Musibetler Ceza mı Yoksa Mükafat mı?
Şahsına yapılan haksızlıkları âdeta “yok” hükmünde görerek en ufak bir kırgınlık duymadan affedebilmek; kalbî olgunluğun şâheseridir.
Rabbimizin cemâlî esmâsından biri de el-Afüv ism-i şerîfidir. Cenâb-ı Hak çok affedicidir. Kâmil mü’minler de; “Affetmeyi bilmeyen, affedilmez.” düstûrunca, ilâhî affa lâyık olabilmek için Allâh’ın kullarına karşı çok affedici olurlar. Zira şahsına yapılan haksızlıkları âdeta “yok” hükmünde görerek gönlünde en ufak bir kızgınlık ve kırgınlık duymadan affetmeyi meleke hâline getirebilmek; kalbî olgunluğun şâheseridir, en büyük mânevî kahramanlıktır.
Hallâc-ı Mansur, kendisini anlayamayan kimseler tarafından taşlanırken:
“Yâ Rabbi! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” diye niyâz etti. Zira o, kendisine ahlâkın ne olduğunu soranlara “Ahlâk, Hakk’ı düşünerek halkın ezâ ve cefâsına aldırış etmemektir” diyebilecek bir gönül ufkuna sahipti.
Yine Hak dostlarından Sâmi Efendi Hazretleri, Dâru’l-Fünûn’un Hukuk Fakültesi’ni yeni bitirmişti. Onun güzel hâlini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Hak dostu:
“Evlâdım, bu tahsil de güzeldir ama, sen gerçek tahsîli ikmâl etmeye bak! Seni irfan mektebine kaydedelim, orada da gönül ilimlerini ve âhiret sırlarını öğren!..” dedi. Ardından da ilâve etti:
“Evlâdım, o mektepte nasıl eğitim yaparlar, ne öğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir…”
ASIL MARİFET KALBİ SUSTURABİLMEKTİR
Kimseyi incitmemek, ne kadar zor olsa da, yine de olgun bir insanın elindedir. Lâkin kimseden incinmemek, neredeyse imkânsızdır. Bunun için kişinin şahsına yapılan eziyetleri sîneye çekip susması gerekir. Bu büyük bir mârifettir. Lâkin asıl mârifet, kalbi de susturabilmektir. Zira dili susturmak irâdeyle mümkündür, lâkin kalpte irâde yoktur; o yine için için konuşup sızlanmaya devam eder.
Ayrıca kâmil mü’minler, kendilerini inciten bir hâdise karşısında, öncelikle o muâmeleye müstehak olup olmadıkları yolunda bir nefis muhâsebesine yönelirler. Böylece, mâruz kaldıkları cefâlardan da mânen istifâde imkânı elde ederler. Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Vaktiyle serserilikten vazgeçip sâlih bir hayâta dönen biri, dükkânında çalışmakta iken, oraya gelen öfkeli bir adam, kendisini sorgu-sual etmeden fecî bir sûrette dövüp yaralamış. Bu eski serseri, ne bir karşılık vermiş ne de bir îtiraz sesi yükseltmiş. Öfkeli adam dükkândan çıkıp gittikten bir saat sonra geri gelerek bu adamı yanlışlıkla, başkası zannederek dövdüğünü söyleyip özürler dilemiş. Adam:
“Hayır, bu işte bir yanlışlık yok. Ben bu dayağı hak etmiştim. Çünkü vaktiyle böyle senin yaptığın gibi birçok günahsız insanı sudan bahânelerle dövmüştüm. Senin bu muâmelen, benim hak ettiğim bir işti. Âhirette senden alacağım hakkı, o haksız yere dövdüğüm insanlara vereceğim.” demiş. [1]
KÖTÜLÜKLERE VE MUSİBETLERE KARŞI SABIR
İşin bir başka yönü daha vardır: Her musîbet, ona müstehak olma sebebiyle başa gelmez. Bâzen de bir fert, mazlûmiyetle taçlanmak, sabır neticesinde derece elde etmek ve mükâfatlandırılmak üzere bir musîbete mâruz kalır. Eğer musîbetler hep hak etme neticesinde olsaydı, insanlar mecbûren iyi olurlar ve peygamberler üzerine hiçbir musîbet gelmezdi. Hâlbuki insanlık tarihinde en büyük musîbetlere mâruz kalanlar, enbiyâ silsilesidir. Üstelik onların mâsumiyet sıfatı vardır.
Düşünmek gerekir ki, bugün Allâh’ın kullarını affetme irâdesini gösteremeyen, menfaatperest ve hodgâm bir ruh, yarın huzûr-i ilâhîde ne yüzle af dileyebilir?! Affedememe illeti, insanın kendi gafletinden kaynaklanır. Zira affın asıl sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Mü’minler de gönüllerindeki Allah muhabbeti nisbetinde affedebilirler.
Dipnot: [1] Bkz. Sâmiha Ayverdi, Mesih Paşa İmamı.
-alıntı-