çıkarmaya yeterken; metinde akla, vâkıaya veya Kur’an’a aslâ uymayan bir hükmün var olması gibi bir durumda da rivâyet sahih ve makbul olmaktan çıkacaktır.
Problemin esas düğümlendiği nokta ise akla ve Kur’an’a aykırı olmak ile hevâyı hevese aykırı olmanın ayrımının nasıl yapılacağıdır. Sorulması gereken kritik soru şudur: Günümüzde Kur’an’a ve akla aykırı olduğu iddiasıyla reddedilen hadisler gerçekten akla ve Kur’an’a mı aykırı mıdır; yoksa kendi aceleci zihnimize, dar ve modern anlayışlarımıza veya yaşamakta olduğumuz çağın dayatma ve dogmalarına mı?
Senedi sahih olan bir rivâyetin, saf aklın kâideleriyle yâhut vâkıa ve Kur’an’la çatıştığının kesin sûrette ispat edilmesi durumunda söz konusu rivâyetin sahih bir hadis olamayacağını ikrar ve itiraf etmeye hazır olduğumuzu hiç çekinmeden söyleyelim. Ancak hadisin senedine, diğer varyantlarına, şevâhidine veya Arapça orijinal metnine bakmaya bile tenezzül etmeden, mütercimlerin çevirilerine itimat ederek rivâyetin muhtemel anlamlarından aklınıza ilk tebâdür edenin sırf size biraz garip gelmesi yüzünden hadisleri inkâr edecekseniz; bir ateistin Kur’an’ı açıp “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik, onlar onu yüklenmeğe yanaşmadılar, korktular; fakat insan onu yüklendi” (el-Ahzab, 33/72) ifâdesini gördüğünde“Gökler ve dağlar ne zamandan beridir korkar oldu? Ya da böyle bir emânetin bana arz edildiğini hiç hatırlamıyorum; belki hatırlasam dağlar taşlar gibi ben de korkar reddederdim! Hem bana sormadan üzerime emanet yükleyen sonra da bundan beni hesaba çeken bir Tanrı nasıl âdil olabilir ki?” diyerek âyete uydurma demeye kalkmasına şaşırmamalısınız!
Ya da Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. (el-Bekara, 2/74) âyetini okuyunca “Jeoloji uzmanları araştırdı, taşların yuvarlanma sebeplerini saptadı. Bir taşın Allah korkusundan yukardan aşağı düşmesi mantıksız. Taşın o mekânda durmasını sağlayan fiziksel şartlar ortadan kaybolunca taş yuvarlanır, korksa da korkmasa da… Hem şeytanı görünce anıran eşek olmuyor da korkan taş nasıl oluyor açıklar mısın?” diyerek itiraz etse ağzınızı açmamanız gâliba hakkınızda en sâlim yol olacaktır. Veya “(Borcu yazmada) erkeklerinizden iki şâhit tutun. Eğer iki erkek yoksa bu durumda râzı olduğunuz şâhitlerden bir erkek ile iki kadını… Ola ki kadınların biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın” (el-Bekara, 2/282) âyetiyle karşılaşınca acelecilik ve şartlanmışlıkta sizi örnek alarak “böyle saçma şey mi olur; kadını şahitlikte erkeğin yarısı olarak gören bir kitap bütün insanlığa gönderilmiş bir rehber değil ancak ilkel ve ataerkil câhiliye Arap toplumumun kalıntısı uydurmalar olabilir” derse tasdik etmeseniz bile korkarım ki cevap da veremeyeceksiniz. Zira usûlünüz daha doğrusu usûlsüzlüğünüz aynı zihin ve ruh hâlinin ürünü…
“Yok, sen yanlış anlıyorsun! O âyetleri şöyle anlamak lâzım; bu kadar aceleci ve önyargılı olma!” demeye kalkarsanız, bu sefer aynı sözleri bizden duyduğunuz takdirde biraz empati yaparak hadisleri inkâr etmeden önce anlamayı da deneyebilirsiniz.
Şimdi Buharî ve Müslim’in rivâyet etmiş olduğu bu rivayetin senedine dâir sözü uzatmayı gerektiren bir durum olmadığını bildirelim. Hadisin akıl, Kur’an ve vâkıa ile uyup uymadığını gelecek pasajlarda ele alacağımızdan dolayı metin analizini o kısma havale ediyoruz.
Kelamî ve Felsefî açıdan: Melek ve şeytanın varlığı sabittir. Var olan varlıkların görülmesi aklen mümkündür. İnsanın göremediği bazı varlıkları diğer canlıların görmesi de mümkündür. Dolayısıyla horoz ve eşeğin melek ve şeytan görmesi de aklen mümkündür. Hayvanların melek ve şeytanı gördüklerinde kendilerine has sesler çıkararak buna tepki vermeleri de tabiîdir. Bu tepkinin sevinç ve korku gibi psikolojik durumlardan kaynaklanması da gâyet mâkuldür. Melek ve şeytanın hangi sûretlerde görüldüğü ise ayrı bir meseledir. Bu hâdise gayb âlemine dâir bir haberdir. Aklen mümkün olan hâdiselerin prensip olarak olması da mümkündür olmaması da… Mümkün bir hâdisenin olduğuna/olacağına dâir sahih bir delil varsa olma tarafı; olmadığına/olmayacağına dair sahih bir delil varsa olmama tarafının tercih edilmesi akıl gereğidir. Müreccihsiz rüçhanın olması mutasavver olmadığı gibi müreccih varken tercihin olmaması da tahakkümdür. Aklen mümkün olan bir meselede sahih bir Şer’î delil sâbit olursa bunu inkâr etmek ya hevadan ya da akıl noksanlığından olabilir. Şeytan gibi bizlerin göremediği, göremediğimiz için de eşeğin görüp görmediğini bilemediğimiz, bilemediğimiz için de eşeğin o sebeple anırıp anırmadığını tespit etmemizin söz konusu olmadığı gaybî bir hususta bize bilgi veren bu hadisin akıl ve Kur’an’la çatışan kısmı nedir acaba? Taslaman bu konudaki şahsî tecrübelerine dayanarak mı bu hadisi kabul etmiyor bilmiyorum; fakat eşeğin şeytan görünce anırmasıyla çatışan bir âyet veya aklî bir delil varsa bunu açıklamak kendisine düşüyor. Ürktüğü veya dövüldüğü zaman anıran eşeğin şeytan gördüğünde de korkarak anırmasına aklen veya âdeten nasıl bir engel bulunuyor doğrusu merak ediyorum!
Eğer “Kur’an’da şeytanın insanı saptırmaktan başka bir vazifesi bilinmiyor; bu hadis ise şeytana eşek anırtmak gibi başka bir vazife biçiyor” tarzında bir önermeden yola çıkarak bu hadisi kabul etmiyorsa -ki öğrenebildiğim kadarıyla buradan yola çıkıyor- burada iki felsefî hata yaptığını söylemek zorundayım. Birincisi “Adem-i vücûd, vücûd-u ademe delâlet etmez.” İkincisi fiil ile infiâli ayırt edecek kadar felsefe bilmek böyle bir itirazın akla hutûr etmemesine bile kâfi iken, sen kalkıp bunu dâvâna delil yaparsan bundan sonra felsefeden, düşünceden hiç bahsetmemen kendin ve memleketin nâmına alacağın en hayırlı karar olacaktır. Hadis-i şerifin şeytana eşek anırtmak gibi bir vazife biçtiğini tahayyül etmek yerine eşeğin şeytanı görünce psikolojik bir infiâlle böyle bir tepki verdiğini de düşünebilirsin. Hem mâdem Kur’an’a aykırı olmayı dilinden düşürmüyorsun, şeytan kelimesinin Kur’an’da yalnızca bildiğimiz mâhut varlık hakkında istimâl edilmediğini de hatıra getirip düşünce ufkunu biraz daha genişletebilirsin. Ya da aynı gerekçeyle “Mûsa da bir yumruk atıp onu öldürdü. Arkasından: “Bu, dedi, şeytanın işindendir. O gerçekten saptırıcı açık bir düşmandır. Rabbim, ben nefsime zulmettim, beni bağışla dedi.” (el-Kasas, 28/15-6) ibâresini okuyunca, -Musa aleyhisselam suçunu itiraf ettiğine göre- o adamın ölümünü şeytanın yarattığını düşünerek şeytana insanı saptırmaktan başka bir vazife biçen bu âyete de ilişebilirsin. Tabi Allah’ın dini hakkında ihtiyatlı olmak, takvayı iltizam etmek, bilemediğimiz gaybî hususlarda temkinle hareket etmek gibi bir davranış ile en ufak bir şüpheye, asılsız bir zanna binâen sahih bir hadisi derhal süpürüp atmak gibi bir tavırdan hangisini seçeceğin tercihine ve dindarlık anlayışına kalmış…
İlm-i mantık açısından: Hadis-i şerifte bildirilen durum bir kaziyye-i şartıyye-i muttasıla hükmümdedir. Dolayısıyla anlam “Horoz, melek gördüğünde öter; eşek, şeytan gördüğünde anırır” şeklindedir. Kaziyye’nin sûru mezkûr olmadığına göre ba’ziyye hükmündedir. Sûrun ba’ziyye olması her eşeğin şeytan gördüğünde anırmadığını ve her anırmanın şeytan görmekten kaynaklanmadığını anlatır. Buna göre şu mânâ anlaşılır: Horozların bazıları kimi zaman melek gördüğü için öter; eşeklerin de kimisi bâzan şeytan gördüğü için anırır. Peki, ilm-i mantık ve lisan-ı arabînin kaidelerini bilmek bize ne katar? Bu hadisin her eşeğin şeytan gördüğünde anırdığı veya her anırmanın şeytan görme yüzünden olduğu gibi bir anlamı ifâde etmediğini bildirir. Dolayısıyla genelleme yaparak hadisin ifâde etmediği bir anlamı ona yükleme hatasına düşmememizi sağlar.
Arapça ve Usûl-u Fıkıh açısından: Hadiste mezkûr olan lâm-ı târifin ahd için olduğu düşünülebilir. Dolayısıyla her horoz veya her eşek değil mâlum horoz ve eşekler kastedilmiş olabilir. Fakat bu ihtimal zayıftır. Ya da lâm-ı târif cins için olabilir. Bu durumda ya istiğrak için olur ki; buna göre “her horoz ve her eşek…” anlamını ifade eder. Bizce bu ihtimal de kuvvetli değildir. Ya da istiğrak kastedilmez; bu durumda “bazı horoz ve eşekler…” anlamı çıkar. Ayrıca hadiste şeytan lafzı nekira olarak gelmiştir. Dolayısıyla bu sözden kasıt bildiğimiz şeytan olabileceği gibi Arap dili ile toplumunda ve dahi lisan-ı Şeriatta yılan gibi zararlı canlılara da şeytan lafzının ıtlak edildiği göz önünde bulundurulursa, bu mânâ da kastedilmiş olabilir. Hadisin ilk kısmında melek kelimesinin geçiyor olması ikinci kısmında yer alan şeytan kelimesinin onun mukâbili olan varlık olmasını zorunlu kılmaz. Nitekim bu hadisin şâhidi kabilinden şöyle bir rivâyet de mevcuttur:
عن جابر بن عبد الله، عن النبي صلى الله عليه وسلم قال: يا معشر أهل الإسلام أقلوا الخروج بعد هدو الرجل، فإن لله دواب يبثهن في الأرض، فمن سمع نباح كلب، أو نهاق حمار، فليستعذ بالله من الشيطان، فإنهن يرين ما لا ترون.
Câbir b. Abdullah ve Ubâde b. Sâmit Rasulullah’tan aktarıyor: “Ey Müslümanlar topluluğu! Ayak sesleri kesilip ortalık ıssızlaştıktan sonra dışarıya (taşraya) çok çıkmayın! Zira Allah Telâla’nın geceleyin yeryüzüne yaydığı kimi (vahşi) canlılar vardır. Öyleyse kim bir köpeğin havlamasını veya eşeğin anırmasını duyarsa şeytandan Allah’a sığınsın. Zira onlar sizin göremediğiniz şeyleri görürler. (en-Nesaî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 10712, Amelu’l-Yevm ve’l-leyle, 942; el-Buhâri, el-Edebu’l-Müfred, 1233; Müsnedü’ş-Şaşi, 1198.)
Görüldüğü gibi hadisin bu şâhidi “şeytan”dan kastedilenin vahşi ve zararlı hayvanlar olduğunu anlamamız noktasında bize yardımcı olmaktadır. Özellikle rivâyetin “takip, tertip ve illet” mânâsını ifade edenف edatıyla فمن سمعşeklinde vârit olması bunu destekleyen mühim bir lafzî karinedir. Nitekim köpeklerin havlamasının da bu hadiste zikredilmiş olması meselenin eşekle sınırlı bir durum olmadığını göstermektedir. Köpek gibi hayvanların bizim fark edemediğimiz bazı ses ve canlıları algılayabilip tepki verdiği köpek besleyenlerin veya geceleyin bu hayvanları gözlemlemiş olanların gâyet iyi bildiği bir husustur. Özellikle Arabistan gibi sıcak arâzilerde zehirli ve yırtıcı hayvanlar gündüzün kavurucu sıcaklarında yuvalarına sığınırlarken gece serin vakitlerde avlanmaya çıkarlar. Gecenin zifirî karanlığında çölde dolaşmanın gündüzleri dolaşmaktan çok daha tehlikeli olduğu malumdur. Hadis-i şerifte geçen دواب kelimesi Arapçada karada yaşayan büyük-küçük her türlü canlı, haşerat, sürüngen için kullanılan bir kelimedir. Dolayısıyla mezkûr hadis-i şeriflerdeki sakındırmanın bu gibi tehlikelere karşı olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Üzülerek söylemek zorundayım ki, bir hadisin mânâsını tam olarak anlayabilmenin en başta gelen şartlarından birisinin elimizde mevcut olan bütün varyantları, şevâhid ve mütabaatı incelemek olduğunu henüz bilmiyorsunuz Caner Bey. Bilmediğiniz için de doğal olarak bir ilim adamının davranması gerektiği gibi davranamıyorsunuz. Kararınız baştan belli olduğu için evvelâ anlamaya çalışmak yerine bir çırpıda inkâr etme yolunu tercih ediyorsunuz. Sonra da “hangi hadiste hata yapmışım”, “Usûl-u Hadis bilmiyorsam ne olmuş yani?” diyorsunuz. Siz öğrenmeye açık olmazsanız bizler meseleyi nasıl anlatabiliriz ki?
Te’vil ve Tefsir açısından: Horozlar genelde sabah namazına yakın öterler; hele eski zamanda insanları sabah namazına uyandırırlardı. Geceleyin seher gibi mübarek vakitlerde sanki Allah’ın rahmetine tâlip olmamızı istercesine harekete geçen horozların bizi namaza kaldıran ötüşlerinin rahmet meleklerini görmekten dolayı olması hakikatten hiç de uzak değildir. Hadisin diğer varyantlarında geceleyin kaydıyla gelmesini nazar-ı itibara alarak, eşeğin geceleyin herkes uykuda iken anırmasının pek hayra alâmet olmayabileceğini anlamak da pek zor olmasa gerektir. Kur’an-ı Kerim’de cinnî şeytanlar gibi insî şeytanların da varlığından haber verilmesi hatırda tutulursa burada bahsedilen şeytanın insî bir şeytan, mesela bahçeye, ahıra giren bir hırsız olmasının dahî maksud-ı âli-i Hazret-i Risaletpenâhî’den uzak olmadığı söylenebilir. Bu hadis haber vermese bile gecenin bir vakti durduk yere anırmaya veya havlamaya başlayan eşek ve köpeğin neye tepki gösterdiği kırsal yerleşimde yaşayan ev ahâlisinin kalbine sürur değil telaş verecek bir durumdur. Eşek ve köpek genellikle korktuğu veya rahatsızlık duyduğu tehlike anlarında bu tarz reaksiyonlar gösterir. Bu korku ve tehlikenin sebebi bir yılan olabileceği gibi, insî veya cinnî bir şeytan da olabilir. Hangisi olursa olsun, Allah’a sığınmayı gerektirecek bir durumun mevcudiyeti ortadadır.
Bu ihtimallerin hepsini serdetmekten maksadımız şudur: Bir sözün akla, Kur’an’a, vâkıaya aykırı olduğunu ispat etmek isteyen kişi, prensip olarak o sözden kastedilebilecek bütün anlamları masaya yatırmak ve bu anlamların hepsinin tek tek Kur’an’a akla ve vâkıaya aykırı olduğunu ispat etmekle mükelleftir. Çünkü sözün sahibi kendisi olmadığı için o sözden ne kastedildiğini çoğu kere kesin olarak bilemez. Öyleyse sözden kastedilebilecek bütün anlamların akla, Kur’an’a, vâkıaya aykırı olduğu ispat edilmedikçe maksat hâsıl olmayacaktır. Bir hadisin Kur’an’a akla ve vâkıaya aykırı olmadığını ispat etmek isteyen bir kişi ise muhtemel anlamlardan sadece birisinin Kur’an’la akılla, vâkıayla çatışmadığını ortaya koymakla yetinebilir. Zira o sahih anlamın Hz. Peygamber’in kastı olması ihtimali ortaya konulduktan sonra, diğer muhtemel anlamların Kur’an’la, akılla çatışıyor olması hadise uydurma hükmünü vermeye yetmeyecektir.
Bahsimize konu olan bu hadisin hangi anlamlara gelebileceği; ne şekilde anlaşılabileceğine dair buraya kadar yapmış olduğum açıklamalarda hiçbir kaynağa müracaat etmediğimi belirtmekte fayda görüyorum. Şu cihetle ki; önyargıları bir kenara bırakmak şartıyla, İslamî ilimleri belli seviyede tahsil etmiş, ilim ahlakına uygun hareket eden vicdan ve teenni ehli her Müslüman bu anlamları anlayabilme imkânına sahiptir. En azından bu hadisin düşünce zemininde hakkını vermek isteyen kimse, bu zikrettiğimiz anlamların hepsini masaya yatırmak ve hesabını vermekle yükümlüdür. Bir de hadisi şerh eden hadis, tefsir ve fıkıh eserlerine müracaat edilse, meselenin çerçevesinin ve bakış açılarımızın çok daha genişleyeceği sanırım müsellem bir hakikattir.
Şimdi elimizi vicdânımıza koyalım ve düşünelim: Zikretmiş olduğumuz bu mânâların hadisten kastedilmesi aklen ve lügaten imkânsız mıdır? Sözün sahibi biz olmadığımıza göre ve sözden kastedilmesi muhtemel mânâları dilin imkânları çerçevesinde tespit edeceğimize göre bu anlamlardan herhangi biri kastedilmiş olamaz mı? Olabilirse, bu hadisin doğru olabileceğine dair bir pay ayırmak, Allah’ın dini, Rasulullah’ın sözü hakkında bir hüküm verirken takvalı ve ihtiyatlı olmanın asgari şartlarından biri değil midir? Niçin kendi anlayışımıza da yanılabileceğine dâir bir pay ayırmıyor ve hadisi enine boyuna düşünmeden acelecilikle uydurma hükmüyle mahkûm ediyoruz? Allah’tan vahiy almış gibi verilen bu kesin hükümlerin âhirette bir hesabı olmayacak mı?
Evet, bu hadisin uydurma olduğuna hükmedebilmek için zikrettiğimiz bütün bu noktalardan gaflet etmek gerekiyor. Üç tâne somut hatasının ortaya konamayacağını söyleyen Taslaman’ın sadece bu hadise uydurma damgası basabilmek için ardı ardına kaç ilmî hata yaptığını varın artık siz hesap edin. Zikrettiği diğer hadislerdeki hatalarını ortaya koymak ise başka müstakil makalelerin konusu… Hadiste “şeytana eşek anırtmak gibi bir vazife yüklendiği” gibi akla en son gelebilecek anlamları problem ederek rivâyeti uydurmaya çıkarmak için kıvranan Taslaman’ın post modern aklına sığıştıramadığı âyetleri kurtarmaya sıra geldiğindeyse hangi “zırva teviller”den medet umduğunu şimdi beraberce görelim.
Kur’an-ı Kerim’de hırsızın elinin kesilmesini emreden Mâide sûresinin 38. âyetini bir türlü içine sindirememişe benzeyen Taslaman, her önemli meselede olduğu gibi bu meselede de bütün Müslümanların bugüne dek yanılmış olduğunu ispat ediyor ve âyetin gerçekte hırsızın “elini kesmeyi” değil “gücünü kesmeyi” emrettiğini keşfediyor. Peki bunu nasıl başarıyor? Elbette ki sahip olduğu o muhteşem Arapça bilgisiyle değil! Çünkü kendisi ne yazık ki Arapça bilmiyor. Ama zararı yok; zira o, bu işin felsefesini çözmüş bulunduğu için Arapça gibi teknik donanımlara zaten gerek duymuyor. Böylece âyette geçen أيديهماkelimesinin “el” anlamında olmayıp meğerse “güç” anlamına geldiğini Arapça’nın kâidelerine göre ispat etmek için didinen yarım arapçalı acemî bir gencin hazırlamış olduğu videoyu, “işte âyetin doğru tefsiri” diye sosyal medyada binlerce takipçisine duyurmakla Allah’ın Kitabı’nı kullarına tebliğ etme vazifesini de yerine getirmiş oluyor. Tabi ister istemez şu soruları sormak da bize düşüyor:
1-Ayetteki أيديهما kelimesinin “el” anlamında olması neden câiz değildir?
2-Eğer أيديهما kelimesi “el” anlamında değil de “kuvvet” anlamındaysa âyette أيد (kuvvet) kelimesinden sonra gelen ي harfi hangi kelimeye aittir?
3-“Eller” anlamına gelen أيدي kelimesi ile “güç” anlamına gelen أيد kelimesinin Arapçada iki farklı kelime olduğunu bilmiyor musun? Bilmiyorsan neye göre karar veriyorsun? Sence bu soruya adam gibi cevap verebilme noktasında Arapça Fizikten daha az mı önemli?
4-يد “El” kelimesinin Arapçada çoğulu nasıl yapılır? “Kuvvet” anlamındaki أيد mastarının çoğulu varsa nasıldır?
5-Eğer tesniye zamire mudaf olan bir kelimenin kendisinin de tesniye olması gerekir dersen Tahrim sûresinin 4. âyetindeki صغت قلوبكما I bâresini ne yapacağız?
6- Tesniye-cem’ problemi “el” anlamı için geçerli ise “kuvvet” anlamı için niye geçerli olmasın?
7-Kadın ve erkek hırsızın toplamda dört eli bulunduğuna göre çoğul kipi “el” anlamına; toplamda iki kuvvetleri olduğuna göre tesniye kipi “kuvvet” anlamına daha uygun değil midir?
8-Meseleyi Arapça temelinde izah etmeye çalışan bu arkadaşın doğru bir analiz yaptığına Arapça bilmediğin hâlde nasıl karar verdin?
9-Bilgi sahibi olmadığın için doğru veya yanlış olduğuna karar verme hakkına da aslında sahip olmadığın dinî bir meseleyi insanlara doğruymuş gibi yaymak, aktarmak dindarlığa, sorumluluğa, Kur’an’a, Allah korkusuna sığar mı?
10-Kur’an bu kadar açık bir kitap olduğuna göre insan hukukunu ilgilendiren böylesine önemli bir âyet nasıl bu kadar tartışmalı olabilir?
11-Apaçık olan Kur’an’ın bu âyeti neden 1400 senedir hep yanlış anlaşılmıştır? Bugüne kadar İslam tarihinde bu âyetin el kesmeyi emretmediğini anlayacak senin kadar Arapça, Felsefe, Hukuk ve Tefsir bilen vicdan sahibi Allah’tan korkan bir Müslüman neden çıkmamıştır?
12-Bin dört yüz seneden beri Kur’an üzerinde ömür tüketmiş bunca müfessir, Arap dili uzmanı, Fakih her defasında hata yapar da sen nasıl hiçbir zaman hata yapmazsın? Hiç hata yapmamayı nasıl başarıyorsun, bunun formülünü bize açıklar mısın?
13- Kur’an âyetlerine Arapça bilmeden anlam verebilmek sence mümkün müdür? Eğer mümkünse temel matematik bilgisi olmayan bir öğrencinin Fizik alanında Einstein’a kafa tutmasına güler misin yoksa saygı mı duyarsın?
14-Orijinal dilini öğrenmeye gerek duymayacak kadar emek verdiğin Kur’an sence daha fazla çaba ve saygıyı hak etmiyor mu? Allah’ın âyetleri hakkında bilgisizce konuşmanın, ahkâm kesmenin hiçbir mesuliyet ve hesabı yok mu?
Şimdi cevabı ve hesabı verilmesi gereken bu ciddî ve ilmî sorular es geçilerek lafazanlık yapılabilecek fer’î hususlarda polemik üretmeye devam edilecekse muhatabımızı cehâletiyle baş başa bırakmaktan başka şansımız kalmıyor demektir. Evet Caner Bey, hadislerden önce Kur’an âyetlerinde işlemiş olduğun cinâyetleri konuşmaya ne dersin?
Meselenin can alıcı noktası aslında şurada: Acaba “Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin” şeklindeki ifâde bir Kur’an âyeti değil de Buhârî’de geçen bir hadis olsaydı, Taslaman şimdi bu âyeti kurtarmak adına göstermiş olduğu çabanın onda birini o hadisi kurtarmak için gösterecek miydi? “O hadis aslında Arapçada hırsızın kuvvetini kesin demek; elini kesin demek değil; sizler hadisi yanlış anlıyorsunuz!” diyerek şimdiki gibi çırpınacak mıydı? Ya da Hz. Musa’nın yumruk atarak adamı öldürmesi neticesinde söylemiş olduğu “Bu şeytanın işi” âyetini Kur’an’da değil de bir hadis kitabında görseydi, eşeğin şeytan görünce anırdığını bildiren hadisi inkâr ettiği mantığın aynısıyla “bu söz şeytana insanı saptırmaktan başka bir görev biçiyor” diye eleştirmeyecek miydi? Ve yahut eşeğin şeytan görünce anırdığına dair ifâde faraza bir âyette yer alsaydı, tıpkı “el kesmeyi” “kuvvet kesmeye” dönüştürmeyi başardığı gibi “şeytan kelimesi Arapça’da yılan anlamında da kullanıyor; siz âyeti yanlış anlıyorsunuz” diyerek şimdi hadis olduğunu bildiği için pervasızca eleştirdiği bu sözü bu defa kurtarmak için taklalar atmayacak mıydı? Ya da “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik, onlar onu yüklenmeğe yanaşmadılar, korktular; fakat insan onu yüklendi” (el-Ahzab, 33/72) ifâdesi bir Kur’an âyeti değil de, bir Buharî hadisi olsaydı, eşeğin şeytan görünce anırdığını kabul etmeyen bir zihin dağların, göklerin korktuğunu bildiren bu cümleleri kabul edebilecek miydi? Veyahut “Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. (el-Bekara, 2/74) âyeti sizce eşeğin şeytan görünce anırdığını söyleyen hadisten daha acayip değil mi?
Ne dersiniz Caner Bey, imtihanda hoca âyetlerin altında hadis; hadislerin altına da âyet yazsaydı ne yapardınız? Hiç düşündünüz mü?
Fikret Çetin
Sahn-ı Semân