Ahmet Şimşirgil’den Enbiya Yıldırım uyarısı

“Uzaktan davulun sesi hoş gelir” ve “Şeyh uçmaz mürit uçurur” gibi, acı gerçekleri ortaya koyan meşhur bazı deyimlerimiz vardır. Biz son iki asırdır, ülkemizde yetişen nice kıymetli şahsiyetlere gözümüzü kaparken uzaktan parlatılan simaları kahraman yaptık. Parlak nutuklarla hep onları övdük. Sapkın fikirlerini süzgeçten, elekten geçirmeden onlara teslim olduk. 

Öyle ki, müfredatımızı şekillendirenler bizi bambaşka bir rotaya soktular. Şimdilerde ise “gençlerimiz neden bu hâlde?” diye hayıflanıyoruz… Böyle giderse daha çok hayıflanacağımız günler yakındır. 

Evet, 1980 öncesi gençlerimiz devlet ve siyaset adamı olarak kimlerin peşine düşmüştü bir hatırlayalım… Stalin, Lenin, Mao, Humeyni, Kaddafi gibi isimler hem duvarlara hem gönüllere yazılır olmuştu. 

Artık Türk gencinin cüzi bir kesiminin dışında kalanların gündeminde Oğuz Kağanlar, Satuk Buğralar, Alparslanlar, Osman Gaziler, Yıldırımlar, Fatihler, Yavuzlar, Barbaroslar yoktu. 

Elbette konu sadece siyaset ve devlet adamlarına münhasır değildi. Gençliğin fikri yapısını bulandırmak, inancını ve düşünce yapısını bozmak için asıl darbe din adamlarında ve mütefekkirlerde görülecekti. 

Bu konuda da bizden olanı unutacak ve yabancıları baş tacı edecektik. Ehl-i sünnet âlimlerini nisyana terk edecek, gençlerimize hep kökü dışarıda olan bid’at sahiplerini servis edecektik. Onların eserlerini tercüme edecek önlerine onları sunacaktık… 

Bizden olanların ismini sadece nutuklarımızı süsleme aracı olarak kullanacaktık. Türk gençleri artık onları hakkıyla tanıyamayacaktı… 

Ahmed Yesevi, Akşemseddin, Kemalpaşazade, Molla Hüsrev, Ebussuud Efendi, Aziz Mahmud Hüdayi, Mevlana Halid-i Bağdadi, İbni Abidin, Mustafa Sabri Efendi, Zahid-i Kevseri, Abdülhakim Arvasi gönüllerimizde yoktu artık. 

Onların yerini parlatılan yabancı simalar almıştı. İranlı Afgani ve Ali Şeriati, Lübnanlı Reşid Rıza, Hindistanlı Hamidullah, Pakistanlı Mevdudi ve Fazlurrahman, Mısırlı Abduh, Seyit Kutup ve Yusuf el-Karadavi gibi isimler bunların başında geliyordu. 

İşte bu isimler, Cumhuriyet devri Türk gençliğinin önüne “allameler” diye çıkarılıyordu. “Çağımızın ilmî kandilleri” diye lanse ediliyordu. Eserleri cilalanarak çevriliyor ve medh ü sena ile gençlerimizle buluşturuluyordu. 

Bugün o hâle geldi ki Diyanet İşleri Yüksek Kurulu (DİYK) üyeleri dahi onları servis eder oldu!..

Bunlardan biri de Enbiya Yıldırım’dır. Tweetlerinde yazdığına göre, iz bırakan İslam bilginlerine bakıyormuş. Seyit Kutub, Şuayıp Arnavut, Musa Carullah ve Yusuf el-Karadavi’yi görüyormuş. Evet, iz bıraktılar ama nasıl bir iz?  Kendisi de kaymış gitmiş haberi yok!Bu şahısların elbette ortak birçok yönleri vardı. Bunları görebilenler meseleyi çözebiliyordu. Aksi hâlde onların fikir dünyası içinde eriyip gidiyordu. 

“Kur’ân-ı kerimi tartışın, sorgulayın” diyenler, nedense onları asla sorgulatmıyordu! Onlar dokunulmaz ve erişilmezdi!.. 

Ehl-i sünnet büyükleri ve mezhep imamları ise gençlere asla tanıtılmıyordu. Zira onlar tanınsa bu defa parlattıkları mezhepsizler, pervaneye çarpan sinek veya güneşi gören yıldızlar gibi yok olmaya mahkûmdular. 

Zira birini sevenin diğerini sevmesi imkânsızdı. Doğu ile Batı gibi birbirlerine zıttılar. Bu mezhepsiz bozuk şahısların düşünce yapılarını ortaya koyanlara ve onlara reddiye yapanlara karşı ise savunmaları hazırdı; 

“Efendim her insanın hataları olabilir. İnsan hatasız olmaz ki. Bir iki hata yüzünden böyle kıymetli âlimleri bir kenara atmak olur mu? Siz iyi taraflarından istifade etmeye bakın” diyeceklerdi. 

Nedense kendileri siz söylemedikçe en küçük bir hatasını dahi söylemeyeceklerdi. En büyük hatalarını ise erdem diye sunacaklardı. 

Enbiya Yıldırım ve daha nice ilahiyatçıların parlak ifadelerle övdükleri Seyit Kutub’u inceleyelim bakalım!

Seyit Kutub’a dikkat!

Mezhepsizlerin en mühim ortak noktaları nelerdir, önce onları bilelim. 

İlk başta hemen hepsinin İbni Teymiyye’den etkilenmesi ve ona karşı duydukları hayranlıklarıdır… 

Mezhep âlimlerine karşı lakayt ve hatta husumetli duruşları ve mezhepsiz oluşlarıdır… 

Sahabilerden bazılarına karşı düşmanlıkları veya onları hafife almalarıdır… 

Osmanlıyı sevmemeleridir… 

Evet şu dört temel husus bir kimseye yetmiyorsa onun gözünü açacak bir anahtar daha bulunamaz. Onun gönlü körelmiştir, hidayet ışığı giremez. 

Nitekim bu mezhepsiz zatları önder olarak kabul ederek yola çıkan ve adına “İslamcı” denen Türk din adamları, deizme doğru yelken açmış bulunmaktadırlar.

Mezhepleri yok sayan, Peygamber Efendimizi ve Kur’ân-ı kerimi sorgulayan şarlatanların varacağı başka bir liman da yok gibidir. 

İşte bu tiplerin en meşhurlarından biri de Seyit Kutub’dur. 

O, 1980 öncesi en fazla parlatılan bir sima idi. 

Hiç unutmuyorum. İmam Hatip Lisesi yıllarımda derste Seyit Kutub ile ilgili bir tartışma yaşandığında Kur’ân-ı kerim hocamız “Seyit Kutub’a dil uzatanın dilini kopartırım” diye bağırmıştı. Fikir tartışması bir anda bitmişti. Zira onlara dokunmak onları tartışmak muhaldi. 

O dönemlerde ülkücü gençler Ahmet Arvasi ve Necip Fazıl Kısakürek beylerin tesiri ile değerlerini savundukları için bunlara karşı mesafeli idiler. 

Peki 1980 yılında darbe sonrası Mamak hapishanesinde yatan ülkücülere Seyit Kutub’un “Yoldaki işaretler” ve “Cihad” gibi kitaplarını dağıtanlar kimlerdi? Hangi el bu tertemiz Anadolu gençlerini de kıskaca almaya başlamıştı? 

Bunlar derin derin fikredilmesi gereken hususlardır. Zira İbni Teymiyye’nin kurduğu Selefîlik yoluna açılan en büyük kapılardan biri Seyit Kutub’un idi. 

Bugün de Seyit Kutub’un eserlerinin; bilhassa doğuda bir kısım medreselerde okutulduğu haberini almaktayız. Aslında Seyit Kutub’un Ehl-i sünnet dışı fikirleri bilinmiyor değildi. Eserlerinin medreselere girmesi de kolay olmazdı. Fakat birileri çeşitli söylemler ile sinsi bir şekilde yeni bir algı meydana getirmeye ve kitaplarını medreselere servis etmeye başladılar!.. 

Neymiş? “Seyit Kutub’un kitapları Türkçeye tercüme edilirken yanlış yapılmış, aslında öyle değilmiş. Arapçasından okumak lazımmış” vs… Sanki çevirenler Seyit Kutub düşmanı imiş de maksatlı hareket etmişler! 

Yahu kardeşim kimi aldatıyorsunuz? Birinci baskıda yapılan hatalar ikinci baskıda düzeltilir. Sonra çeviri hataları genelde kelime üzerinde olur. Kişinin fikrini ve zikrini değiştirecek hatalar kolay kolay olmaz. Onu yapacak adama da tercüme işini vermezler! 

Şunu da iyi bilin ki Türkçeye yapılan tercümelerde şayet bir hata varsa onu da Seyit Kutub’un lehine yapmışlardır, aleyhine değil! Türk gençlerine yutturabilmek için bazı sakat fikirlerini sonraki baskılarda çıkardıklarını iyi bilmekteyiz. Nitekim Arapça eserlerinde bu durum daha belirgin olmakta onun bozuk fikirleri daha çok meydana çıkmaktadır.

Kişiyi rehberinden tanı!

Bir kişiyi tanımak için önce hocalarına ve etkilendikleri fikir adamlarına bakacaksın. Zira “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” düsturunca kimleri beğenip okuyorsanız onun tesirinde kalıyorsunuz, iyi düşünmek gerek! 

Seyit Kutub’un en önemli hocası Abbas Mahmud el-Akkad’dır. Cerbezeli bir adam olan Abbas Mahmud ilkokul mezunudur. Bilhassa siyasi faaliyetlere karışarak adından çok söz ettirmiştir. Akkad, kendisini geliştirmiş gazeteci, eğitimci, polemikçi, tenkitçi, edip ve şair olarak ün yapmıştır. İngilizce, Almanca ve Fransızcayı öğrenmiş, Batı kültürünü takip etmiş ve özellikle William Hazlitt, Lessin ve Nietzsche gibi düşünürlerin tesirinde kalmıştır. Dinî bir tedrisat görmemiştir. Reşid Rıza’nın tefsiri ve Abduh’un eserleri, görüşlerinin temelini oluşturmuştur. Nitekim Afgani, Abduh, Reşid Rıza ve Mevdudi gibi mezhepsizlerin fikirleri onu Osmanlıya ve Türklere karşı mesafeli durmaya yöneltmiştir. O, Osmanlılar hakkındaki fikrini “Türk devletinin bekasını isterim, hâkimiyetini istemem” şeklinde ifade etmiştir. Sultan II. Abdülhamid’i sadece Meşrutiyet’in ilânında övmüştür. İkinci Meşrutiyet’in Osmanlılara yaşattığı acıları hatta İslam âleminin Batı’ya köle olmasının kapısını aralamasını sorgulamamış ve bu yönüyle hiç ilgilenmemiştir.İşte böyle bir zatın etkisinde yetişen Seyit Kutub’un nasıl bir fikir yapısına sahip olacağı rahatlıkla anlaşılır. Şairin, “Oluklar çift birinden nur akar birinden kir” dediği gibi ırmağın başına bakınız ve hakikati anlayınız. 

Nitekim Seyit Kutub da hocasından aldığı ilhamla İbni Teymiyye, Abduh, Reşid Rıza, İbni Hazm ve Mevdudi gibi mezhepsizleri birinci üstad ve eserlerini de kaynak kabul etmiştir. Eserlerinden istifade ettikleri bu şahısları, parlak cümlelerle anarak okurlarına tavsiye ederek sevdirmekten de geri kalmaz. Onların metoduna uygun olarak dinî meselelerde genel olarak kendi aklına göre yorumlar yapar. Bu hâl gerek itikadî gerekse amelî mevzularda Seyit Kutub’u pek çok hatalara sürüklemiştir. Dolayısıyla Ehl-i sünnet âlimleri de kendisine reddiyeler yapmışlardır. Böyle birini tercüme hatasıymış gibi basit bir değerlendirmeyle aklamaya çalışmak akla ziyandır.İnşallah sonraki yazılarımda onun bozuk fikirlerini aktarmaya devam edeceğim…

    TEFEKKÜR
    Dikkat etmezsen batıla eğer,
    Kişiyi bir anda dininden eder! 

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
27.01.2023
Türkiye Gazetesi

PAYLAŞ