“Âlem-i Misâl” Var mıdır, Varsa Ne Demektir?
Hüseyin Avni Kansızoğlu Hocaefendi
اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىٰ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Bundan sonra…
İmam Allâme Fakih, Usûlî Büyük Sûfî Şeyh Ahmed Zerrûk (V:899) Kavâidü’t-Tasavvuf isimli kıymetli eserinin 208. Kaide’sinde şöyle diyor: “Tasavvuf ehline karşı yapılan inkârların beş sebebi vardır:
Birincisi: Yollarının üstünlük ve yüceliğine bakmak. Bu sebeble, (tasavvuf ehli olmakla bilinenler) şâyed bir ruhsata bağlanırlar, yâhud kötü bir edeb takınırlar, veyâhud bir işte tembellik gösterirler, veyâhud da onlardan bir noksanlık ortaya çıkar ise, onlara karşı çıkılır, bu yaptıkları inkâr edilir. Çünki temiz olan bir kimsede en az olan bir ayıb görünür. Kul da Allah Teâlâ’nın koruması ve muhâfazası olmadığı müddetçe ayıbtan boş kalmaz.
İkincisi: Dayandıkları esâsın incelik ve nâzikliği. İşte bundan dolayı, onların hallerindeki ilimlerine ayıblama gelmiştir. Çünki nefis önceden bilmediği şeylere karşı inkârda acelecidir.
Üçüncüsü: İddiâlar(ın)da bâtıl yol üzere olan kimselerin ve din karşılığı bir takım dünyevî bedellere tâlib olanların çok olması. Onlardan bir da’vâ ile görünen kimsenin hâlinin inkârının sebebi, (da’vasının) karışıklığı yüzünden, -her ne kadar o da’vâ hakkında bir delîl gösterse bile- işte budur.
Dördüncüsü:Avâmmın, Şerîatının zâhirine uymadan bâtına ittibâ etmekle sapıtmasından korkmak. Nitekim bu câhillerden birçoğunun başına gelmiştir.
Beşincisi: İnsanların kendi mertebe ve makamlarına olan şiddetli cimrilik derecesindeki tutkunlukları. Çünki hakîkatin ortaya çıkması, (kendince) ona lâyık olan, yâhud hakkı olarak görülen şeyi iptal edici bir husûstur. İşte bundan dolayı insanlar, başkalarının aleyhinde bulunduklarından daha çok sûfiyye aleyhinde bulunmuşlar, rütbe sâhibi olanlar başkalarından daha fazla onlara musallat olmuşlardır.
Sondaki beşinci sebeb dışında, anlatılan (inkâr) çeşitlerinin tamamının sâhibi, ya sevâb kazanır, yâhudda ma’zûr görülür. Allah en iyisini bilir.”[1] (Zerruk’dan Nakil Bitti.)
Âlem-i Misâl ne demektir, İslâm’da ve hakîkatte böyle bir âlem var mıdır? Âlem-i Misâl, Idée Pla toniques’i, Müsül-i Eflâtûniyye (Eflâtunculuğun misâlleri)ve A’yân-i Sâbite… Bunlar ne demektirler, aynı mıdırlar, yoksa ayrı ayrı şeyler midirler?
Bu tâ’bîrler de, benzeri niceleri gibi, sathî bakışların kurbanı edilerek aynı ve bir zannedilen ama farklı ma’nâlar taşıyan değişik ıstılâhlardır. Biz bu makalemizde in şâellâh sadece Âlem-i Misâl mes’elesini tahlîl edecek, A’yân-i Sâbite mevzûunu ise bir başka makaleye bırakacağız. Günümüzdeki bir takım ilim adamı iddiâsındaki ve pozlarındaki hakîkatte ilim ve Tasavvuf düşmanları bu Âlem-i Misâl’i dillerine dolamışlardır. Bu pek tabiî bir şeydir. Çünki, İmam Zerrûk rahimehullâh’ın Kavâid’inin 208. kâidesinin beşinci maddesinde de öz olarak ifâde ettiği gibi, onların derdi, nefis tatmin etme hesâbıdır. Kavgaları, gerçekte Allah’la, Resûlüyle, Sahâbeyle, Müctehid imâmlarla ve Evliyâullâh iledir. Bir yanda bu tipler kendilerine içirilen çorbaların hakkını vermeye gayret ederlerken, öte yanda ise hakîkaten Sünnet’in muhâfazası düşünce ve hamiyyetiyle -kanaatimizce- ikinci maddedeki sebeble buna karşı çıkan, ama hakikaten büyük olan bir zâtı da görüyoruz. Şarlatanlar kendi içlerinde hiç de mühim olmamakla berâber, bir ilim devinin şu husûstaki görüşleri tahlîl ve temhîsa fazlasıyla lâyıktır.
Büyük muhaddis, fıkıh ve kelâm üstâdı, asrının müceddidi, Muhammed Zâhid el-Kevserî rahime hullah, yine büyük muhaddis ve sûfî Veliyyullah ed-Dihlevî’yi önce son derece övdüğü, sonra çizgidışı kabûl ettiği bir takım görüşleri yüzünden kıyasıya dövdüğü, daha sonra da, bazı yanlışlıklarından dönmesi sebebiyle yine tezkiye ettiği yazısında şöyle diyor:
[“Onlardan (Dihlevî’nin yalnız kaldığı görüşlerinden) biri de, hadîslerin müşkilâtını (çözülmesi ve anlaşılması zor ibârelerini) Âlem-i Misâl diye isimlendirmekte olduğu bir âlemi hayâl etmek üzerine binâ edilen îzâh şekillerine bağlamasıdır ki, mutasavvifeden bazılarının Müsül-i Eflâtûniyye‘den alarak yapmış oldukları iddiaya göre, ma’nâlar o âlemde cisim hâline gelirler. Bu âlem, varlığı ne Şerîatte, nede akılda sâbit olmayan bir hayâldir. Bu yüzden, müşkilâtın halledilmesini bu âleme ihâle etmek, hayâle ihâle, hatta onları Âlem-Misâlin mechûllüklerine atmak sebebiyle, hadîslerin ma’nâ larını nefyetmek olur. Bununla beraber, bir şeyi birinci asırda birbiriyle konuşanların anlamayacağı ma’nâlara hamletmek, süzme ve katıksız bir ifsâd ve haktan sapmakdır. Artık, müşkilâtın çözülmesi için, isnâdlara ve râvîlerine, bir de sâlih imamlara göre mu’teber delâlet şekillerine bakmaktan başka bir çâre kalmıyor.”][2]
İmâm Kevserî rahimehullah, “Bununla beraber bir şeyi birinci asırdaki birbiriyle konuşanların anlamayacağı ma’nâlara hamletmek, süzme ve katıksız bir ifsâd ve haktan sapmakdır. Artık, müşkilâtın çözülmesi için, isnâdlara ve râvîlerine, bir de sâlih imamlara göre mu’teber delâlet şekillerine bakmaktan başka bir çâre kalmıyor”derken son derece doğru, mühim ve müdhiş bir hakîkati dile getiriyordu. Yalnız bu endîşesine ve derdine dayandırdığı, bunu esâs yaptığı önceki sözünde, yani “mutasavvi-feden bazılarının Müsül-i Eflâtû niyye‘den alarak yapmış oldukları iddiaya göre, ma’nâlar o âlemde cisim hâline gelirler. Bu âlem, varlığı ne Şerîatte, nede akılda sâbit olmayan bir hayâldir” şeklindeki ifâdelerinde haklı mıydı?.. Başka bir ifâdeyle, küllî teşhîsinde yerden göğe kadar haklı olmasının yanında, bu küll’ü, efrâdından saydığı sözünü ettiği ferde tatbîkinde isâbet etmiş miydi? Bildiğimiz kadarıyla O, bu hususta eserlerinin her hangi bir başka yerinde konuşmamış ve bir şey söylememiştir. Şâyet meseleye de ğişik yerlerde farklı zâviyelerden baksaydı ne demek istediğini daha bir iyi anlama şansını yakalayabilecektik. Yâhud mesnedlerini görüp belki de tatmîn olacaktık. Lâkin bunları biz bilmiyoruz. Öyleyse de dikleri karşısında mukâbil ve muârız deliller ile aşılmaz karînelere da yanarak tevakkufta, hattâ edeb dâ iresinde i’tirâzda bir nisbette ma’zûr sayılacağımızı düşünüyoruz.
Onunla alâkalı olarak sadece bir sempozyumda yarım kitâb say fası bile tutmayan bir mülâhazaya istinâd eden teblîğe şâhid olduk. Teblîğcide müzâkerecide şu satırları bir kelimeyle bile olsun ilmî nakil ve dirâyet ilâvesi olmaksızın nihâyet mertebede âfâkî olarak konuşarak sözlerine nokta koydular. Onlara ve o meclisin reîsine, meclis hitâmında bir iki kelime söy lemeye çalıştıysak da olmadı. Herkes meseleye yabancıydı. Aslın ve esâsın kabuğunu aşıp içine girmek şöyle dursun, dibinden bile geçilmemişti.
Asrının sâhâsındaki müceddidi İmâm Kevserî, -maksadı pek ulvî ve münâkaşa götürmez seviyede değerli ise de kanaatimizce- burada yanılmaktadır. Anlaşılan o ki, O bu meseleyi sathî bir nazarın ve lüğavî bir yakınlığın ötesinde bilmiyordu. Böylesi büyükleri hataya nisbet etmek, onlara, -bize nisbetle- ancak talebe olabilecek olanlardan sâdır olan -bir cihetiyle- sû-i edeb dir. Lâkin böyle bir hüküm vermekte, Ondan daha büyük olduğuna inandığımız imamların bu husustaki söyledikleri sözlerden kuvvet almaktayız. Bunun yanında da yine kendisinin son derece övmekte olduğu, devrinde Mısır müftîliği yapan Allâme Muhammed Bahît[3] rahimehullah’ın iki mes’elede ya nıldığına dâir sarf ettiği ifâdelerinden[4] cesâret almaktayız.[5]
Biz mes’elemize gelelim…
Mehmed Alî Aynî[6], Tasavvuf Târîhi[7]isimli eserinde, Eflâtun’ dan aktarma yoluyla şöyle diyor:
Eşyânın aslı ve zâtı mes’elesi, bu (Dialectique/iyalektik)/aklî na zarla delîl getirmeyle halledilebilir. Bu yolla ferdlerdeki ortak ve değişmez olan şey araştırılır, çokluktan tekliğe doğru kesintisiz sevk olunur. Hâricî hakîkatlerin ferdlerin den bazıları hisler ile bilindiğinden, bunlar nazar-ı aklî (dialectique) ile mukâyese olunur. Ortak ve sâbit olan cihetlerine bakılır. Ondan sonra bunlar müstakil, ayrı ve kendi başına var olan bir illete (varlık sebebine) nisbet olunur. Bu illete Idée/ideâ/[8] misâl ismi verilir.
Misâl ne Cinsdir, ne de Nev’ dir/türdür. Bu hem Cins’in ve hem Nev’in his/duyular üstü yani ma’ kûl/akılla bilinecek illetidir. Diyalek tik, Cins ve Nev’e bir hâricî hakî kat atfetmiyor; onlara başlı başına var olan varlıklar nazarıyla bakmıyor; yalnız onları ferdlerden ayırmakla iktifâ ediyor. Nev ve Cins’in üstünde âli ve bizâtihî kâim bir takım mebâdî/başlangıçlarve hakî katların mevcûd olduğuna hükmediyor ve bunların başka bir âlemde bulunduklarını söylüyor. Öyleyse Eflâtun’a göre âlem nedir? Âlem, ne Prutağuras’ın iddia ettiği gibi ihsâstan ibârettir, ne Eleâ filozoflarının kanaat getirdikleri gibi sâbit ve sürekli mevcûdla kâimdir. İlim, ma’kûl’u/akıl ile bilinebilecek şeyi vâsıtasız kavrayan ve mevzûu/sa hası ile tek bir şey olan akıldır. Bu halde ilim, Misâl’dir/ İdée’dir.
Acaba Eflâtun’un tasavvur ettiği bu Misâlin, bu ma’kûl’un mebdeinin/başladığı yerin mahiyet ve vazîfesi nedir? Tek başına alındığında, Misâl nedir? Hislerle (görme, duyma, dokunma, koklama ve tatma ile) bilinen âlem’e nisbetle Misâl nedir? Ondan evvel mücerred mi sâl/başka şeylerden soyunmuş ve kendi başına olarak misâl nedir?
Eflatûn diyor ki, hislerle bilinen âlemde her şey dâimî bir değişme ve bir halden başka bir hâle intikal hâlindedir. Her şey, tamam değil, eksiktir. Buna binâen mevcûdâtın en kâmil ve en tamam bazı üstün mebde’lere ihtiyâcları açıktır. Bu mebâdî misâllerden ibârettir. Meselâ insanın ve hayvanın imkân sahasına çıkabilmesi için Sermedî olan hakîkatler âleminde bir nümûnesi, bir misâli bulunması elzemdir. Birde, insan ve hayvân nümû nelerinin his ve şehâdet âleminde gördüğümüz insan veyahut hayvanda tamam olmayan bir sûrette gözüken vasıfları en tamam ve ekmel bir derecede hâiz olmaları îcâb eder. Bu yüzden varlığın sûretlerinin her nev’ine mahsus en kâmil nümûne fiilen o Misâl Âleminde mevcûddur. İşte insanın aslı ve zâtları bu misâllerden ibarettir. Eş ya o misâllere ortak olmaları sayesinde kendilerine mahsus olan mahiyeti kazanır. Fakat hem her mevcûdun ve hem hislerle bilinen varlıklardaki her üstünlüğün kaynağı ve başlangıcı olan misâlin mahiyeti nedir? Eflâtun’a göre misâl yalnız işler ve hadiselerde varlık kisvesine bürünen mücerred ve akîm olan bir başlangıç değildir. Misâl, bir maya bir cevherdir. Hakîkî var olan odur. Bunun sebebi şudur ki, varlıklara misâllere ortak oluşlarından kat’î nazar ederek başlı başına bakılırsa, bir hususi cevher, bir mayaya malik olmadıkları anlaşılır. Bunun delîli şudur ki eşya az çok zıtları kâbildir. Mesela aynı bir şey kıyaslanarak hem büyük hem küçük, hem güzel, hem çirkin, hem iyi, hem fenâ oluyor. Yalnız misâldir ki kendine zıt olan şeyi kabul etmez, bizâtihî büyük, bizâtihî güzel ve bizâtihî iyi vardır. Bu sebepledir ki bütünüyle eşyanın kendisiyle var olduğu şey ve kendi zatıyla hasıl olan L’essence/Misâldir. Binaenaleyh yegâne hakiki vücûdu olan şeyler ebedî ve sermedî olan misâllerdir. Diğer cüz’i eşya ise o nümûnelere göre varlık sûretine bü rünmüş şeyler olur. Ancak yalnız mesela bizâtihî insan gibi tabii cins lerin misâlleri değil, sun’i cinslerin de âlemi ezelde nümûneleri vardır. Faraza kullandığımız masanın Âlem-i Misâl’de birer nümûnesi yani bizâtihî masa vardır. Bundan başka küçüklük misâli, büyüklük misâli, denklik misâli, denk olmama misâli gibi nisbet ifade eden misâllerde vardır. Aynı şekil de güzellik, ilim, hak, hayır varlığı misâlleri de vardır.[9](Aynî’den Nakil Son Buldu.)
Yanlış yoldakilerin her dediklerinin yanlış olması lâzım gelmeyeceği gibi, onların, doğrularını da in kâr etmemiz îcâb etmez. Zîrâ, İbnü Ebî’d-Dünyâ, Mekâri-mu’l-Ahlâk’ında şöyle diyor:
“Denilirdi ki;
Ne kadar üstün seciyye-ahlak ve güzel iş varsa, onları, (insanlara), Allah celle celâlühû dîn ile ulaştırmıştır.”[10]
Şübhesiz ki, hak ve doğru söz de bunlara dâhildir. Allah celle celâlühû’ya isnâd edilen ve bir muhaddis tarafından kabûl gören şu söz, kuvvetle muhtemel hükmen merfû’ bir hadîs, veya Sünnet süzgecinden geçmiş ve o kanalla gelmiş, Eski Mukaddes Kitablar da geçen bir sözdür. Allahu a’lem. Dolayısıyla, en bâtıl felsefî görüşlerde ve sistemlerde bile, doğru bakıyye ve kırıntılar, ya tamâmen veya kısmen değiştirilmiş olarak veyâhud nâdiren de olsa hiç değiştirilmeden aslı gibi bulunabilir. Bu dediğimizin misâlleri muharref din lerde, hatta dinle alâkası kalmayan dünya görüşlerinde bile ziyâdesiyle vardır. Ancak, onlardan kalkarak değilde, Kitâb ve Sünnet’den hareketle ve onları toptan reddetme yerine, onlardada bulunan hikmetleri almak îcâb eder.
Hikmet mü’minin kaybettiği bir şeydir; onu nerede bulursa alır, sözünün hadîs olup olmadığı münâkaşasını bir yana koyacak olsak bile, -doğruluğuna her hangi bir kâfî mâni’ bulunup gösterilmedikçe- hemen inkâr edilmemelidir. Hatta belli şartlarda kabûl bile edilmelidir. Evet, kendi yerinde ve sâhâsında bulunmayan değerli şeyler çoğu kez sahtedir. Düşman elinde ve diyârında bulunan kıymetli eşya ekseriya bubi tuzağı olur. O sebeble, şu noktalarda gâyet temkinli ve ihtiyâtlı davranmak, akıl, firâset ve ilim îcâbıdır.
Şu husûsta müstakil olarak söylenebilecek daha bir takım şeyler varsa da, merhûm Süleymân Ned vî tarafından yazılıp, Ömer Rızâ tarafından Türkçeye çevrilen İslâm Târihi Asr-ı Seâ det’de[11] yazılanların bir kısmını bu raya almakla iktifâ edeceğiz. Zîrâ Nedvî, aşağıda da görüleceği, basîret ve insâf ehlince kabûl ve teslîm edileceği gibi, mes’eleyi birçok cihetiyle cidden iyi tahlîl etmiş ve zannımca nerdeyse geriye söylenecek bir söz de bırakmamıştır.
Süleymân Nedvî şöyle diyor:
Misâl Âlemi
Filozoflar hayat hakkındaki nazariyeleri itibariyle Vahdiyye (Monisme) ve Seneviyye (Düalisme) olarak iki mezhebe ayrılırlar.
Vahdiyye mezhebine mensub filozoflar kainatın bölünmez bir bütün teşkil ettiğini söylerler. Bu mezhebe mensub feylesoflar iki taifeye ayrılıyorlar.
- Maddeyi her şeyin başı kabul ederek akli melekeleri, hayatı, hikmeti ve onun tecellileri ve hâsse lerinden sayanlar. Bunlara maddeciler, materyalistler yahudda biatçılar (Naturalistler) de denilir. Diğerleri maddenin varlığını inkâr ederek, hakiki varlığın ruhtan ibaret ve madde âleminin bir vehim ve hayal olduğunu söylerler. Bunlara göre bütün kainat ruhun ve münhasıran ruhun tecellilerinden ibarettir. Bunlara ruhaniyyun diyebiliriz.
- Seneviyye’ye (Dualist’lere) gelince bunlar âlemin iki başlangıcı bulunduğunu söylerler. Madde ve ruh. Âlem bunların cilvegâhıdır. İslam feylesofları içinde ilim ve hikmetden başka marifet nurunu bulunduran bir mektep vardır. Bu mektep bu mes’eleleri nazar ve istidlal ile değil, zevk ve irfan ile hâlleder. Bunlara göre üç âlem vardır:
(1) Cesetler âlemi, yahud şehâdet âlemi (maddi âlem),
(2) Ruhlar âlemi, veya ğayb âlemi bu âlem maddeden âzâdedir.
(3) Misâl Âlemi, yahud berzah âlemi, bu âlemde cesetler ve ruhlar âleminin kanunları birlikte cereyan eder. Madde âleminin eşyası bu âleme vardığı zaman maddeliğinden kurtulur. Ruhlar âleminin maddi olmayan mevcûdâtı/ varlıkları ise orada cesetleşip cisimleşerek görünür.
İmâm Rabbânî, Mektubât’ında diyor ki;
Mümkinat/varlıklar âlemi üç kısımdır: Ruhlar âlemi, Misâl Âlemi, Cisimler âlemi.
Misâl Âlemine berzah da denir, çünki ruhlar âlemiyle cesetler âleminin arasındadır. Ruhlar âlemiyle cesetler âleminin ma’nâlar ve hakikatleri latîf sûretlerle Misâl Âlemine bir ayna gibi akseder, yansır. Orada ma’nâ ve hakîkatin müstakil ve münâsib bir sûreti vardır. Gerçekte bu berzah âleminde hiçbir şekil ve sûret yoktur. Orada sûretlerle şekiller diğer âlemlerden akseder. Berzah âlemi bir ayna gibidir, aynanın içinde hiçbir sûret yoktur. O yalnız dışarıdaki sûretleri gösterir.[12]
Bazı zatlar bu İslam feylesoflarının Âlem-i Misâl’i ile Eflâtun’un Müsül’ini/idéa’larını karıştırırlar. Halbuki Eflâtun Vahdiyyûn’dan idi. Bu âlem ile sâir âlemlerin bir başlangıcı bulunduğuna (kadîm olmadığına) kani olanlardandı. Bunların nazariyeleri bu hislerle bilinen âlemdeki her şeyin teker teker müşahhas olduğudur. Herkesin nefs-i küllî yahud nev’i mutlak hâriçte mevcûd değildir. Mesela bunlara göre ‘bir adam gülüyor,’ ‘bir at kişniyor,’ ‘köpek havlıyor’ denildiği zaman mevzubahis ettiğimiz ferd belli bir insan, belli bir at, belli bir köpek değildir. Bütün beşer nev’i yahud at veya köpek nev’idir. Küllî insan yahud mutlak at nev’i veya mutlak köpek nev’i bizim âlemimizde mevcûd değildir. Başka bir âlemde mevcûddur. Küllî insanın yahut köpek veya at nev’inin bulunduğu bu yer neresidir. Bu suale verilen umumi cevab, bunların bizim beynimizde mevcûd olduklarıdır. Fakat bizim sınırlı olan beynimiz bütün âlemi içine alamaz. Bundan dolayı Eflâtun gibi Vahdiyyûn’dan olan filozoflar nev’iler ve küllîlerin yaşadığı başka bir âlem bulunduğunu, bu âlemin A’yân-i Sâbite yahut ilk nümûneler (nemâzic-i ûlâ) âlemi olduğunu söylerler. Biz bu dünyada bu A’yân-i Sâ bite’nin gölgelerini görüyor ve onlara efrad veya cüz’iyat namını veriyoruz. Bu nev’ilerin asıl varlığı Müsül veya A’yân-i Sâbite âlemindedir. Bu feylesoflar, bunu îzâh için A’yân-i Sâbite âleminde nev’i lerin, bu âlemdeki eşya için birer kalıp teşkil ettiğini, herşeyin bu kalıplara göre îcâd edilerek ferdler ve cüz’iler halinde bu âleme gönderildiğini, bu âlemdeki her şeyin asıl kendi nev’inin bir gölgesi veya izi olduğunu iddia ederler. Bu nev’ler den her birinin nev’le alakalı bir rûhu vardır. Bu rûh onun ilâhıdır. Ona nev’in rabbi derler.[13]
Eflâtun’un âlem-i misâli budur. Halbuki bahis mevzuu ettiğimiz Misâl Âlemi bambaşkadır. Misâl Âlemini kabul edenler, yukarıda söylediğimiz gibi cesetler, ruhlar âlemlerine inanırlar. Misâl Âlemi cesetler ile ruhlar âlemine ait kanunların bir araya geldiği yerdir. Misâl Âleminde ruhlar mücessem yani cisimleşmiş olarak görünür. Maddi eşya başka bir münâsib sûret alır. Mesela hayat, ölüm, ma’rifet, hikmet gibi mücerred kıymetler orada cisim halini alır. Melekler ve ruhlar orada bir cisimle görünür. Misâl Âlemi rüyalar gibidir. Rüyada da rûhani birçok şeylerin cisim haline geldiğini, maddi şeylerin başka sûretler aldığını görürüz. İlim sahipleri bu rüyaları ta’bîr ederler. Meselâ, rüyada, ilim bir deniz, hiddet bir ateş, cesaret bir arslan gibi görünür. Basîret sahipleri derhal bu gibi şeylerin hakiki ma’nâsını anlarlar.
Misâl Âleminde canlı bir mev cûd yoktur. Orası ancak ruhlar âle miyle cesetler âleminin ma’nâlarını ve hakîkatlerini aksettiren bir aynadır. Basîret sahipleri ruhlar ve cesetler âlemlerinin sûret ve şekillerini görürler. İslam feylesofları arasında bu fikir ve bu nazariyeyi ileri süren ilk zat İmâm Gazâlî’dir.[14] Yalnız Gazâlî âlem kelimesini kul lanmaz, vücûd kelimesini kullanır. Ve bu âleme misâller vücûdu der. Bu âlemin varlığını isbat için takdim olunacak yegane delîl onun varlığına dair bir takım ihsaslar ve tasavvurlarımız(ın) bulunmasıdır. Bizim hissettiklerimiz ve bildiklerimiz dimağımızda mahfuzdur. Nasıl gelişi güzel eşyanın harici varlığını inkâr edemiyorsak dimağımızdaki bu ihsaslarıda inkâra imkan yoktur. Halbuki bu ihsasların fikri varlığını gözle görmüyor, kulakla duymuyor, dokunma, koklama veya tatma hissimizle anlayamıyoruz. Gazâlî bu esaslar üzere varlığı üç kısma ayırmıştır. Hislerle alâkalı vücûd, akılla alâkalı vücûd ve hayâli vücûd.
İmâm Gazâlî Hayâlî Vücûd‘u şu şekilde tarif ediyor.
Hayâli vücûdun manası lisân-ı halin bir temsîl gibi his olunması ve müşâhede edilmesidir. Bu Enbi-yâ’nın hal ve şânına layıktır. Bununla rüya arasındaki farkı gösterebiliriz. Rüyalarda (lisân-ı hal/hal dili) Peygamberlerden başka sâir insanlar tarafından görülür; sâir insanlarda rüyalarda bir takım sesler duyarlar. Mesela insan rüyasında deve ile konuştuğunu, yahud atının kendisine söz söylediğini, yahud bir ölüden bir şey aldığını veya (ona) bir şey verdiğini, yahud parmağından bir ay doğduğunu, yahud tırnağının bir kaplana çevrildiğini görebilir. Alelâde insanların rüyalarında gördükleri bu şeyleri, nebîler uyanıklık halinde görürler. Bu hayvanlar onlarla uyanıklık halinde konuşur. Uyanıklık halinde bunları gören bir adam için, hayâli kelam ile dille konuşulan kelam arasında bir fark yoktur. Alelâde insanlar ise rüyadan uyanmakla bir lahza evvel gördükleri şeylerin yok olduğunu görürler.
(Tam Velîlik) makamına yükselen insanlar, yalnız bu temsîlleri görmekle kalmaz, isterse bunları başkalarına da gösterirler. Bu gibi adamlar, hâiz oldukları rûhâni kuvvet dolayısıyla kendilerini dinleyenlere de gördüklerini göstermeye muktedîr olurlar.[15]
İmâm Gazâlî İhya-i Ulûm isimli eserinin Kabir Azâbı bölümünde bu noktayı açıklar.
Muhaddislerin imâmı Hattâbî Meâlimu’s-Sünen isimli eserinde bu gizli manzaralara (rüya) der. Malesef İmâm (Hattâbî)nin hiçbir eseri bize intikal edememiştir.[16] Yalnız İbn-i Hacer, Buhârî şerhinde Şerîk İbnü Abdullah’ın Mi’rac esnasında Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve selem)’in ilahi yakınlığa nâil olduğunu ifade eden hadîsini naklederken şu mütâlealarını naklediyor:
Bu hadîsten yalnız bu kadarı kendisine ulaşan ve diğer kısmını bularak onu Mi’rac kısmının başına ve sonuna eklemeyen bir kimse belki şübheye düşer ve hadîsin ma’nâsını anlamaz. Buna karşı belki hadîsi kökünden reddeder. Yahud, Allah azze ve celle’ye cisim isnâd etmek gibi bir hatâya düşer. Halbuki bu iki hareket çizgisi de doğru değildir. Fakat hadîsin bir kısmını diğer kısmıyla birlikte okuyan onun bütün müşkilâtını yokettiğini görür. Hadîsin başındada sonunda da onun rüya olduğu açıkça ifade ediliyor. Hadîsin başında ve hüve nâimun (=uykuda iken), sonunda da isteykaza/uyandı, deniliyor. Bazı rüyalar temsîlîdir. Rüyalar nasıl açıklanırsa bu tür rüyalar da öylece açıklanır. Bazı rüyalar da tabire muhtaç değildir. Çünki müşâhede/gözle görme gibidir.[17]
İmâm Hattâbî’den sonra Şeyhu’l-İşrak bu rüya ile alakalı hâllere âlem demiş ve onları vasfet meyeçalışmış ise de bunu Eflâtun’un Müsül Âlemi ile karıştırmış, Süyûtî de bazı eserlerinde bu fikri tervîc etmiştir.
Şair Hâfız Şirâzî de;
Âlemi hest ki in âlem ez an timsaliyest, demiştir.
Yani, âlem vardır ki, bu âlem onun timsâlidir.
Bu fikrin Nakşibendî Tarîka-ti’ne ne zaman girdiğini bulamadık. Fakat bu nazariyenin İmâm Rabbânî’denevvel bu tarikata girdiği açıklık kazanıyor. Çünki İmâm Rabbânî onu eserlerinin birçok yerlerinde zikrettiği gibi, Müceddidiyye namıyle tanınan takibçileri de bu nazariye[18] üzerinde fazla ısrar etmişlerdir.
Kelâm âlimleri içinde bu nazariyeyi kelam ilmine ilk tatbik etmeyi düşünen zat İmâm Rabbânî’nin tâlebelerinden Hindistan’lı Molla Bedreddîn’dir. Molla Bedreddîn üstadı na yazdığı mektupta diyor ki: Kabir azâbı misâl âleminde medyana gelir. Bu azâb rüya içinde duyulan azâb gibidir. Yani temsîlîdir. İmâm Rabbânî, buna mukabe le ederek şu sözleri söylemiştir: Eğer bu mütaleayı kabul edersen, onu ziyadesi ile genişletmek ve onu birçok fer’î mes’eleye taksim eylemen mümkin olur.[19]
Şah Veliyyullah, Hücce-tu’lla hi’l Bâliğe isimli eserinde bu dağınık fikirlere muntazam bir şekil verir ve Misâl Âlemi için bir bahis ayırarak onun usul ve fürûunu mevzu bahis eder. Mes’eleyi açıklamış olmak için biz de bu bölümü buraya naklediyoruz:
(Şah Veliyyullah, Hüccetu’l-la hi’l-Bâliğa’de şöyle diyor):
Bil ki, birçok hadîslere göre varlık içinde maddi olmayan bir âlem vardır. Orada ma’nâlar, sıfat bakımından kendine münâsip sûretlerle bir misâle girer. Eşya, yeryüzünde vücûd bulmadan evvel orada tahakkuk eder. Eşya vücûd bulunca birer ma’nâ ile hüvviyyet kazanır. Amme’ye(=insanların ço ğuna) göre, cisimsiz tanınan bir çok eşya bir yerden bir yere intikal eder. Bir yerden bir yere iner de onları herkes görmez.
Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
(1)-“Cenab-ı Hak rahmi/akrabalık bağını yarattığı zaman rahm[20] kalktı ve dedi ki: Ya Rabbî burası (akrabalık bağını) koparmaktan sana sığınanların iltica ettiği yerdir.”[21]
Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
(2)-“Kıyamet günü Bakara suresi ile Âl-i İmran suresi iki bulut veya iki gölge gibi veya bir sürü kuş gibi gelerek kendi ehilleri-ni(kendilerini okuyup onlarla amel edenleri) müdafaa ederler.”[22]
Yine Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
(3)-“Kıyamete bütün ameller gelir. Evvela namaz, sonra sadaka, Sonra oruç gelir. ”[23]
Yine Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
(4)-“Ma’rûf ile münker Kıyamet günü herkese karşı dikilir. Ma’rûf herkesi müjdeler; münker, benden uzaklaşınız, der. Fakat hepsi ondan ayrılamaz.”[24]
Yine Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
(5)-“Kıyamet günü Cenab-ı Hak günleri (kendi heyetleriyle) olduğu gibi bir araya toplar. Yalnız Cum’a, parlak ve güzel olarak gelir.”[25]
Yine Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
(6)-“Dünya kıyamet günü çirkin, dişleri morarmış, yüzüne bakılmaz bir kocakarı gibi diriltilecektir.”[26]
Yine Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
(7)-“Siz benim gördüğümü görebilir misiniz? Ben, evlerinizin için de fitne yerlerini, yağmurları gördüğüm gibi görüyorum.”[27]
Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem İsrâ hadîsinde buyurdu:
(8)-“Dört nehir gördüm: İkisi zâhir, ikisi bâtın, Cebrâil’e bunlar nedir? dedim. (Cibrîl de), Bâtın olanlar cennettedir. Zâhir olanlar Nil ile Fırat’tır, dedi.”[28]
Küsûf namazına ait hadîste,
(9)-“Bana Cennet ile Cehennem tasvîr olundu.”
Bir rivayete göre bu hadîste,
(10)-“Cennet ve Cehennem, benimle kıblenin duvarı arasında bana tasvîr olundu.” [29]
Aynı hadîste,
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in cennetten bir salkım koparmak için elini uzattığı, Cehennemin karşısında hararetten gerilediği, Cehennemde hacıların mallarını çalanı, kedisini ölünceye kadar bağlayan kadını, Cennette köpeğe su veren fahişeyi gördüğünü, söylemiştir.
Ve yine,
(11)-“Cennetin istenmeyen ve hoşlanılmayan şeylerle, Cehennemin de nefsin şiddetle arzu ettiği şeylerle çevrilmiş ve örtülmüş oldu ğu”nu söyledi. [30] Cibrîl’e ikisine de bakmasını emretti
Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem’in diğer bir hadisinde,
(12)-“Belâ iner, dua onu defeder,” deniliyor.[31]
Yine Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
(13)-“Cenab-ı Hakk aklı yarattı. Ona, gel, buyurdu. O da geldi. Sonra ona git, buyurdu. O da gitti.”[32]
Yine Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
(14)-“Ölüm bir koyun gibi getirilerek cennet ile cehennem arasında kesilecektir.”[33]
Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Meryem’den bahs olunurken,
“O’na elçimizi gönderdik, o da ona tam bir insan şeklinde temessül etti” buyrulmaktadır.[34]
Yine hadîste rivâyet olunduğuna göre,
(15)-Hazreti Cibrîl Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem’e görünür, Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem onunla konuşur, fakat başkaları onu görmezlerdi.[35]
Diğer hadîslere göre,
(16)-“Kabir yetmiş arşın kadar açılır,”[36]
Yahud,
(17)-“Kâfire kabri adamın kaburgaları birbirine girene kadar daraltılır.”[37]
(18)-“Melekler kabre gelerek sual sorarlar.”[38]
(19)-Ölünün ameli gözünün önüne gelir.[39]
(20)-“Melekler ölüye ellerinde ipekler veya sert bezlerle gelir.”[40]
(21)-“Ölünün cesedini demirden topuzlarla vurur, ölü meşrıktan mağribe kadar duyulan feryatlar çıkarır.”[41]
(22)-“Kâfire doksan dokuz yılan musallat olur. Bunlar onu kıyamete kadar sokar ve parçalar.”[42]
Elhâsıl bu hadîsler gayet çoktur. Bu hadîslere dikkat eden insan üç şık karşısında kalır: - Onların zâhirini kabul ederek yukarıda anlattığımız âlem(-i misâl)’i isbat etmek. Hadîs âlimlerinin kâidesi de budur. Süyûtî de buna dikkat çekmiştir. Ben de o fikirdeyim.
- Yahud bu vâkıalar onlara ma’rûz olanın cinsinden hâriç değilse de onun cinsine görülür. Gözüne temessül eder, denilir. Abdullah İbnü Mes’ud da o gün sema apaçık bir dumanla gelir.[43] âyeti celîlesini tefsîr ederken insanların kıtlığa ve kuraklığa uğrayarak açlıktan gökyüzünü dumanlaşmış göreceklerini beyan eder.
- Yahud bunların başka ma’nâlarını anlatmak için bir takım temsîller olduklarını söyler. İmâm Gazâlî kabir azabından bahsederken bu üç makâmı anlatmış ve ‘bu hadîslerin sahîh olan zâhiri ve gizli olan sırları vardır. Fakat bu sırlar basîret sahiplerine aşikardır. Bu hakîkatler kime açılmazsa o hadîslerin zâhirlerini inkâr etmemelidir,[44] çünki îmânın en aşağı derecesi teslim olmak ve tasdîk etmektir,’[45] demiştir.
Bundan sonra, Şah Veliyyullah eserinin diğer fasıllarında vahy’i, mi’rac’i, melâike’yi görmeyi, nebîler ile karşılaşmayı, beratı, sidret’ül müntehâ’yı, ve bunlara ben zer hâdiseleri misâl âlemiyle temas ettirerek izah eder. Rüya âlemine tahsis ettiğimiz fasılda buna dair ma’lûmat vereceğiz.
Bütün bu nazariyeleri tetkîk ettikten sonra, delîlleri ve bürhanları anlamaktaki müşkilât/zorluklar açıklık kazanır. Her nazariye sahibi kendi tecrübelerine ve mülâhazalarına dayanarak bir nazariye ortaya koymuş, onunla tereddüt içerisindeki dimağını hayretteki kanaatini takviye etmek istemiştir. Yoksa şâhidle ğaibe, görünenle görünmeyeni, idrak edilebilen şeylerle idrake dilemeyecek şeyleri madde âleminin kanunlarıyla rûhâni âlemin hakîkatleri ve husûsiyetlerini bulmağa teşebbüs etmek imkânsızdır. Hiçbir kimse bu dünyevî hikmetle bu bilmeceyi ne çözebildi, ne de çöze bilecektir.[46](A.Seadet’ten Nakil Bitti.)
——————————————————-
Netîce
——————————————————-
Netîce olarak, diyebiliriz ki;
Nassla açıkça, veya delâlet, yahud işâret veyahud da iktizâ yoluyla Kitab ve Sünnet’de yer alan bir çok hâkîkati, muharref kitablardaki ve felsefî ekollerdeki ibârelerle olan kısmen veya tamamen şeklî benzerlikler bulundurması yüzünden reddetmek, ilim ve fikir adamlığıyla bağdaşmaz. Evet, bu hususta çok dikkatli olmak zorundayız. Ancak, sünnet edeceğimiz çocuğun, sünnet uzvunun kesmemiz îcâb eden parçasını mutlaka kesip atacağız; ama, îcab edenden fazlasını değil… Tamâmını ise asla kesmeyeceğiz…
وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَينَ
[1] İmâm Zerrûk Ahmed İbnü Ahmed el-Bernesî el-Mağribî, Kavâidü’t-Tasavvuf:274-275, Dâru’l-Beyrûtî, Dimaşk,1. Tab’ hc.1424, M:2004
[2] Kevserî, Husnü’t-Tekâzî: 98, el-Mek tebetü’l-Ezheriyye -Mısır.
[3] Kevserî’nin devrinde ve daha önce Mısır’da müftîlik yapan, Nihâyetü’s-Sü’l” isimli usûl kitabı üzerine üzerinde kıymetli bir hâşiyesi ve daha nice kıymetdâr eserlerin sahibi…
[4] Kevserî, el-İşfâk (El-Fıkh ve Usûlü’l-Fıkh” içinde): 284-286, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2004, Beyrût-Lübnân
[5] İmâm Kevserî, “el-İşfâk” isimli kıy metli eserinin sonunda “fetvâ vermek husûsunda bir söz” başlığı altında yazdığı dört buçuk sayfalık nefîs yazısındaŞeyhMuhammedBahîtrahimehullah’ı,“asrının fakîh-lerinin şeyhi”vasfınalâyıkgörerekyarımsayfada överken (284), bir buçuk sayfa sonra, kadın boşama mevzuunda sarfedilen(على الطلاق ان فعلت كذا)/aleyye’t-talâku in fealtü kezâ”(=şöyle yaparsam, boşama bana vâcib olsun”) sözü ve “fotoğraf makinesi ile resim çekmek” husûslarında yazdığı risâlelerdeki kanaat ve fetvâlarında hata ettiğini, fakatbuikihatasınınüstünisâbetve doğruları içinde kaybolduğunu söylemektedir. (286, )
[6] Osmanlı Dârü’l-Fünûn müderrislerinden… “Felsefe” ve “nazarî tasavvuf” mevzûlarında mâhir ve mütebahhir bir zat idi. Lâkin Cumhûriyet devrindeki ma’lûm imtihanda sergilediği manzara ise cidden ibret vericiydi…
[7] “Tasavvuf Târîhi” Vatan Matbaası, İstanbul-1341
[8] [Fransızca “Idéa” kelimesinin şimdiki ma’nâsı fikir ve tasavvurdur ki, hari cde var olan bir şeyin zihindeki sûretinden ibârettir. Eflâtun’un “Ayde â”sına gelince, bunun Yunancadaki ma’nâsı “kalıb”, “misâl” demektir. Eflâtun’un dünyadaki gördüğümüz mad dî şeyler gibi tasavvur ettiğimiz aklî şeylerin dahî Âlem-i Ezel’de hakîkî ve Sermedî bir misâlleri, nümûneleri vardır ki, onlar sâbit ve değişmezdir. Dünyâdaki eşyâ onların tamam olmayan fânî birer gölgesi hükmündedirler, dedi. İslâm Filozofları Idée Pla tonigues’i “Müsül-i Eflâtûniyye” (Eflâtunculuğun misâlleri) diye tercüme etmişlerdi. M.A. Aynî]
Bu ifâdeler, Sûfiyye’nin A’yân-i Sâbite ta’bîriyle anlatmak istedikleri, “eşyânın ilm-i ilâhî’deki vücûdu” (var oluşu)manâsında ise -ki öyle benziyor- ortada akıdevî bir müşkil/ problem yoktur. Kabûlüne de, aklî ve naklî hiç bir mâni’ görmüyoruz. Lâkin o takdîrde, Eflâtun’un şu dedikleriyle Sûfiyye’ nin muhakkıkları ve bir takım ehl-i hadîs tarafından sözü edilen ve kullanılan “Âlem-i Misâl” ifâdesinin hiçbir alâkası görünmemektedir…
[9] Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, 113, 114, 115, Vatan Matbaası, İstan bul-1341
[10] İbnü Ebî’d-Dünyâ, Mekârimu’l-Ah lâk:44,D. Kütübi’l-İlmiyye, 1989, Beyrut-Lübnân
[11] İslâm Târihi, Asr-ı Seâdet: 3/1117-1126, Âmedî Matbaası, 1928
[12] (İngiliz psikoloji âlimlerinden Mister J.A.Hadefild psikoloji ve ahlak isimli eserinde rüya ile ta’bîrinden bahsederken der ki: şuur dışı halleri incelemenin adet edinilen bir yolu rüyaları tahlil etmektir. Söz nasıl şuurun diliyse, rüyalar şuur dışılığın dilidir. Ömer Rıza)
[13] Mütercim Ömer Rıza Doğrul, “bu ruh, o nev’in ilahıdır” şeklindeki tercümeyi mes’eleye olan vukufsuzluğu yüzünden yanlış yapmıştır. Nitekim ilerideki cümle “ona nev’in rabbi derler” şeklindedir ki ibârenin doğru tercümesi budur. Buradaki “Nev’in rabbi” yani “türün rabbi” demek, “türün mürebbisi/terbiyecisi” demektir. Hâsılı, Ömer Rıza “rab” kelimesini “ilâh” olarak tercüme etmekle affedilmez bir hata yapmıştır.
[14] İmâm Gazâlî Kur’âni ifadeyle bir “hakîm” ise de “filozof” diye tercüme edilen “hakîm”likle alakası olmayan bir müctehid ve âriftir; o yüzden Ona filozof vasfının yakıştırılması isabetsizdir.
[15] İmâm Gazâlî’nin (el Maznun b. Ali… isimli eserinden.) Bu eseri bilmiyoruz; varsa da elimizde bulunmamaktadır.
[16] Süleyman ed-Nedvî’ye intikal edememiştir. Oysa, İmam Hattâbî’nin Meâlimu’s-Sünen’i ve dua ile isimli eseri gibi eserleri basılmışdır ve erbâbınca bilinip okunmaktadır.
[17] Fethu’l-Barî, Cild 13, Sahife 403
[18] Bunun içün Tatbîkî/pratik yanı hâsıl olmamış, veya hâricde henüz vücûd bulmamış ve hâlen fikrî bir hahsûl ola rak duran ma’nâsında olan ‘Naza riyye’ tabirini kullanmak kanaatimizce doğru değildir. İllâ da bir isim yakıştıracak isek “Emr-i Vicdânî” veya “Emr-i Şuhûdî” demek daha münâ sib düşer. Bilmiyoruz, belki Nedvî merhûm da böyle bizim dediğimiz gibi, belki de buna yakın başka bir isim lendirmeye gitti de Ömer Rızâ onu ‘Nazariyye’ şeklinde tercüme etti. Çünki zamanı böylesi bir özenti zamâ nı, kendi de bu yolun yolcusu idi.
[19] Mektubat-ı İmâm-ı Rabbani, Cild 3.
[20] Bu iki yerde hadîsin aslındaki (رحم)/“rahm”in Ömer Rıza tarafından “rahmet” diye tercüme edilmesi bizce fâhiş bir hata ve isabetsiz bir tercüme dir. Doğrusu “rahm”i şeklinde olmalıdır ki, “akrabalık” ma’nâsındadır.
[21] Buhârî (5987)
عن ابي هريرة قال قال رسول الله صلع ان الله تعالى خلق الخلق حتى اذا فرغ قامت الرحم فقالت هذا مقام العائذ بك من القطيعة
[22] Ahmed (22057), Müslim (804), İbnü Hibbân (116), Taberânî (7542, 7543), Hâkim (1/564)
عن أبي أمامة قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم تعلموا القرآن فإنه يأتي يوم القيامة شافعا لأصحابه وعليكم بالزاهراوين : البقرة وآل عمران فإنهما تأتيان يوم القيامة كأنهما غمامتان أو كأنهما غيايتان أو فرقان من طير تحاجان عن أصحابهما وعليكم بسورة البقرة فإن أخذها بركة وتركها حسرة ولا يستطيعها البطلة )
[23] Ahmed (8727), Ebû Ya’lâ (6203) ve Taberânî, el-Evsat (Mecmau’z-Zevâid: 10/345)
أَبُو هُرَيْرَةَ، إِذْ ذَاكَ، وَنَحْنُ بِالْمَدِينَةِ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم: تَجِىءُ الأَعْمَالُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، فَتَجِىءُ الصَّلاةُ فَتَقُولُ: يَا رَبِّ، أَنَا الصَّلاةُ، فَيَقُولُ: إِنَّكِ عَلَى الخَيْرٍ، فَتَجِىءُ الصَّدَقَةُ، فَتَقُولُ: يَا رَبِّ، أَنَا الصَّدَقَةُ، فَيَقُولُ: إِنَّكِ عَلَى خَيْرٍ، ثُمَّ يَجِىءُ الصِّيَامُ، فَيَقُولُ: أَىْ يَا رَبِّ، أَنَا الصِّيَامُ، فَيَقُولُ: إِنَّكَ عَلَى خَيْرٍ، ثُمَّ تَجِىءُ الأَعْمَالُ عَلَى ذَلِكَ، فَيَقُولُ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ: إِنَّكَ عَلَى خَيْرٍ، ثُمَّ يَجِىءُ الإِسْلاَمُ، فَيَقُولُ: يَا رَبِّ أَنْتَ السَّلاَمُ، وَأَنَا الإِسْلاَمُ، فَيَقُولُ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ: إِنَّكَ عَلَى خَيْرٍ، بِكَ الْيَوْمَ آخُذُ، وَبِكَ أُعْطِى، فَقَالَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ فِى كِتَابِهِ: {وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِى الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ} [آل عمران].
[24] Ahmed (19379), Bezzâr (Keşfu’l-Es
râr:3296) vd.
عَنْ أَبِي مُوسَى، أَنّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ والذى نفس محمدان الْمَعْرُوفُ وَالْمُنْكَرُخليقتان يُنْصَبَانِ لِلنَّاسِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ،فَأَمَّا الْمَعْرُوفُ فَيَعِدُ أَهْلَهُ الْجَنَّةَ وَيُبَشِّرُهُمْ، وَأَمَّا الْمُنْكَرُ فَيَقُولُ لأَهْلِهِ: إِلَيْكُمْ إِلَيْكُمْ فَلا يَسْتَطِيعُونَ لَهُ إلا لُزُومًا”
[25] Hâkim (1/277)
عن أبي موسى الأشعري قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم إن الله يبعث الأيام يوم القيامة على هيئتها ، ويبعث يوم الجمعة زهراء منيرة ، أهلها يحفون بها كالعروس تهدى إلى كريمها ، تضيء لهم ، يمشون في ضوئها ، ألوانهم كالثلج بياضا ، وريحهم يسطع كالمسك ، يخوضون في جبال الكافور ، ينظر إليهم الثقلان ، ما يطرقون تعجبا ، حتى يدخلوا الجنة ، لا يخالطهم أحد إلا المؤذنون المحتسبون
[26] Beyhakî, Şuab (10671)
قال ابن عباس يؤتى بالدنيا يوم القيامة في صورة عجوز شمطاء زرقاء أنيابها بادية ، مشوه خلقها
27-Buhârî (7060)
إ أُسَامَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ أَشْرَفَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَى أُطُمٍ مِنْ آطَامِ الْمَدِينَةِ فَقَالَ هَلْ تَرَوْنَ مَا أَرَى ِنِّي لَأَرَى مَوَاقِعَ الْفِتَنِ خِلَالَ بُيُوتِكُمْ كَمَوَاقِعِ الْقَطْرِ
28 Buhârî (3207), Ahmed (17761)
ثُمَّ رُفِعَتْ لِي سِدْرَةُ الْمُنْتَهَى فَإِذَا وَرَقُهَا مِثْلُ آذَانِ الْفُيُولِ وَإِذَا نَبْقُهَا مِثْلُ قِلَالِ هَجَرَ وَإِذَا أَرْبَعَةُ أَنْهَارٍ يَخْرُجْنَ مِنْ أَصْلِهَا نَهَرَانِ ظَاهِرَانِ وَنَهَرَانِ بَاطِنَانِ فَقُلْتُ مَا هَذَا يَا جِبْرِيلُ قَالَ أَمَّا النَّهْرَانِ الظَّاهِرَانِ فَالنِّيلُ وَالْفُرَاتُ وَأَمَّا الْبَاطِنَانِ فَنَهَرَانِ فِي الْجَنَّةِ قَالَ فَأُتِيتُ بِإِنَاءَيْنِ أَحَدُهُمَا خَمْرٌ وَالْآخَرُ لَبَنٌ قَالَ فَأَخَذْتُ اللَّبَنَ فَقَالَ جِبْرِيلُ أَصَبْتَ الْفِطْرَةَ
[29]Buhârî(7089)
عَنْ أَنَسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ سَأَلُوا رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَتَّى أَحْفَوْهُ الْمَسْأَلَةَ فَغَضِبَ فَصَعِدَ الْمِنْبَرَ فَقَالَ لَا تَسْأَلُونِي الْيَوْمَ عَنْ شَيْءٍ إِلَّا بَيَّنْتُهُ لَكُمْ فَجَعَلْتُ أَنْظُرُ يَمِينًا وَشِمَالًا فَإِذَا كُلُّ رَجُلٍ لَافٌّ رَأْسَهُ فِي ثَوْبِهِ يَبْكِي فَإِذَا رَجُلٌ كَانَ إِذَا لَاحَى الرِّجَالَ يُدْعَى لِغَيْرِ أَبِيهِ فَقَالَ يَا رَسُولَ اللَّهِ مَنْ أَبِي قَالَ حُذَافَةُ ثُمَّ أَنْشَأَ عُمَرُ فَقَالَ رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ رَسُولًا نَعُوذُ بِاللَّهِ مِنْ الْفِتَنِ فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَا رَأَيْتُ فِي الْخَيْرِ وَالشَّرِّ كَالْيَوْمِ قَطُّ إِنَّهُ صُوِّرَتْ لِي الْجَنَّةُ وَالنَّارُ حَتَّى رَأَيْتُهُمَا وَرَاءَ الْحَائِطِ
[30] Ahmed (8922, 1249713963, 13605), Müslim (2822), Tirmizî حقتlafzıyla
عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حُفَّتْ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتْ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ
[31]Hâkim (1/492)
عن عائشة ، رضي الله عنها ، قالت : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم : « لا يغني حذر من قدر ، والدعاء ينفع مما نزل ، ومما لم ينزل ، وإن البلاء لينزل فيتلقاه الدعاء فيعتلجان إلى يوم القيامة » « هذا حديث صحيح الإسناد ، ولم يخرجاه »
[32]Taberânî, el-Kebîr (8086)
عَنْ أَبِي أُمَامَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:”لَمَّا خَلَقَ اللَّهُ الْعَقْلَ، قَالَ لَهُ: أَقْبِلْ فَأَقْبَلَ، ثُمَّ قَالَ لَهُ: أَدْبِرْ فَأَدْبَرَ، قَالَ: وَعِزَّتِي مَا خَلَقْتُ خَلْقًا أَعْجَبَ إِلَيَّ مِنْكَ، بِكَ أُعْطِي وَبِكَ الثَّوَابُ، وَعَلَيْكَ الْعِقَابُ”
[33]Buhârî (4730)
عَنْ أَبِي سَعِيدٍ الْخُدْرِيِّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُؤْتَى بِالْمَوْتِ كَهَيْئَةِ كَبْشٍ أَمْلَحَ فَيُنَادِي مُنَادٍ يَا أَهْلَ الْجَنَّةِ فَيَشْرَئِبُّونَ وَيَنْظُرُونَ فَيَقُولُ هَلْ تَعْرِفُونَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ هَذَا الْمَوْتُ وَكُلُّهُمْ قَدْ رَآهُ ثُمَّ يُنَادِي يَا أَهْلَ النَّارِ فَيَشْرَئِبُّونَ وَيَنْظُرُونَ فَيَقُولُ هَلْ تَعْرِفُونَ هَذَا فَيَقُولُونَ نَعَمْ هَذَا الْمَوْتُ وَكُلُّهُمْ قَدْ رَآهُ فَيُذْبَحُ
[34] Meryem:17
فَأَرْسَلْنَا إِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا
[35] İbnü Hibbân (409)
صعد رسول الله صلى الله عليه و سلم فلما رقى عتبة قالآمين ثم رقى عتبة اخرى فقال آمين ثم رقى رقبة ثالثة فقال آمين ثم قال اتانى جبريل فقال يا محمد من ادرك رمضان فلم يغفر له فابعده الله قلت آمين
[36] İbnü Hibbân (3113), Hâkim (1/379-380,380-381), Abdurrezzak (6703), İb nü Ebî Şeybe (3/383-384)
إن الميت إذا وضع في قبره إنه يسمع خفق نعالهم ثم يفسح له في قبره سبعون ذراعا
[37] Aynı hadîs
ثم يضيق عليه قبره حتى تختلف فيه أضلاعه
[38] Ahmed (3/126), Buhârî (1338,1374), Müslim (280), Ebû Dâvûd (4751), Ne sâî (4/87- 98)
عَنْ أَنَسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ ان الْعَبْدُ إِذَا وُضِعَ فِي قَبْرِهِ وَتُوُلِّيَ وَذَهَبَ أَصْحَابُهُ حَتَّى إِنَّهُ لَيَسْمَعُ قَرْعَ نِعَالِهِمْ أَتَاهُ مَلَكَانِ ثُمَّ يُضْرَبُ بِمِطْرَقَةٍ مِنْ حَدِيدٍ ضَرْبَةً بَيْنَ أُذُنَيْهِ فَيَصِيحُ صَيْحَةً يَسْمَعُهَا مَنْ يَلِيهِ إِلَّا الثَّقَلَيْنِ
[39] [Abdurrezzâk (6703), İbnü Ebî Şey be:3/383-384) İbnü Hibbân (3113, 3118), Hâkim (1/379)],El-İhsân dipnotu: 3/7 (Müessesetü’r-Risâle baskısı)
عن أبي هريرة ، عن النبي صلى الله عليه وسلم قال : إن الميت إذا وضع في قبره إنه يسمع خفق نعالهم حين يولون عنه ، فإن كان مؤمنا ، كانت الصلاة عند رأسه ، وكان الصيام عن يمينه ، وكانت الزكاة عن شماله ، وكان فعل الخيرات من الصدقة والصلة والمعروف والإحسان إلى الناس عند رجليه ، فيؤتى من قبل رأسه ، فتقول الصلاة : ما قبلي مدخل ، ثم يؤتى عن يمينه ، فيقول الصيام : ما قبلي مدخل ، ثم يؤتى عن يساره ، فتقول الزكاة : ما قبلي مدخل ، ثم يؤتي من قبل رجليه ، فتقول فعل الخيرات من الصدقة والصلة والمعروف والإحسان إلى الناس : ما قبلي مدخل ، فيقال له : اجلس فيجلس ، وقد مثلت له الشمس وقد أدنيت للغروب
[Ahmed (4/287), Ebû Dâvûd (4753), et-Tayâlîsî (753) ve başkaları], Şerhu Akı deti’t-Tahâviyye dipnotu:576 (Müessese tü’r-Risâle baskısı.)
عن البراء بن عازب رضي الله عنه قال خرجنا مع رسول الله صلى الله عليه وسلم في جنازة رجل
ويفسح له في قبره مد بصره قال ويأتيه رجل حسن الوجه حسن الثياب طيب الريح فيقول أبشر بالذي بشرك هذا يومك الذي كنت توعد فيقول من أنت فوجهك الوجه يجيء بالخير فيقول أنا عملك الصالحويضيق عليها قبره حتى تختلف فيه أضلاعه ويأتيه رجل قبيح الوجه قبيح الثياب منتن الريح فيقول ابشر بالذي يسوؤك هذا يومك الذي كنت توعد فيقول من أنت فوجهك الذي يأتي بالشر فيقول أنا عملك الخبيث
[40] Buhârî (38. Dipnottaki hadîs)
عَنْ أَنَسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ الْعَبْدُ إِذَا وُضِعَ فِي قَبْرِهِ وَتُوُلِّيَ وَذَهَبَ أَصْحَابُهُ حَتَّى إِنَّهُ لَيَسْمَعُ قَرْعَ نِعَالِهِمْ أَتَاهُ مَلَكَانِ ثُمَّ يُضْرَبُ بِمِطْرَقَةٍ مِنْ حَدِيدٍ ضَرْبَةً بَيْنَ أُذُنَيْهِ فَيَصِيحُ صَيْحَةً يَسْمَعُهَا مَنْ يَلِيهِ إِلَّا الثَّقَلَيْنِ
[41] Aynı hadîs
ثُمَّ يُضْرَبُ بِمِطْرَقَةٍ مِنْ حَدِيدٍ ضَرْبَةً بَيْنَ أُذُنَيْهِ فَيَصِيحُ صَيْحَةً يَسْمَعُهَا مَنْ يَلِيهِ إِلَّا الثَّقَلَيْنِ
[42] Ahmed (11273)
وعن أبي سعيد الخدري رضي الله عنه قال قال رسول الله صلى الله عليه وسلم يسلط على الكافر في قبره تسعة وتسعون تنيناً تلدغه حتى تقوم القيامة
[43] Daha doğru bir tercümeyle, “apaçık bir duman getirir”.
[44]Bu ince nokta ve hassâsiyyetle Kevserî merhûm’un endîşesi ortadan kalkmış oluyor. Âciz kanâatimiz odur ki, İmâm Kevserî, İmâm Ğazâlî’nin şu ‘bu hadîslerin sahîh olan zâhiri ve gizli olan sırları vardır. Fakat bu sırlar basîret sahiplerine âşikardır. Bu hakîkatler kime açılmazsa o hadîslerin zâhirlerini inkâr etmemelidir’ şeklindeki altun sözünü görseydi dediğini demezdi.
[45] (Şah Veliyyullah’ın sözlerini Hücce-tu’llahi’l-Baliğa’nin arabça aslından naklettik. Ömer Rıza)
[46] “İslâm Târihi, Asr-ı Seâdet”: 3/1117-1126, Âmedî Matbaası, 1928