Sultan Vahdettin kaçtı mı? Ayrıldı mı?

“Devleti ve milleti sıyânet [korumak] için paratoner vazifesi gördük. Mukadderat böyleymiş.”

1 Kasım 1922’de Ankara meclisinin saltanatı kaldırdığını ilan etmesi üzerine Padişah’ın pozisyonu belirsiz bir hâl aldı; kendisine içeriden ve dışarıdan baskılar dayanılmaz dereceye geldi. Gazetelerde her gün hakaretâmiz yazılar neşrediliyordu. Falih Rıfkı, Süleyman Nazif, Hüseyin Cahit ve Ziya Gökalp bunların en ileri gidenleriydi. Hatta Gökalp, Padişah’a Kara Sultan adını takmıştı.

Saraya tehdit mektup ve telgrafları yağıyordu. Mecliste alenen aleyhinde ağır hakaretler sarf ediliyor: Diyarbekir Mebusu Şükrü, “Başta Vahideddin olduğu halde besmele ile bunları bilumum İslâmların taşlamasını teklif ederim” diyordu.

O arada Sakallı Nureddin Paşa, yazılarında Ankara’yı tenkit eden Mekteb-i Mülkiye profesörü ve sâbık Dâhiliye Nâzırı Ali Kemal Bey’i 5 Kasım günü kaçırtıp İzmit’te askere linç ettirdi; padişahı da böyle yapacağını söyledi. Saltanata sadık kişilerin hepsi tehlike altındaydı. Ferid Paşa, Mustafa Sabri Efendi, Sadık Bey, Refik Halid Karay gibi eski devir ricali, canlarını emniyette görmedikleri için İstanbul’u terkettiler.

Padişah, 6 Kasım’da İstanbul’daki İngiliz yüksek komiseri Sir Horace Rumbold’un ağzını aradı. Düşman gördükleri Ankara hükümetini sulh konferansına çağırmalarını tenkit etti. Rumbold fevkalade diplomatik davrandı. Artık Ankara ile yeni bir sayfa açmaya hazırlanan İngiltere, Padişah’ın İstanbul’dan ayrılmasını istiyor; fakat onu kaçırmış rolüne düşmekten korkuyordu. Rumbold, “Bize bir muhatap lazım; o da artık Ankara’dır” dedi ve işler sıkıntılı bir hâl alırsa, İstanbul’dan ayrılmasının imkânsız olacağını söyleyerek şehri terk etmesi hususunda adeta tehdit etti; birkaç gün sonra da İstanbul’dan Lozan’a hareket etti. (Riccardo Mandelli, Son Sultan, 70)

Bir ümit!

Sultan Vahideddin ile alakalı İngiliz vesikalarını elden geçiren Metin Hülagü Yurtsuz İmparator kitabında (s. 96) diyor ki: “Öyle anlaşılmaktadır ki, İngiliz hükümeti Sultan Vahideddin’in daha baştan itibaren İstanbul’u terk etmesini arzu etmiştir. Ancak bu arzusunu açığa vurmamış, Sultan’ın kendisine uygun gördükleri rolü hakkıyla tamamladıktan sonra, adeta bir paçavra gibi kaldırıp bir tarafa atılmak üzere, ülkesini terk etmiş görmek istemiştir. İngiliz hükümeti ve yetkilileri, bu yöndeki niyetlerini gizli tutmanın ötesinde, İstanbul’dan ayrılma hadisesinde sanki hiçbir rolleri yokmuş gibi bir tavır takınmışlardır.”

Ömer Kürkçüoğlu Türk-İngiliz İlişkileri kitabında (s.256-257) der ki: “Tevfik Paşa’nın 5 Kasım’da istifa edip, görev mührünü [Ankara komiseri] Refet Paşa’ya teslim etmesinden sonra, Sultan Vahideddin’in korunma isteğine karşı ihtiyatlı bir tutum izleyen İngiltere, nihayet 17 Kasım’da Vahdettin’i Türkiye’den kaçırdı. Sultan Vahideddin, İngiltere’ye ‘tahttan feragat etmediğini’ özellikle bildirdiği halde, İngiltere, Mustafa Kemal’in endişe duyduğu bir hilafet oyununa girişmeyecektir. Kaldı ki, Sultan’ı sahneden uzaklaştırmakla, İngiltere, Ankara hükümeti’nin Türkiye’nin tek hükümeti olarak Lozan’daki durumunu daha baştan güçlendirmesi için, farkında olmadan bile olsa, hizmette bulunmuş demektir.”

11 Kasım 1922’de İstanbul’daki işgal kuvvetleri kumandanı General Harington ile görüşen Padişah, memleketten ayrılmayı düşünmediğini söylemişti. Ankara’dan haber bekliyordu. Zira hatıralarında da yazdığı gibi, Sadrazam Tevfik, İzzet ve Ali Rıza Paşa’lar, “Ankara ile anlaştık. Onun istemediği Ferit Paşa’dır.  Zaferden sonra gelip biat edecek” diye Padişah’a teminat vermişti. Beklediği haber gelmedi. Ankara’nın bu saatten sonra gelip “Vazifemiz bitti; emrinizdeyiz padişahım” diyecek hâli yoktu. Üstelik Ankara Meclisi, padişahı vatana hıyânet ile itham eden teklifi kabul etti. Halbuki Kanun-ı Esasî (anayasa) gereğince padişah hükûmet icraatından mesul değildi.

Padişah, emniyette olmadığını anladı. Siyasî bir buhrana ve iç savaşa sebep olmak istemedi. Ortalık yatıştıktan sonra tekrar geri dönmek niyetiyle hicrete razı oldu. Hatıralarında, “Yaşamak imkânsız olan yerden hicret, Hazret-i Peygamber’in sünnetidir” demiştir. Korkmuş muydu? Torunu Hümeyra Hanımsultan’ın da dediği gibi, muhtemelen hayır. Zaten yaşlı ve hasta idi; tek ciğerle yaşıyordu. Korkak mıydı? Böyle olmadığı, daha şehzâdeliğinde, Bâbıâli Baskını’ndan sonra İttihatçı fedailerin elinden kendisine sığınan Mülazım Şaban Efendi’yi canı pahasına vermemesinden bellidir.

Ayrılışını kendisi için hiçbir kıymet ifade etmeyen hayatını kurtarmak için değil; sadece şeref ve haysiyetini korumak için yaptığını, yüksek komiser vekili Nevile Henderson’a açıkça söylemiştir. Saltanat kaldırılmadan evvel Ankara’nın Refet Bele vasıtasıyla yaptığı, saltanatsız halifeliği kabul ederek yerinde kalma teklifini geri çevirmişti. Yurt dışında faaliyette bulunup, her şeyi değiştirmek ihtimali vardı.

Başka gemi var mı?

15 Kasım’da hususi doktoru Reşad Paşa ve Hademe-i Hassa müdürü Zeki Bey, İngiliz kuvvetleri kumandanı Charles Harington ile temasa geçti. İstanbul’u terk etmeleri mukadder gözüken İngilizler, padişahı da koz olarak yanlarında götürmek istiyorlardı. Fakat yeni dost Ankara’ya karşı Padişah’ın kendilerine iltica ettiği imajını vermemek; sömürgelerindeki milyonlarca Müslümana da Padişah’ı tahttan ayrılmaya mecbur etmiş gibi görünmemek lazımdı. Bunun için, talep kendisinden gelmiş gibi yapmaları icap ediyordu.

Harington hatıralarında der ki (Tim Harington Looks Back, s.129): “Bir Sultan’ı kaçırdığım için suçlu vaziyetine düşmeye hiç niyetim yoktu. Talebin Padişah’ın el yazısı ile ve mühürlü olmasını istedim.” Hünkâr, çaresiz buna dair mektubu yazmıştır. Ancak mektup ne Padişah’ın el yazısıyladır; ne de üstünde mühür vardır.

Sultan Vahideddin sarayı hanımlarından olup o günleri iyi bilen Leyla Açba ve Afife Rezzemaza, hatıralarında, kurnaz İngilizlerin bilahare Türkler veya başkaları kendileri hakkında “padişahı alıp götürdüler” demesinler diye resmi yazı yazmasını istediklerini; Padişah’ın da bu niyetten haberdar olduğunu yazıyor. Hatta Leyla Hanım, İngilizlerin Padişah’ı tazyik ederek buna mecbur bıraktığını, dolayısıyla aslında kaçırdıklarını söylüyor ki, halk arasında Padişah’ın kaçırıldığı sözünün aslı bu olsa gerektir.

Padişah, saltanatı boyunca adil bir sulh için uğraştı. Düşmana mukavemetin yeni işgallere sebebiyet vereceğinden korkuyordu ki korktuğu olmuştur. Bu sebeple Anadolu hareketine şiddetle cephe almıştır. Ancak bastırmaya muvaffak olamayınca, suyuna gitmeye karar vermiştir. Mandelli (s. 65) diyor ki: “İngilizler, nazik, ama sinsiydiler. Hindistan korkusuyla halifeye dokunmuyorlardı. Ama halife olmasa daha rahat edeceklerinin de farkındaydılar. Bir yandan isteklerini yapmazsa İstanbul’u Yunanlara vermekle tehdit ediyor; Kemalistlere karşı faaliyete girişince de destek olmayıp; aksine Anadolu’daki mukavemet yüzünden padişahı ve hükümetini cezalandırıyorlardı.” Padişah’ın Dâhiliye Nazırı ve ilk Ankara meclisinde mebus olan, sonra da sürgün edilen Ahmed Reşid Rey, Gördüklerim, Yapdıklarım adlı hatıralarında aynısını söylüyor (s. 341-342). İttihatçıların sebep olduğu bir enkazın üzerinde tahta oturan Padişah, mağlubiyetin bütün acılarından mesul tutulmuş; acı faturayı ödüyordu.

Hâsılı, Sultan, İstanbul’u, tekrar dönmek üzere terketmiş; buna da tabii olarak bütün nakil vasıtalarını elinde tutan İngiltere aracı olmuştur. Gerek galiplerin tavırları, gerekse bekle-gör/parçala-hükmet siyasetinin takipçisi İngilizlerin muamelesi onu buna mecbur etmiştir. Kim mecbur kalmasa vatanını terkeder? Üstelik beş parasız! Hele şahsiyeti ile toprağın yekvücut sayıldığı bir hükümdar! Şu halde bir hükümdar için hainlik ithamı varid olamaz. Takip ettiği siyaset muvaffak olamaz; hatta mağlup olup tahtını kaybeder; ama kimse onu hıyanetle suçlayamaz.

Bütün bunlardan sonra “keşke kalsaydı” demek kadar manasız bir şey olamaz. İster kaçtı, ister sürüldü, ister hicret etti densin, Sultan Vahideddin, I. Cihan Harbi’nin kaybedenlerinin başında gelir. Onunla bin yıllık bir an’ane maziye gömülmüştür. Anadolu hareketi kaybetseydi, Padişah için söylenenlerin misli Ankara kahramanları için söylenecekti. Lord Curzon der ki: “Sultan’ı İstanbul’da bıraksaydık, yeniden İslâm kahramanlığı rolü üstlenmesine; Fas’tan Afganistan’a kadar Suriye’ye kadar müslümanları teşkilatlandırmasına kim engel olacaktı?” (Hülagü, 124)

Harington’un kitabında neşrettiği mektup

Hülagü’nün FO arşivinden naklettiği mektup

Hangisi doğru?

Mabeyn-i Hümayun-i Mülükâne Serkurenâlık Dairesi antetli mektubun metni şöyledir: “Dersaadet işgal orduları başkumandanı General Harington cenaplarına; İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere devlet-i fahîmânesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahall-i âhere naklimi taleb ederim efendim. 16 Teşrinsani 922. Halife-i müslimîn Mehmed Vahideddin.”

Sadrazam yaveri olmak itibarıyla bu işleri iyi bilmesi beklenen Tarık Mümtaz Göztepe, 1969’da neşrettiği hatıralarında mektubun metnini bambaşka veriyor (s. 13): “Son vakâyi üzerine hürriyet ve hayatımı tehlikede görmekteyim. Osmanlı saltanatı ve İslâm hilâfeti üzerindeki bi’l-irs ve’l-istihkak haiz bulunduğum meşru ve mukaddes haklarımı tamamıyla muhafaza etmek şartıyla hayatımın muhafazasını en çok müslüman teb’aya malik bir devlet olan İngiltere’den bekliyorum.”

Padişah, sürgünde Avni Paşa’ya kaleme aldırdığı hatıralarında diyor ki: “Olup bitenlere karşı koyma veya kabul etme imkânım olmadığı için hicret etmeye karar verdim. İşgal kuvvetleri kumandanı sıfatını taşıdığı için General Harington’un aracılığını tercih ettim. Hicaz’a gitmek üzere Malta’nın seçilmesini kabul ettim. Hiçbir zaman saltanat ve hilafetten feragat etmedim ve etmeyeceğim.”

Burada bir mektuptan bahis bulunmadığı gibi, gidilecek yerin hiç de mahall-i aher (başka mahal) olmayıp belli olduğunu gösteriyor. Ayrıca Padişah, saltanattan hiçbir zaman vaz geçmediğini de açıkça söylüyor. Şu halde mektuptaki mahall-i aher sözü de, yalnızca halife-i müslimîn imzası da problemlidir.

Tek problemli olan bu değildir. Yazı, Padişah’ın yazısına benzememektedir. Kaldı ki, Padişahın resmi yazıları kendi yazmadığı malumdur. Yazıda, General’in hassaten istediği gibi mühür de yoktur. İmza acemice taklit edilmiştir. Mektup, o zamanki resmi yazışma usullerine de uygun değildir. Afife Hanım, vesikanın sahte olduğunu ima eder. Zaten Henderson’a söyledikleri ile vesikadaki sözler zıttır.

Şaşılacak bir husus: Vesikadaki tarih, o zamanlar bütün resmî evraklarda kullanıldığı üzere Rumi değil, Miladidir. 1922 miladi senenin mukabili 1338 olmalıydı. Zira hem arşivdeki vesikalarda, hem de Padişah’ın sonradan kaleme aldığı vesikalarda, hatta Harington’a gönderdiği mektuplarda hep Rumi tarih kullanılmıştır. Geçenlerde TTK başkanlığı yapmış milliyetçi pozunda bir tarih profesörü, hiç yeri yokken bu vesikayı neşretmiş; ‘Tarih niye Miladi’ diye soranlara, ‘Hayır Rumi’ diye iddia ederek tarihi takvimleri hiç bilmediğini göstermişti. Bu da ideolojik resmi tarih takıntısının, insanları nereye sürüklediğini gösteren ibretli ve hazin bir hâdisedir.

Daha vahimi, 1940’ta Harington’un hatıratına koyduğu (s. 125), bizde ilk defa 1950’de Resimli Tarih Mecmuası’nda Haluk Şehsuvaroğlu tarafından neşredilen ve elden ele bugüne kadar gelen mektubun bir başka versiyonunu Metin Hülagü Foreign Office arşivinden alarak neşretmiştir (s.105). Eldeki iki vesikanın metni hemen hemen aynıdır; ama şekil olarak çok farklıdır. Bu da vesikanın ya sahte olduğunu, yani hiç olmadığını; ya da orijinalinin ele bulunmayıp, sonradan hatırda kalanlarla yazılarak güya orijinal bir vesika tertip edildiğini hatıra getiriyor.

Harington’un 29 Eylül 1922’de Summer Palas’ta yeni dostlara verdiği İstanbul’a hoşgeldiniz çay partisinden bir kare

Hayret ve Üzüntü

Sultan, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı yanında 10 yaşındaki oğlu Ertuğrul Efendi ve 9 kişilik sadık bendegânı bulunduğu halde, Malaya adındaki İngiliz zırhlısına binerek ertesi günü İstanbul’u terk etti. Yanına beş kuruş almadığı gibi, o ayki maaşının da yarısını çalışmadığı için iade etti. İngiliz bankasında 22 bin lira parası vardı. Bunu da İngilizler bloke edecekti.

O gün Cuma idi. Asırlardan beri ilk defa selâmlık alayının yapılmadığını görenler çok şaşırdılar. Haber, sonradan her yere yayıldı. Harington, bir beyanname neşrederek, “Hürriyet ve hayatını tehlike gördüğü için himaye ve başka mahalle naklini talep eden Padişah’ın arzusunu yerine getirdiklerini” bildirmiş; böylece hem Ankara’ya, hem de İslâm âlemine bir “masum alicenaplık” mesajı vermişti.

Ankara Padişah’ın gideceğini çoktan öğrenmişti. Haberi, Fehime Sultan’dan işiten, Sivas Kongresi baş aktörlerinden Chicago News muhabiri/ajanı Louis Edgar Browne uçurmuştu. Ankara padişahtan kurtulduğuna çok sevindi. Padişah’ı öldürmek veya mahkûm etmek uzun vadede aleyhte olurdu. Böylece artık atacağı radikal adımlarda kendisini daha rahat ve emin hissedecekti.

Bazı Ankara gazeteleri meseleyi sükûtla karşılarken, bazısı mevcut siyasi havaya uygun şekilde, Padişah’ı “suçlu, korkak ve hain” olarak vasıflandırmıştır. (Sanki başka imkân varmış gibi) İngiliz gemisiyle gitmesi bunun en büyük deliliydi! Halbuki Refet Bele bir yandan, ikili oynayan Tevfik Paşa bir yandan, ayrılması için Padişah’a az dil dökmemişti.

Bu işe en çok sevinen, başta İngiltere olmak üzere emperyalist devletlerdi. Ankara, sözde düşmanlarının elini bir defa daha güçlendirmişti. İngiltere neşesini temkini arkasına saklarken; Fransa memnuniyetini ilan etti.

İngiltere, Hicaz, Mısır, Filistin gibi müslüman memleketlerde yaşamak isteyen Padişah’ın taleplerini reddetti. İngiliz alicenaplığının! haddi bu kadardı. Üstelik Padişah’ın para kaynaklarını da bloke ederek elini bağladı. Bu da kendisinden çekindiğini; ayrıca Sultan’ın hiç de zannedildiği gibi işbirlikçi olmadığını göstermektedir.

Hâdise, dünya müslümanları tarafından hayret ve üzüntüyle karşılandı. Arap ulema ve basını, Padişah’ın İstanbul’u terk etmekte haklı olduğunu söyleyip yazdı. Hind Müslümanları, halifeliğin Şerif Hüseyn Paşa’ya devrine zemin hazırlamak üzere Padişah’ı İngilizlerin kaçırdığını açıkça dile getirdiler.

Padişah, İngilizlerin içyüzünü bilirdi ama, şimdi iyice anlamıştı. Halkın sadakatten vazgeçmeyeceğine, ortalık yatışınca, geri dönebileceğine yürekten inanıyordu. 1924 yılına kadar tahtını tekrar ele geçirmek için ümitsizce teşebbüs etti. Hilafetin kaldırılması ve hanedanın topyekûn sürgün edilmesi üzerine sukut-ı hayale uğradı ve tamamen inzivaya çekilerek 1926 senesinde yokluk içinde vefat etti.

Yastığının altından parasızlıktan alınamamış ilaç reçeteleri çıktı. Esnafa borç yüzünden tabutuna haciz konuldu; cenaze günlerce kaldırılamadı. Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları ile Mısır Prensi Ömer Tosun’un –İngilizlerin müsaadesi çerçevesinde-  yardımları ve kızlarının mücevherlerini satması sayesinde, borç ödenebildi.

Yeğeni Fethi Sâmi Bey’den işittiğime göre Sultan Vahîdeddin dermiş ki, “Devleti ve milleti sıyânet [korumak] için paratoner vazifesi gördük. Mukadderat böyleymiş.”

Ekrem Buğra Ekinci

PAYLAŞ