Bir Ehli Sünnet ile Selefi arasında taklit münazarası
Müslümanlar farklı kültürlerle olan ilk karşılaşmalarında -müktesebatı geniş âlimler vasıtasıyla- farklılaşmadan var olmayı başardılar. Başka milletlerin medeni birikimlerini özposa ayırımına tabi tuttular.
İlmen ve siyaseten güçlü olmaları yüreklerine güven aşıladı.
İslam düşünce tarihinde değişenler ya da “hakikat”in müşrik kültürler esas alınarak değiştirilmesini talep edenler de vardı. Fakat Sünnet ve Cemaat alimlerinin bereketli çalışmaları onları etkisiz hale getirdi. Yunan İlahiyatına ait malumatı olduğu gibi kopyalayıp İslami inanış sistemine uygulayan “Meşşai” ekolu Gazali gibi muazzam bir zekanın eleştirilerine verecek cevap bulamadı. Bulduysa da (İbn Rüşd’ün Gazali’nin Tehafüt’üne1 yaptığı eleştirileri ihtiva eden çalışması gibi) inandırıcı olamadı. İslamî mirasın Modern zamanda Batı Medeniyetiyle karşılaşması ise Müslümanların aleyhine gelişti. Çünkü yeni dönemde İslam coğrafyası istila edilen-yenilen-ezilen insanların yurduydu. Bu psikoloji genç insanların sahih geleneği sorgulamasına ve hatta ondan kopmasına zemin hazırladı. Galip gelen Batı gibi olmak isteyenler onun değer yargılarını benimsemenin bütün sıkıntılara çare olacağını düşündü.
Müstemleke Ülkelerin Cesareti Yitik Aydınları
Sefaleti çağıran belki de Âlem-i İslam’ın başına musallat eden tek nedenin İslam-i ruhtan kopma olduğunu fark edemeyenler sağlam iradeli Sünnet ve Cemaat alimlerinin Müslümanlara İslam’a dönmeyi yegane kurtuluş yolu olarak göstermelerini müstehzi ifadelerle karşıladılar.
Müstemleke ülkelerin cesareti yitik aydınları geleneği temsil eden ulemanın İslami eğitim veren fakültelerden tecrit edilmesini modernitenin zaferi, mukallit fakihlerinse hezimeti kabul ettiklerinden hezimete uğrayanların içtihatlarından oluşan sahih geleneği dikkate almayı zaman israfı olarak telakki ettiler. Bu yüzden “Kur’an’a göre İslam”, “Gerçek İslam”, “Kur’an’da Kadın”, “Kur’an’da Zekât” gibi başlıklar altında yaptıkları yeni çalışmalarla klasik İslami anlayış usulünü ve o usul çerçevesinde telif edilen eserleri reddettiler. Bir anlamda her şeyi yeni baştan ele aldılar. İmâm-ı Âzâm gibi muazzam zekâlarının içtihatlarına şüphe ile yaklaşanlar Batının anlayış usulünün etkisiyle bütün hükümleri Kur’an ve Sünnet’ten istinbat(!) ettiler.
Fukaha Hangi Sorunu Çözümsüz Bıraktı?!
Müstakil anlamda içtihat yapma yerine müçtehit imamların içtihat usullerinden hareketle ta’lil, tahric ve tercih gibi fıkhi dirayet isteyen çalışmalara imza atan Serahsi ve Mergınani gibi allameler İslam toplumun her hangi bir sorununu mezhepleri taklit ederek çözümsüz mü bıraktılar?! Ya da toplumsal hayata ilgisiz mi kaldılar?! Yaşadıkları devirde vuku bulan ve onlar tarafından cevaplanamayan tek bir mesele gösterilebilir mi? Bu nokta da kim onlar hakkında menfi bir kanaatte bulanabilir? Tarihi hakikatler bütün bu sualleri allameler lehine cevaplamaktadır. Batı Medeniyeti karşısındaki yenilginin sorumluluğunu Müçtehit İmamları taklit eden ve avamı da onları taklit etmeye teşvik eden fakihlere çıkaranlar bilmelidirler ki; Müslümanların ilmen ve siyaseten en güçlü idareye sahip olduğu yıllar Ebu Hanîfe’yi taklit eden Fakihlerin Şeyhu’l-İslam olduğu zamanlara (Devlet-i Aliye’nin yükseliş devri) tekabül etmektedir. O halde Batı karşısındaki yenilginin gerçek nedeni müçtehit imamları taklit etmek değil, onların içtihatlarını gereği gibi anlayıp-yaşamamak yani fıkhı devre dışı bırakarak dünyevileşmektir.
Yargısız İnfaz
Taklit devri fakihlerinin telifatını sırf müçtehit imamların içtihat usullerini benimsemelerinden dolayı “gereksiz malumat, hurafe, israiliyyat, bidat…” gibi menfi anlam taşıyan kavramlarla nitelemek ise en basit ifadeyle yargısız infazdır.
Mukallit fakihlerin bir kısmını müçtehit kabul eden ve bu yüzden müçtehit imamları taklit etmelerine bir anlam veremeyen Selefîlere; Fetvalarıyla meşhur olan müçtehit Sahabi İbn Mes’ud’un Hz. Ömer’in, Ebû Musa el-Eş’ari’nin (ö. 44/665) Hz. Ali’nin, Zeyd b. Sabit’in de Ubey b. Ka’b’ın (ö. 21/642) içtihadıyla, kendi görüşünü terk ettiğini[ref]Ebû Abdillah Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyub İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lamu’l-Muvakkiin an Rabbi’l-Alemin, (tah. Muhammed Mu’tasımbillah el-Bağdadi), Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1996, II, 180.[/ref] hatırlatmayı bir vazife telakki ederiz. Bu nevi bir bilgi akışına, başta Allah Resulü olmak üzere kimse itiraz etmemiştir.
Selefî Tavrın Nesebi
Taklidin var oluşuna itiraz eden ve mukallitleri “atalar geleneğini izleyen müşrikler”le eş değer kabul eden muarızlar listesinde meşreb ve şahıs olarak şu isimler öne çıkmaktadır: Mu’tezile’nin Bağdat ekolü, İmamiye’nin önemli bir bölümü, Zâhiriler ve bu mezhebi eserleriyle günümüze taşıyan İbn Hazm (ö.456/1064).[ref]Seyfuddin Ebü’l-Hasan b. Ebi Ali b. Muhammed Âmidi, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, t.y, III, 170.[/ref] Taklidi reddedenlerin istisnasız her görüşünü taklit ettikleri İbn Teymiye (ö. 728), talebesi İbn Kayyım (ö. 751) ve Zeydi Şevkani’de (ö. 1250) avamın müçtehidi taklit etmesini delili olmayan bir ameliye kabul etmektedir.
Çağımızda bu anlayışın en etkin bağlıları Selefî etiketiyle yazıp-çizenlerdir: “Ben Ezher’in çatısı altında taklidin kendilerine haram olduğu nice müçtehitler görüyorum” diyen Şeyh Meraği’den, Moritanya’lı ‘Şenkiti’ye (ö. 1393), Hânefî ya da Şâfiî olmak Muhammedî olmaya engeldir.” diyen Hocendi’den Suud’un allamesi Abdulaziz b. Abdillah bin Baz’a, Şeyh Nasırüddin’den “Ehl-i Hadis” bağlılarına kadar yığınla insan taklidin haram olduğunu iddia etmektedir.[ref]Bkz. M. Mani’ b. Hammad el-Cuheni, el-Mevsuatu’l-Muyessere fi el-Edyan-i ve’l-Mezahib-i ve’l-Ahzab-i ve’l-Muasıra, Daru’n-Nedveti’l Alimiyye, Riyad, 2003, I, 139-157.[/ref]
Bu anlayışın en etkin savunucularından İbn Hazm, usûlü fıkha dair kaleme aldığı “el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm”[ref]Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd İbn Hazm, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty, I-VIII.[/ref] adlı eserinde konuyu özel bir başlık altında -neredeyse bir cilde ulaşacak bir boyutta- ele almış ve taklidin hem itikadî hem de fıkhî manada caiz olmadığını savunmuştur. Ona göre bütün insanlar karşılaştıkları problemleri çözebilmek için içtihat yapmaya ve içtihatlarının gereği gibi amel etmeye mecburdur.[ref]İbn Hazm, a.g.e., VI, 241.[/ref]
İbn Hazm, hadiseyle alakalı temel düşüncesini şu şekilde ifade etmektedir:
“İlkinden sonuncusuna kadar bütün dinlerde taklit haramdır. Tevhit, nübüvvet, kader, iman, va’d, vai’d, üstünlük, bütün ibadet ve hükümler bu kapsamdadır. Bundan dolayıdır ki, Allah Resulü’nün dışında, delil olmaksızın bir başka-sının görüşünü alıp ona göre hareket etmek haramdır.”[ref]İbn Hazm, a.g.e., VI, 307.[/ref]
Üslubunun sertliğinden dolayı kalemi kılıca benzetilen[ref]İbn Hazm, a.g.e., (bkz. Yazarın Biyografisi) I, 3.[/ref] İbn Hazm, taklidi kabul eden Sünnet ve Cemaat âlimlerini ağır bir dille tenkit eder. Ona göre, bir mezhebe bağlanan mukallit, Kur’an’ın ayetlerini ve Hz. Resullah’ın (s.a.v.) sünnetini, bağlı bulunduğu mezhebin imamına arz ederek değerlendirir. Eğer Allah ve Rasulü’nün ifadeleri, taklit ettiği imamın görüşüyle örtüşürse, mukallit bunları kabul eder. Aksi halde, -imamın görüşü ile amel ederek- Allah ve Rasulü’nün hükümlerini terk eder.[ref]İbn Hazm, a.g.e., VI, 286.[/ref]
Konuşma
Mu’tezîle’den Ehl-i Hadis’e, İbn Hazm’dan Hocendi’ye uzanan retçi çizgide yer alan ve bu yer alışını temellendirebilmek için söz konusu şahıs ve anlayışların usul ve delillerini sıkı sıkıya taklit eden bir “Selefî” ile taklit ve mezhepler üzerine yaptığımız bir konuşmanın (belki de münazaranın) metnini kapsamlı bir tasarrufla arz ediyorum:
Selefî: Adınız?
Hanefî: ….
Hanefî: Ya sizin ki?
Selefî: İbn Teymiye.
Hanefî: Al, benimki de İbn Hacer-i Mekki.
Selefî: Meşrebin?
Hanefî: Mahza Sünnet ve Cemaat anlayışı… Adınızı bildirişteki taassuptan menhecinizin ne olduğu aşikar. Bu durumda sorunuzu size iade etmem söz israfı olur. Dilerseniz asıl mevzumuza gelelim.
Selefî: Size göre taklit nedir?
Hanefî: “Delillerini bilmeden bir müctehidin görüşüyle amel etmek”tir.
Hz. Resulullah (s.a.v.) olursa meşru kabul edilir. Aksi bir ameliye kör taklit olur ki bu da müşriklerin atalarını taklit etmeleriyle ayniyet arz eder.
Selefî: Söylediğiniz anlamda bir taklit ancak, taklit edilen Hz. Resulullah (s.a.v.) olursa meşru kabul edilir. Aksi bir ameliye kör taklit olur ki bu da müşriklerin atalarını taklit etmeleriyle ayniyet arz eder.
Tashihe Muhtaç İfadeler
Hanefî: Öncelikle şu noktayı tashih edeyim ki; Allah Resulü’nün (s.a.v.) söyledikleriyle amel etmek ya da yaptıklarını hayatımıza taşımak taklit değil ittiba/iktidadır. Çünkü taklit; “Delilini bilmeden bir müçtehidin görüşüyle amel etmektir.” Oysa Allah Resulü’nün bizzat kendisi delildir. Delile delil aramak ise mantıksız bir ameliyedir.
Selefî: Söylediğinizi bir an doğru kabul edelim. Bu durumda –Sünnet ve Cemaat alimlerine göre- kimler taklit edilebilir?
Hanefî: Sünnet ve Cemaat alimlerinin içtihat için gerek Ayrıca varlığını ispat etmeye çalıştığın taklit İslam’ın ilk asırlarında mevcut değildi. Dolayısıyla ispata yönelik bütün gayretlerin gerçekte nafile bir ameliye gibi görünüyor. Bu bağlamda Üstadım İbn Hazm şunları söylemektedir:
“Sahabe, tabiin ve tabiinin takipçilerinin yaşadıkları asırlar İslam’ın altın devirleriydi. Bu devirlerde hiç kimse, kendinden önce yaşayan bir alimi bütün görüşleriyle taklit edilir bir konumda görmezdi. Taklit, dördüncü kuşak tarafından başlatıldı. Fakat, Hz. Peygamber’in sünnetini okuyup-yaşayanlar, Kur’an fıkhına vakıf olanlar, sayıları az da olsa, hiç kimseyi taklit etmediler. Onlar, sahabe ve onu takip eden diğer iki kuşağın izinde yürüdüler. Onlar, her asırda varolacak Hakk’ın temsilcileridirler.”[ref]İbn Hazm, a.g.e., VI, 303.[/ref]
Hakikat
Hanefî: İlk cümlenizdeki “neden taklit” sorusunun cevabı saadet asrında mevcuttur. Şöyle ki; Eğer Kur’an’ın hükümleri sıradan insanların anlayacağı derecede açık olsaydı Allah Teâlâ’nın Hz. Resulullah’ı mübeyyin (açıklayıcı) sıfatıyla göndermesi anlamsız olurdu. Fakat O (s.a.v.) Kur’an’ın mübeyyinidir. Bu da gösteriyor ki Kur’an anlaşılabilmek için bir açıklayıcıya muhtaçtır.
Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’in yirmi üç yıllık Risalet hayatı baştan sona Kur’an’ı açıklamaya hasredilmiştir. O bazen İslami bir meselenin izahını saatlerle ifade edilecek kadar uzun yapardı. Nitekim Medine’ye gelen “Sakif” kabilesine günlerce İslam’ı anlattı. Bu yetmedi giderken de yanlarında Muğire b. Şu’be ve Ebu Sufyan b. Harb’i muallim olarak gönderdi.
Efendimiz’in (s.a.v.) bu uygulaması Kur’an’ın “bir açıklayıcı” olmaksızın anlaşılabileceği iddiasını tekzip etmektedir.
Sakif kabilesini temsil eden heyetle birlikte gönderilen iki sahabi gittikleri yerde öğretmen olacaklar/içtihat edecekler avamda onları taklit edecekti. Aksi takdirde gönderilmelerinin bir anlamı olmazdı. Bütün bunlar Kur’an’ın ancak açıklayıcılar vasıtasıyla manalarının keşfedilebileceğini ispat etmektedir.
İbn Hazm’ın taklitle ilgili iddiasına gelince; Eğer bu iddia doğru Sahabe asrında avam nasıl fetvâ ve içtihatta şöhrete ulaşanları taklit etmişse sonraki dönemlerde de aynı anlayışla hareket etmiş ve çağdaşları olan büyük müçtehitleri taklit etmiştir. Bu hakikati anlayamamanın tek nedeni vardır ki o da kör taklittir.
Taklidin Yoğun Olduğu Devir: Saadet Asr-ı
Selefî: Ashabın birbirini taklit ettiğini söylüyorsunuz. Hâlbuki onlarda şunlar mukallit şunlar ise müçtehittir diye bir ayırım mevcut değildir. Söyledikleriniz sırf iddiadır. Bunlara şahit getirmenizin ise mümkünatı yoktur.
Hanefî: Saadet Asrında taklit öylesine yoğundur ki; avamın müçtehidi taklit etmesi şöyle dursun müçtehit olanlar bile birbirlerini taklit etmiştir. Bundan başka çıkar yolları da yoktu. Aksi takdirde İslam’ı anlama ve yaşamaları güçleşirdi. Çünkü müçtehitlerin sayıları oldukça sınırlıydı (8 ya da 10). Buna mukabil ashabın genel toplamıyla alakalı 60 ile 140 bin arasında çeşitli rakamlar telaffuz edilmektedir. Bunların sadece 30 bini Medine’de ikamet etmekteydi. Geriye kalanlar ise farklı bölgelere dağılmışlardı. On binlerle ifade edilen bunca insanın her hadisede Hz. Resullah’ı görerek Ona ittiba etmesi mümkün değildir. Zira içlerinde Efendimiz’i (sav) sadece bir defa görebilen sahabi çoktur. Bu yüzden Sevgililer Sevgilisi Hz. Ali ile Muaz b. Cebel’i Yemen’e diğer müçtehit sahabileri de farklı bölgelere gönderdi. Müçtehit sahabilerin -yöre halkı tarafından- söylediklerinin kabul edilmesi saadet asrında taklidin cari olduğunu göstermektedir.
Taklit Vaciptir
Selefî: Siz bu ifadelerle taklidi teşvik ediyorsunuz. Hâlbuki bütün bunlar ahad haberdir. Yani zannîdirler. Taklidi yeren ayetler ise Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Yani en azından vurutları katidir. Katiyet ifade eden deliller bağlamında şu ayetleri zikredebiliriz:
“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman “Hayır” Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”[ref]Kur’an, Bakara(2), 170.[/ref]
“Biz babalarımızı bir din üzere bulduk, biz de onların izlerine uyarız.”[ref]Kur’an, Zuhruf(43), 23.[/ref]
Bu ayetler, Yüce Allah’ın hükümlerini terk edip atalarının geleneğine uyanları yermektedir. Mukallitlerde bu kapsamda değerlendirilir. Çünkü onlara bir problemin çözümü için Allah’ın ayetleri ya da Hz. Peygamber’in sünneti önerildiğinde – Kur’an’ın bağlayıcılığını, hadislerin sahihliği ve otoritesini bildikleri halde- sadece mezheplerine muhalefet gerekçesiyle Kur’an’ın ilahî hükmünü ve Peygamberin sünnetini kabul etmeye yanaşmazlar.[ref]İbn Hazm, a.g.e., I, 286.[/ref] Bunun içindir ki, Kur’an’ın zemmettiği taklidin caiz olması, temel referansları Kur’an ve Sünnet olan fıkhın genel kabulleriyle çelişir.[ref]Muhammed İbrahim Hafnâvî, Tabsirü’n-Nüceba bi Hakikati’l-İctihad ve’t- Taklîd ve’t-Telfik ve’l-İftâ, Darü’l-Hadis, Kahire, 1995, s.207.[/ref] Diğer taraftan Kur’an, “(Ey Muhammed) dinleyip de, sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidayet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.”[ref]Kur’an, Zümer(39), 17-18.[/ref] ayetiyle de taklidi reddedip tefekkür ve araştırmaya yönelenleri övmektedir.
Hanefî: Ben taklidi teşvik etmiyorum. Sadece manzaraya ait fotoğrafı gösteriyorum. Eğer buna teşvik diyorsanız. Bu kelime vakıayı ifade etmede yetersiz kalır. Müsaade ederseniz ifadenizi, avamın mukallidi taklit etmesi gereklidir şeklinde tashih edeyim. Çünkü Sünnet ve Cemaat Âlimleri avamın müçtehidi taklit etmesini teşvik etmiyor bizzat vacip olduğunu söylüyorlar.
Ashabın avam kadrosuna dâhil olanlarının müçtehitleri taklit ettiğini gösteren rivayetleri ahad olmasından dolayı reddetmeniz ise makul gerekçelerden yoksundur. Çünkü ulema ahad haberle amel etmenin vacip olduğu hususunda fikir birliği içerisindedir.[ref]Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl es-Serahsi, Usûl, (tah. Ebû’l-Vefa el-Afgâni), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, I, 329; Muhammed b. Ali Şevkânî, İrşâdü’l-Fuhûl, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty, s.49; Zeydan, el-Vecîz, s.171.[/ref]
Ahad Haber
Ahad haber, “zan” ifade etmesine rağmen, müçtehit için nasıl bağlayıcı oluyorsa, ona dayanan bir içtihatta mukallit için aynı derecede bağlayıcıdır. Ayrıca Haberi ahad niteliğindeki bir rivayetin ibadetle ilgili konularda bağlayıcı olduğu bizzat Hz. Resulullah’ın sünnetiyle sabittir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) tek bir kişinin sözlerinin “zan” ifade ettiğini bilmesine rağmen yine de çeşitli bölgelere ibadet vb. konulardaki hükümleri öğretmeleri için tek tek öğreticiler göndermiş ve bölge halklarının gönderilen öğretici/sahabiyi taklit etmelerini talep etmişti. Allah Resulü’nün bu talebi Haber-i ahadın bağlayıcı olduğuna işaret etmektedir.[ref]Bûtî, a.g.e., s.72.[/ref] Hakikat bu minval üzere iken sizin “zan”nı gerekçe göstererek taklidin terk edilmesini iddia etmeniz anlamsız bir kaygıdır.
Ayetlerin Yanlış İzahı
Taklidin haram olduğuna delil olarak getirdiğin söz konusu ayetler, Nuzûl sebepleri, tarihi, tabiî ve sosyo-kültürel bağlamları dikkate alınarak değerlendirildiğinde, davanızın lehine değil aleyhine delildir. Çünkü ayetlerde yerilen taklit İslam öncesi kadim geleneğe ait atalar diniyle alakalıdır.[ref]Bkz. Fahruddin Muhammed b. Ömer Râzi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, XIV, 297.[/ref]
Müctehid İmamlar
Bu ayetleri Ebu Hanîfe (ya da Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel) gibi müçtehitleri taklit eden Müslümanlar aleyhine delil olarak kullanmanız cehaletten değilse ihanetten mütevellittir. Çünkü bu bakış açısı zımnen de olsa Ebu Hanîfe ya da diğer müçtehit imamların (hâşâ) Kur’an’dan daha farklı bir kitaplarının olduğuna ve insanları ona çağırdıklarına işaret etmektedir.
Tabakat kitapları -takvalarını tartıştığınız- müçtehit imamların Kur’an ve Sünnet’e bütün varlıklarıyla nasıl bağlı olduklarının tanıklarıyla doludur. (Konuşmanın akışını bozmaması için örnek olarak sadece bir tanesinden bahsedeyim.) İbn Hacer, Ebu Hanîfe’nin hayatıyla ilgili kaleme aldığı “Hayratu’l-Hısan” adlı eserinde İmam’ın züht ve takvasına dair şunları nakleder: Sabahlara kadar uyumadan namaz kılardı, Bağdat’ta kaybolan koyunun etinden yememek için -çok sevmesine rağmen- yedi yıl ağzına koyun eti koymadı, Allah Resul’ünün “fayda sağlayan her borç faizdir.” hadisine muhatap olmamak için güneşin kavurucu sıcağında bekledi fakat borç verdiği adamın evinin gölgesine yaklaşmadı. Allah’ın Kur’an’ın’da “Belhum edal” diye nitelediği müşriklere uymayla Ebu Hanife Hazretlerini taklit etmeyi eşdeğer kabul edip ikisi içinde haram hükmünü vermek hakikaten esef verici bir durumdur.
Atalar Dini
Ebu Hanîfe’nin ictihatlarını taklit etmeyi Kur’an’ın yerdiği “atalar dini”ne uymakla özdeştirilmek her şeyden önce ömrünü o anlayışı reddetmeye adayan İmam’a haksızlıktır. O, Hz. Resulullah’tan gelen bütün sahih rivayetleri baş tacı yapmıştır. Öyle ki Efendimiz’den rivayet edilen hadislerle içtihatları çeliştiğinde “Hadis sahih oldu-ğunda biliniz ki benim mezhebim odur.” diyerek kesin tavrını koymuştur. Bu yüzden Ebu Hanîfe ya da diğer müçtehit imamları taklit etmekle müşrik atalara uymayı aynı kategoride kabul etmek bir müslümana yöneltilebilecek en büyük iftiradır. Hadise karşısında söylenebilecek en güzel söz, Haricilerin “Hüküm yalnız Allah’ındır.” Ayetiyle istidlal edip Hz. Ali’ye karşı gelmeleri sürecinde Halife’nin; “İfade doğru fakat onunla batıl bir anlam hedeflenmektedir.” tespitinden öte birşey olamaz.
Zümer süresi (39/18) ile de istidlal etmeniz de doğru değildir. Çünkü mukallit Kur’an’dan istinbat edilen sözler içinden en güzele uyunca neticede uymuş olduğu bu sözü taklit etmiş olur. Bu durumda söylenenler içinde en güzele tabi olmak da bir taklittir. En güzelin tesbiti içtihatla olur. Avamda söz konusu içtihadı taklit eder. Bu ayet lehinize değil aleyhinize bir delildir. Çünkü burada en güzelin taklit edilmesi istenmektedir.
Kanaatimce sizin asıl öğrenmeniz gereken mesele mukallidin güzel ya da en güzel içtihat sahibinin kim olduğunu nasıl tespit etmesidir. Ayrıca Fadıl/daha üstün müçtehit varken Mefdul/üstün müçtehidi taklit etmenin caiz olup-olmaması ile alakalı hükümleri de etraflıca bilmeniz gerekir.
Müctehit Nasıl Bilinir?
Bir metni doğru okuyup-anlamaktan aciz, usul ve furu’ fukarası adamlar anlaşılan senin zihnini de iğdiş etmişler. “Ben tez hazırladığım konuda mutlak müçtehidim” ifadeleriyle seni sahih gelenekten koparmışlar. Bu durumda sana müçtehidin kim olduğunu ve nasıl tespit edilebileceğini anlatmam gerekir. Mesele üzerinde ihtilaf eden âlimler, farklı bakış açılarından hareketle şu esasları belirlemişlerdir:
{ Mukallit, müçtehidin fetvâ vermeye ehil olduğunu, ona fetvâ sorma hususunda ittifak eden insanları görerek anlar.[ref]Şevkâni, İrşâd, s.400.[/ref] Çünkü insanların müçtehide yönelmesi, aynı zamanda onun ilim ve takva sahibi olduğuna işaret eder. Bu yüzden, -Gazzali, Âmidi ve İbn Hacib gibi fakihlerin de belirttiği gibi- yaşadığı toplum tarafından bilinmeyen müçtehitlerden fetvâsıyla amel edilmez. Zira bu durumdaki bir müçtehidin kim olduğu, içtihat ehliyetine gerçekte sahip olup-olmadığı meçhuldür.[ref]Şevkâni, İrşâd, s.400.[/ref]
{ Beydâvi başta olmak üzere bir grup muhakkik fakihe göre, mukallit farklı konularda müçtehidi imtihan eder, ona bir takım sorular yöneltir. Eğer müçtehit olduğunu iddia eden kişi, verdiği cevaplarda isabet ederse mukallit, onun müçtehit olduğuna hükmeder.[ref]Şevkâni, İrşâd, s.400.[/ref]
{ Bir grup Şafii alime göre ise, kişinin müçtehit olduğu, insanlar arasında müçtehit kimliğinin şöhret bulmasıyla bilinir.[ref]Şevkâni, İrşâd, s.400.[/ref]
{ Ebû İshak Şirâzi’ye göre ise; mukallit bir fakihin ictihat eden kişinin fıkıh bilgisi ve emanetinden haber vermesi müçtehit olduğunun kanıtlanması için yeterlidir. Çünkü müçtehidin kim olduğunu tespit etmek habere dayanır.[ref]Şevkâni, İrşâd, s.400.[/ref] Haberde de ise tek kişinin şahadeti yeterlidir.
Bütün bu görüşler içinde kanaatimizce en doğru olanı, Şirazi’nin yaklaşımıdır. Çünkü avama mensup bir mukallit, müçtehidin ilmini ölçemez. Bu yüzden mukallit fakihlerin beyanını dikkate almalıdır.
Selefî: Deliller içerisinde hangisini daha kuvvetli bulursam onunla amel ediyorum. Müçtehide ihtiyacım olmadığından söylediklerin benimle alakalı değil. İstersen tekrar taklidin haram olduğuna işaret eden ayetlere dönelim. “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasul’e götürün (onların talimatına göre halledin)”[ref]Kur’an, Nisa(4): 59.[/ref] ayeti, anlaşmazlık durumunda Kur’an ve Sünnet dışında bir başka otoriteye başvurmanın uygun olmadığını ifade etmektedir. Taklitte müracaat edilen makam ise ne Kur’an ne de Sünnettir.”[ref]Yusuf Kârdâvi, Fetâvâ Muâsırâ, Daru Uli’n-Nühâ, Beyrut, ty, II, 116.[/ref] Bu yüzden Ebu Hanîfe, İmam Malik ya da diğer müçtehitler meselelerin çözüm merkezi kabul edilip taklit edilemezler.
Sözde Red Amelde Taklit
Hânefî: Satın alınan bir malı görme muhayyerliği, şart muhayyerliği vb. hususlarda nasıl amel ettiğini sorduğumda, cevap olarak Ebu Hanîfe’nin içtihatlarını söyledin. Bildiğim kadarıyla ticaretle de ilgileniyorsun. Taklidi reddeden bir Selefî olarak niçin yaptığın akitlerin meşruiyetiyle alakalı delilleri araştırmadın? Taklide karşı çıkıyorsun fakat Ebu Hanife’yi hükümde taklit ediyorsun. Hâlbuki senin tenkit ettiğin fakihler müçtehit imamları delilde taklit ediyorlar. Zeylai’nin Nasbu’r-Rayesi, Tahanevi’nin İ’lau’s-Sünen’i Ebu Hanîfe’nin yaptığı içtihatların delili olan hadislerle doludur. Yani Hidaye okuyan bir medrese talebesi bile senin üstatlarından daha fazla hadis bilir. Fakat onlar bütün bunların yanında bir de hadlerini bilirler. Sense hem cahilsin hem de cahil olduğunu bilmiyorsun. Bu yüzden taklit ettiğin müçtehitleri ümmetin taklit etmesinin haram olduğunu iddia ediyorsun.
Aklın ilminle müsavi olmadığından sözlerin havada kalıyor. Ayetleri davama delil getireyim derken kabulü gayri mümkün tevillere gidiyorsun. Yukarıdaki ifadelerin sahibi olmanız hasebiyle gerçekten sizden şunu öğrenmek istiyorum; herhangi bir problemin çözümü için Kur’an ve Sünnet’i iyi bilen bir alime başvurmak, o meseleyi Allah ve Rasulü’nün hükümleri doğrultusunda halletmek değil midir?! Sonra Kur’an ve Sünnet açıklayıcılar olmaksızın anlaşılsaydı Allah Resulü Necran’a Yemen’e ya da diğer bölgelere sadece Kur’an’ı gönderirdi. Fakat öyle yapmadı. Bu bölgelere Hz. Ali gibi Muaz b. Cebel gibi müçtehit sahabileri gönderdi. Kur’an’ın müfessirlerle gönderilmesi Onun ancak açıklayıcılarla anlaşılabileceğini göstermektedir.
Kur’an ve Sünnet’in müfessirler olmadan anlaşılabileceğini iddia etmek insanlara kapasitelerinin üzerinde bir sorumluluk yükleyecektir. Avam böylesine ağır bir yükün altından kalkamaz. Bunun içindir ki, istidlal ettiğin ayet taklidin haram oluşunun değil, bizzat gerekliliğinin delilidir.[ref]Karşılaştırma için bkz. Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakîm, (Menar), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, V, 179.[/ref] Çünkü anlaşmazlık durumunda meseleyi Kur’an ve Sünnet’e arz edip neticelendirmek ancak müctehitlerin yapabileceği bir ameliyedir.
Karşılaştığı bir problemin cevabını ilmihal kitabından dahi bulup almada güçlük çeken insanları direkt olarak Kur’an’la amel etmeye davet etmek Allah Resulünün (s.a.v.) uygulamasına muhalifdir.
Eğer bu yaklaşımınız doğru olsaydı, herhangi bir problemin çözümünü Buhâri ve Müslim gibi hadis mecmualarında araştırmak da yanlış bir tavır sayılırdı.
Selefî: Peki şu ayete ne diyeceksiniz: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp hahamlarını; (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rablar edindiler. Hâlbuki hepsine de, tek Allah’a kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı”[ref]Kur’an, Tevbe(9): 31.[/ref] Ayette bahsi geçen bu iki millet, gerçekten âlimlerine ibadet etmiyor, sadece onların helal gördüğünü helal, haram saydığını haram kabul ediyorlardı. Ebu Hanîfe, İmam Malik ve Şâfiî’yi taklit edenlerin konumu da tıpkı bunlar gibidir. Çünkü onların haram gördükleri, yalnız imamlarından haram olduğu nakledilen, helal gördükleri de yalnız imamlarından helal olduğu rivayet edilen meselelerdir.[ref]İbn Hazm, a.g.e., VI, 302.[/ref]
Örneğin Hânefîler, köpeğin satışından elde edilen parayı Ebu Hanîfe’nin içtihadıyla amel ederek, -Hz. Peygamber’in (s.a.v.) haram olduğunu bildiren hadisine rağmen- helal kabul etmişlerdir. Bu kabulleriyle Allah Resulünün (s.a.v.) köpeğin satışından kazanılan paranın caiz olmadığını bildiren hadisini reddetmişlerdir.[ref]İbn Hazm, a.g.e., VI, 305.[/ref]
Müctehit İmamların Sünnet Anlayışları
Hânefî: Müçtehitleri taklit etmeyle dinlerini tahrif eden Yahudi ve Hristiyan bilginlere uymayı eşdeğer kabul etmek ve ayetin kapsamını mukallitlerle birlikte müçtehitleri de kapsayacak şekilde genişletmek doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü taklit, tarihi olguların da teyit ettiği gibi sahabeden günümüze kadar devam edegelen kadim bir gelenektir.[ref]Bûtî, a.g.e., s.66-67.[/ref] Diğer taraftan, taklit noktasında müçtehitlerle “ahbar” ve “ruhban” arasında da bir bağlantı yoktur. Çünkü Yahudi ve Hristiyanlar bilginlerini helal ve haram kılmada tek otorite olarak kabul ediyorlardı. Fakat mukallitler müçtehitleri böyle değerlendirmiyorlar. Bilakis, onların sözlerine, Allah ve Rasulü’nün ifadelerindeki kapalılıklara açıklık getirip onları anlaşılır kıldıklarından değer veriyorlar.[ref]Ahmed Zafer Tahânevi, Mukaddimât-u İ’lai’s-Sünen, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, XX, 17.[/ref]
Ayrıca bütün müçtehit imamlar sözlerinin ancak Allah ve Resulü’nün sözüne muvafık olması durumunda bir önem kazanacağını aksi takdirde duvara çalınmayı hak ettiğini ilan etmektedir. Malik b. Enes, müçtehit de olsa kimsenin masum olmadığını ifade ederken şunları söylemektedir: “Allah Resulü dışında ki herkesin sözü kabul ya da reddedilebilir.”[ref]Kârdâvi, a.g.e., II, 114.[/ref] Bakış açıları İmam Malik’le ayniyet arz eden Ebu Hanîfe de; “hadis sahih olduğunda bilin ki benim mezhebim odur.”[ref]Muhammed İbrahim Ahmed Ali, el-Mezheb inde’l-Hanefîyye, Mekke, ty, s.74.[/ref] buyurmaktadır.
Ebû Yusuf, İmam Malik’le karşılaştığında ona, bir ölçü birimi olan “sa’ğ”ın miktarı, vakıf konusu ve bir de taze sebzenin öşrü hakkında ne bildiğini sorar. İmam Malik bu konulara ışık tutan hadisleri tadat edince Ebû Yusuf, şöyle der: “Ey Ebû Abdullah (İmam Malik)! Senin, hadislere dayanan görüşüne döndüm, benim gördüğüm bu delilleri, hocam Ebû Hanife de görmüş olsaydı, tıpkı benim önceki görüşümden döndüğüm gibi, o da görüşünden dönerdi.”[ref]Kârdâvi, a.g.e., II, 113.[/ref]
Görüldüğü gibi müçtehit imamlar, içtihat ettikleri konuyla ilgili daha sonra farklı bir hadis-i şerife rastladıklarında, hemen görüşlerinden vazgeçer ve hadise göre fetvâ verirlerdi. Hadise rağmen bir hüküm belirtmişseler, ya o hadis kendilerine ulaşmamış yahut da onun senet veya metninde bir problem görmüşlerdir. Aksi takdirde, kendi görüşlerinden ya da bağlı bulundukları müçtehitlerin (müntesip müçtehit olanlar) görüşlerinden dönmüşlerdir. Bu hususta Şâfiî şunları söylemektedir:
“Benim görüşümün zıddına sahih bir hadis bulduğunuzda alın görüşümü duvara çalın. Yol üzerine terkedilmiş (amel edilmeyen) bir hadis gördüğünüzde bilin ki benim görüşüm, o hadistir.”[ref]Kârdâvi, a.g.e., II, 113.[/ref]
Aynı şekilde Ahmed b. Hanbel de insanlara mutlak doğru olarak yalnız Kur’an ve Sünneti kabul etmeyi tavsiye etmektedir: “Ne beni ne Malik’i ne de Evzai’yi olduğu gibi taklit edin. Onlar hükümleri nereden aldılar ve nasıl çıkardılarsa siz de aynı yolu takip edin.”[ref]İbn Kayyım, a.g.e., II, 178.[/ref]
Müçtehit imamları Kur’an ve Sünnet’i hevalarına göre tefsir eden kişiler olarak kabul etmek sonrada bu kabul üzerine onları taklit etmenin caiz olmadığı görüşünü ikame etmek her yönüyle tashihe muhtaç bir düşüncedir.
Ebu Hanîfe’nin köpeğin satılmasına ilişkin görüşüne gelince, iddia edildiği gibi bu içtihadın hadis inkârıyla hiçbir şekilde ilişkisi yoktur. Hanefîlerin bu konudaki yaklaşımı, onların hadisleri anlama ve değerlendirmedeki metodolojileriyle alakalıdır. Nitekim Hanefîler, bu hadisin Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği başka bir hadisle tahsis edildiğini içtihat ve araştırmanının vacip olduğuna, bunların karşıtı taklidin ise caiz olmadığına delalet etmektedir.
Hanefî: İstidlal ettiğiniz bu hadis konuştuğumuz konuya delil olabilecek bir özellikte değildir. Çünkü mesele, fıkhî hükümler noktasındaki taklitle alakalıdır. Hâlbuki istidlal ettiğiniz hadiste geçen “ilim” kelimesinden maksat, ne içtihatta ne de taklitte aranmayan zorunlu (yakin) bilgidir.[ref]Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, II, 1157.[/ref]
Hanefî, Maliki Gibi Nisbeler Ümmeti Böler mi?
Selefî: Müslümanlar müçtehit imamlara nisbet edilerek farklı isimlerle anılıyorlar. Böyle bir nisbet yekvücut olması gereken ümmetin bölünmesine yol açıyor. Halbuki Efendimiz (s.a.v.) zamanında “Sahabi” olmadan gayri bir nisbe yoktu.
Gerekli olduğunu söylediğin taklit Müslümanları farklılaştırmaktadır. Farklı müçtehitler farklı nisbeler, farklı hükümler bütün bunlar nasıl izah edilebilir. Hadise, Kur’an’ın şu ayetiyle ne kadar da örtüşmektedir: “Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar varya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.”[ref]Kur’an, En’am(6): 159.[/ref]
Hanefî: Efendimiz (s.a.v.) zamanında “sahabi” olmadan öte bir nisbe yoktu; bu doğrudur. Fakat bununla istidlal etmeniz yanlıştır. Çünkü saadet asrında yaşayanlar Efendimiz’e arkadaş olarak nisbelerin en üstününe ulaşmışlardır. En üstünü terk edip başka bir nisbe ya da adla anılmak mükemmeli basit müşahhasla değiştirmek anlamına gelir.
Sahabe içerisinde abitler, zahitler hatta Hasan Basri’nin Müçtehit imamların farklı bölgelerde ikamet etmeleri birbirlerinden istifade etmelerine engel olmadı: Ebu Hanîfe, Hz Ali ve İbn Mesud’un irfanla doldurduğu şehir; Kûfe’de yaşamasına rağmen ben oldum demedi İmam Malik’in kitaplarını mütalaa etti. İmam Malik’te Hicret yurdu; Medine’nin müctehidi olmasını gurur vesilesi yapmaksızın, Medine’ye her gelişinde Ebu Hanife’yi buldu ve meseleleri ona arz etti. Öyle ki İmam Malik’in yanında Ebu Hanife’ye ait altı bin fetva vardı.
Mezhepler arasında usulde ihtilaf yoktur. Furû’da ise ittifak edilen hususlar ihtilaf edilenlerden daha çoktur.
Fıkhi meselelerin üçte ikisi mezhepler arasında ayniyet arz eder. Geri kalan üçte bir ise belli bir mezhepte takva dairesinde ele alınırken başka bir mezhepte fetva dairesinde değerlendirilmektedir. Yani hadiseye bir mezhep ihtiyatla bakarken başka bir mezhep kolaylık ekseninde yaklaşmaktadır. Farklı isimler altında muazzam bir birliktelik vardır.
Müçtehit imamların farklı bölgelerde ikamet etmeleri birbirlerinden istifade etmelerine engel olmadı: Ebu Hanîfe, Hz. Ali ve İbn Mesud’un irfanla doldurduğu şehir; Kûfe’de yaşamasına rağmen ben oldum demedi İmam Malik’in kitaplarını mütalaa etti. İmam Malik’te Hicret yurdu; Medine’nin müctehidi olmasını gurur vesilesi yapmaksızın, Yusuf, İmam Muhammed ve Şâfiî’ye talebelik yaptı.
Müctehit imamlar birbirlerinin eserlerini dikkatle okudular. Gençler, yaşça büyük olanların ders halkalarına oturdu. Yeri geldiğinde de hiç yüksünmeden büyük olanın azametini ifade ettiler. İmam Malik Ebu Hanîfe için; “Ben öyle bir adam gördüm ki, eğer şu odun direğin altın olduğunu iddia etse muhakkak ki onun altın olduğuna dair delilleri ikame edebilir.” Şafiî ise; “Fakihler Ebu Hanîfe’nin çoluk çocuğu mesabesindedir.” buyurmaktadır.
Bütün bu ilişkiler müçtehit imamların bir aile olduklarını, birbirlerinden istifade ettiklerini göstermektedir. Hakikat bu minval üzere iken mezhepler birbirine karşıdır, nev’inden mesnetsiz ifadeler sarf etmek, ezbere konuşmaktan öte bir anlam taşımaz.
Yahudi ve Hristiyanların dinlerini parça parça edip gruplara ayrılmalarını “Hanefî”, “Maliki” ya da ”Şafiî” olmakla eş değer kabul etmeniz ise “kıyas meal farık”tır. Çünkü -yukarıda da izah edildiği gibi- mezheplerin görüşleri büyük oranda aynıdır. Dört mezhepte Allah Resulü’nün “Ma ene aleyhi ve ashabi/Ben ve ashabımın üzerinde olduğu yol” ifadelerinde kendini bulan Sünnet ve Cemaat anlayışı üzerine bina edilmiştir. Her bir mezhebin müntesibi diğerinin arkasında namaz kılar, mezhepler arası geçişi meşru kabul ederler. Çünkü özde tamamı Kur’an ve Sünnet’ten neşet etmiştir.
Selefî: Taklidin meşru olması halinde Ömer b. Hattab (r.a.) (ö. 23/644), Ali b.Ebi Talib (r.a.) (ö. 40/661), İbn Mesud (r.a.) ve diğer fakih sahabilerin taklit edilme hususunda sonraki dönem müçtehitlerinden daha üstün bir konuma sahip olmaları gerekir. Bir başka deyişle, eğer taklit caiz olsaydı, elbette ki bu fakih sahabilerden her biri, kendilerine uyulmaya müçtehit imamlardan daha layık olacaklardı.[ref]İbn Hazm, a.g.e., VI, 244.[/ref]
Hânefî: Konuşmanın akışı içerisinde defalarca Saadet Asrındaki müçtehitlerin sayıca sınırlı olduğunu, ashabın çoğunluğunun onları taklit ettiğini ve müçtehit sahabilerin de samimi bir şekilde içtihatlarını mukallitlere bildirdiklerini kaynaklarıyla arz ettim.[ref]Bûtî, a.g.e., s.66.[/ref] Bütün bunlardan sonra hala müçtehit sahabilerin avam tarafından taklit edilmediklerini iddia ediyorsanız malumatınızın tarihi gerçeklerle örtüşmediğini söylemeden öte size ne diyebilirim ki?!
Selefî: Bir önceki fasılda mezhepler arasında muazzam bir birlikteliğin mevcudiyetinden bahsettiniz. Bütün mezheplerin Kur’an ve Sünnetten neşet ettiğini söylediniz. Peki, şu örneklere ne diyeceksiniz: Abdest alınırken başa mesh edilmesi hadisesinde her mezhep farklı bir hüküm beyan ediyor. Yine “Lamestumu’n-nisa/kadınlarla cinsel ilişkiye girdiğiniz zaman” ayeti Hanefîlerle Şafiler arasında derin ihtilafların nedeni… Zannediyorum bu örneklerin “esasta birliktelik” adına söylediklerinizle bağdaşmadığını kabul ediyorsunuzdur?
Hanefî: İfadelerinde bir reddediş var. Birilerinin oyununa gelip Sahih Geleneği reddetmenin hazzını yaşıyorsun. Kendine göre açıklar tesbit edip saldırıyorsun. Ne var ki zayıf gördüğün hususlar muhkem kaleler gibi sağlam esaslar üzerine ikame edilmiştir. Fakat hükümlerin delillerden nasıl istinbat edildiğini bilmeyişin seni yanıltmaktadır. Bu yanılgı neticesinde mezhepleri farklı doğruları olan oluşumlar olarak değerlendiriyorsun. Yani azizim yine sevinemeyeceksin. Çünkü Maide suresinin 6. ayetinde emredilen “mesh” ile alakalı mezheplerin farklı hükümler vermesi Kur’an-ı Kerim’in anlam zenginliğinden kaynaklanmaktadır. “Başınızı meshedin.” Ayetindeki “bi ruisikum” kelimesinin başında yer alan “ba” harfi cerri Ebu Hanîfe’ye göre “İlsak/yapıştırma, dokundurma” anlamındadır. Mesh aleti eldir. Alet olan el miktarı kadar bir bölgeyi mesh etmek gerekir. Elde başın dörtte birine tekabül eder. Gördüğün gibi Ebu Hanife’nin ictihadı Kur’an’a dayanmaktadır.
Şafi’ye göre “ba harfi cerri teb’iz/bölümlere ayırma” anlamındadır. Buna göre kişinin başının üç tane tüyüne mesh etmesi yeterlidir. İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise “ba” zaittir. Dolayısıyla mükellefin başının tamamını mesh etmesi gerekir.
“Lamestümü’n-Nisa” ayeti ile alakalı mütalaalarınız da hadiseyi gereği gibi ifade etmekten acizdir. Taşların yerli yerine oturması için öncelikli fakihlerin bu konudaki içtihatlarını hatırlamamız gerekmektedir.
Fukaha kadına el ya da diğer duyu organları ile dokunan kişinin abdestinin bozulup-bozulmaması noktasında farklı görüşler beyan etmiştir. Bu doğrudur. Nitekim Şafiîlere göre erkek ve kadın arasında perde ya da örtü gibi engelleyici nesneler olmaksızın dokunma gerçekleşirse bundan lezzet alınsın ya da alınmasın ittifakla dokunanın bir rivayete göre de dokunulanın abdesti bozulur. Kadını öpmekte ona dokunmak gibidir.[ref]Ebu İshak ibrahim b. Ali b.Yusuf Firuzabadi Şirazi, el-Mühezzeb fi fıkhi’l-İmami’ş-Şafii, Beyrut, 1995, I, 51; İbn Rüşd, Bidayetü’l-Müctehid, Beyrut, 2000, I, 44-45; Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Muhammed İbn Kudâme, el-Mugni ala Muhtasarı’l-Hıraki, (tah. Muhammed Ali Şahin), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1994, I, 153-154.[/ref]
Ahmed b. Hanbel kadına dokunma ve öpmenin mahiyetine bakar; Erkeğin kadına şehvetle dokunması ya da onu öpmesi abdesti bozar, dokunma şefkatle olursa bozmaz diyor. İmam Malik öpme ile mutlak olarak abdestin bozulacağını söylerken dokunmanın şehvete yönelik olmasını şart koşar. Hanefî’lere göre ise hiçbir şekilde kadını öpme ya da ona dokunma abdesti bozmaz.[ref]İbn.Rüşd, el-Bidaye, I, 45; İbn Kudame, a.g.e., I, 153-154; Serahsi, el-Mebsût, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1986, 67-68.[/ref]
Bu konuda birden fazla görüşün oluşmasının arka planında dokunma anlamına gelen “Lems” kelimesinin Arap dilinde “müşterek” lafız olması yatmaktadır. Usul ilmine göre Kur’an ya da Sünnet’te yer alan bir lafız, sözlük anlamıyla ıstılah anlamı arasında müşterek olursa ıstılah anlamına göre anlaşılması gerekir. Eğer lafız iki ya da daha çok sözlük anlamı arasında müşterek olursa bu takdirde müçtehit tarafından bir takım deliller kullanılarak lafzın tek bir anlama indirgenmesi sağlanır. Müşterek bir lafız iki ya da daha çok kaç anlama geliyorsa, lafızdan anlamların hepsini almak doğru değildir.[ref]Abdulvahhab Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, Lübnan, 1942, s. 144.[/ref] Çünkü böyle bir ameliye karışıklığa sebep olur. Burada müşterek lafzın ikinci boyutu vardır. Yani “lems” lafzındaki “iştirak” (müştereklik) sözlük anlamları arasındadır. Müçtehitlerin bir bölümü “lems” kelimenin elle dokunma anlamını içerdiğini söylerken Hanefî’ler “lems”in cinsel ilişkiden kinaye olduğunu ileri sürmektedirler. Buna göre abdest ayetindeki “lamese”den maksat kadınlara dokunmak değil, onlarla cinsel ilişkiye girmektir. Yani Hanefî fakihlere göre ayetteki müşterek lafız cinsel ilişki, diğer meşhur üç mezhep imamına göre ise dokunma anlamındadır.[ref]İbn Rüşd,el-Bidaye, I, 45; İbn Kudame, a.g.e., I, 153-154; Serahsi, el-Mebsut, 67-68.[/ref]
Üzerinde konuştuğumuz abdest meselesi dahil mezhepler arasında ihtilafa medar olan bütün hususlarda telfike düşmeme şartıyla
Selefî: Hem avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğinden bahse-diyor hem de bir nevi taklit olan telfikin haram olmasından söz ediyorsun. Bu bir tezat değil midir?
Hanefî: Telfik yapılarak ulaşılan hüküm eğer hiçbir mezhepte mevcut değilse bu durumda mukallit içtihat yapmış olur. İçtihat için gerekli malumata sahip olmayan kişinin içtihat yapması ise haramdır. mukallitlerin farklı mezheblerin içtihatlarından istifade etmeleri caizdir. Eğer aralarında usulde bir ihtilaf olsaydı şüphesiz bu caiz olmazdı.
Hadiseyi daha anlaşılır bir hale getirmek için müşterek bir lafız olan “lems” kelimesinden hareketle bir örnek verelim: Şafii mezhebine bağlı bir mukallit, şehvet amacı ile olmayan bir dokunma ile abdestin bozulmayacağını söyleyen İmam Malik’i, Onun abdest için ön gördüğü başın tamamını mesh etme, tertip ve uzuvları peşi sıra ara vermeden yıkama gibi vaciplere riayet ederek48 taklit etse, caiz midir?
El-Cevap : Caizdir.
Yani bu durumdaki bir Şafii, abdestin bozulmaması noktasında İmam Malikî taklit edebilir.
Telfik Niçin Haram?
Selefî: Hem avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğinden bahsediyor hem de bir nevi taklit olan telfikin haram olmasından söz ediyorsun. Bu bir tezat değil midir?
Hanefî: Telfik yapılarak ulaşılan hüküm eğer hiçbir mezhepte mevcut değilse bu durumda mukallit içtihat yapmış olur. İçtihat için gerekli malumata sahip olmayan kişinin içtihat yapması ise haramdır.
Hadiseyi şöyle bir örnekle izah edeyim: Abdest alan kişi vücudundan kan aktığında, “kanın akması abdeste engel değildir” diyen İmam Şafiî’yi, kadına dokunduğunda ise; “kadına dokunmayla abdest bozulmaz” diyen Ebu Hanîfe’yi taklit ederek hükümde telfik yapsa, böyle bir ameliye caiz değildir. Çünkü hem kanın akması hem de kadına dokunma ile abdestin bozulmayacağını söyleyen hiç bir müçtehit olmadığından ortaya çıkan yeni hüküm bir içtihat olur. Sahibi de içtihada ehil olmadığından harama irtikâp etmiş addedilir. Görüldüğü gibi tezat, telfikle taklit arasındaki münasebette değil, doğru bilgi ile senin arandadır.
Selefî: Müçtehit imamların mesh ile alakalı hükümlerde ya da diğerlerinde farklı içtihatlara ulaşmalarının arka planında ilmi hakikatlerin olduğunu anladım. Fakat şunu merak ediyorum: Serahsi gibi bazı “muhakkik” fakihler müçtehit imamların aynı konularda farklı içtihatlara ulaşmalarına etki eden başka amillerden de bahsediyorlar, siz bu söylenenleri ilmi buluyor musunuz?
İnsan Hayatının Mükemmel Okunuşu: İctihat
Hanefî: Müçtehitler her hangi bir konuda hüküm verirken nassın müsaade ettiği ölçüde insanların maslahatını dikkate almışlardır. Bunun içindir ki İmam Şafiî Mısır’a gittikten sonra halkın ihtiyaçlarını dikkate alarak bazı fetvalarında değişikliğe gitmiştir.
Hadiseyi bir örnek bağlamında izah edersek şunları söyleyebiliriz: Nisa 4/43′de teyemmümü gerektiren haller bahsinde zikredilen ve kadına dokunma anlamına gelen “lamese” kelimesini Ebu Hanîfe’nin cinsel ilişki, İmam Şafiî’nin ise kadına dokunma anlamında algılamalarına ayet lafzının yanı sıra yaşadıkları çevrenin coğrafi ve sosyo-kültürel şartları da etki etmiştir. Genellikle kırsal bölgelerde yaşayan insanlara hitap eden İmam Şafii’nin “lamese” kelimesini kadına dokunma anlamında algılaması insanlara artı bir meşakkat getirmediği gibi onları kadınlarla halvet olup kötü yollara düşmekten de alıkoymaktadır.
Dağlarda ya da geniş arazilerde yaşayan insanların abdestli hallerinde birbirlerine değmeleri mümkün değildir. Hadisenin bu boyutu kolaylığı temin eder. Ayrıca nüfus yoğunluğu itibariyle sayıları az olan insanların yaşadıkları geniş arazilerde (kadın-erkek) birbirlerine yaklaşmaları/dokunmaları şehevi duyguların tetiklenmesine sebep olur. Bu açıdan da içtihat koruyucu bir anlam içermektedir.
Şehir kültürünün hâkim olduğu bir ortamda yaşayan Ebu Hanîfe’nin ise “lamese” kelimesini cinsel ilişki anlamında alması, fukahanın fıkhi meseleleri tasavvur ederken maslahatı ne derece dikkate aldıklarını göstermektedir. Medeni (şehirli) insanlara hitap eden Ebu Hanîfe, muhataplarının dar mekânlarda/caddelerde izdiham halinde yaşadıklarına tanık olduğundan kadına dokunmayla abdestin bozulmayacağını söylemiştir. Aksi takdirde camiye gitmek için insan yoğunluğu olan bir caddeden geçmek zorunda olan ve bu geçiş esnasında gayri ihtiyari olarak bir kadına dokunan (ya da tavaf esnasında kadına değen) herkes yeniden abdest almak zorunda kalacaktı.
Aynı bakış açısını diğer ihtilaflı meselelere de teşmil edebilirsin.
Selefî: Nasıl yani?
Hanefî: Mesela imamın arkasında cemaatin “fatiha” yı okuyup-okumaması hadisesi… Ebu Hanîfe’nin okumama, Şafiî’ninse okuma yönünde içtihat etmelerine ayet ve hadislerin[ref]Karşılıklı deliller için bkz. Ali el-Kâri, a.g.e., I.[/ref] yanı sıra insanların sosyo-kültürel durumu da etki etmiştir. Şöyle ki, Hanefîler şehirlerde toplumsal bilincin egemen olduğu bölgelerde yaşadıklarından sorunlarını cemaat şuuru içerisinde çözmeye çalışırlar.
Bir hadise karşısında tek tek konuşma yerine sözcüler/mümessiller/dernekler vasıtasıyla sorunlarını arz ederler. Şafiîlerse genellikle köylerde ikamet ettiklerinden sıkıntılarını ferden ferda arz etme yolunu tercih ederler. Ancak böyle tatmin olabilirler. Namaz da, bütün sorunları çözen Allah Teâla’ya halleri arz ediştir, münacattır. Ebu Hanîfe’ye göre imam bütün cemaat adına Allah Teâlâ’ya münacatta bulunur. Cemaat bunu yeterli bulur. Fakat İmam Şafii aralarında yaşadığı insanların halet-i ruhiyelerini dikkate alarak ayrı ayrı Fatiha okumayı, ferden ferda münacatta bulunmayı uygun görür. Tabi ki müçtehitler bütün bu açılımları nassların müsaade ettiği sınırlar çerçevesinde yaparlar.
Selefî: Bu söylediklerin müçtehitlerin bir takım ferdi ve içtimai kriterleri dikkate alarak Kur’an’ın hakikatini değiştirdiklerine işaret etmektedir. Böyle bir yaklaşımın neresine fıkıh diyebiliyorsun?
Hanefî: Söylenenleri anlamamakta ısrar ediyorsun. Ben müçtehitlerin içtihat ederken Kur’an ve Sünneti mutlak anlamda bağlayıcı kabul ettiklerini, maslahatı ise sadece Kur’an ve Sünnet’in müsaade ettiği meşru ölçüler dâhilinde dikkate aldıklarını söyledim. Aksi bir maslahat şer’i dilin ifadesiyle; “maslahat-ı mülga”dır ki ona hiçbir müçtehit itibar etmemiştir.
Muhammed Bakır ve Ebû Hanîfe
Müçtehit imamların maslahatı dikkate alarak içtihatta bulunmalarını Kur’anî ifadeleri değiştirmek olarak telakki etmek zati alileriniz adına ciddi bir bilgi fukaralığına işaret etmektedir. Fakat fukaralıkta yalnız değilsin, kadim zamanlara değin dostların var. Çünkü müçtehit imamlar hakkında bu nevi ifadeler sarf eden ne ilk ne de son kahramansın!
Örneğin Ebu Hanîfe hakkında benzer ithamları gündeme getirenlerin nesebi ta Muhammed Bakır’a (r.a.) (ö. 114/732) (Aslında Muhammed Bakır burada masumdur. Çünkü Onun sorgusu, Ebu Hanife’yi tanımamasından kaynaklanmaktaydı.) uzanır. İki imam arasında ki konuşma eğer dikkatle dinlersen senin için de “efradını cami’ ağyarını mani” bir cevap olacaktır:
“Muhammed Bakır’a, Ebû Hanife’nin taabbudi hükümler üzerine kıyas yaparak İslam’ın özüne muhalif bir tavır içinde olduğu anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır Medine’de Ebû Hanife ile karşılaşır ve ona, “sen kıyasla amel ederek dedem Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine muhalefet ediyorsun öyle mi, diye sorar?”
- Ebû Hanife; “bu ithamdan Allah’a sığınırım. Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dikkat edeyim. Çünkü Allah Resulu’nün (s.a.v.) ashabına üstünlüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var…”
Bu ifadeler üzerine Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a; “Sana üç tane soru soracağım bana cevap ver.” der.
“Verdiğim cevaplar aklı mı dinin emrine yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi kanıtlayacaktır.
- Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür?
- Kadın.
- Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?
- Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır.
- Eğer bu konuda kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür.
- Namaz mı oruç mu daha üstündür?
- Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder hayızlı bir kadına orucu değil namazı kaza etmesini emrederdim.
- İdrar mı yoksa meni mi daha pistir?
- İdrar.
- Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin, meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın çıkmasından dolayı gerektiğini söylerdim.”
- Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır, Ebû Hanife’yi alnından öperek kutlar.[ref]Hafızu’d-Din b. Muhammed el-Kerderi, Menâkib-u Ebi Hanife, Daru’l-Kitabi’l-Arabi Beyrut, 1981, II, 221-222.[/ref]
Ebu Hanife ile Muhammed Bakır arasında cereyan eden konuşmada da görüldüğü gibi müçtehit imamlar Kur’an ve Sünnet’i tartışmasız mutlak ölçü kabul etmişlerdir. Hayata göre bir İslam değil İslam’a göre bir hayatın mücadelesi içerisinde yer almışlardır. Onların içtihatlarında akıl, peşinden gidilen değil, İslam’ın peşi sıra gidendir.
Hadise Rağmen Taklit Mümkün Mü?
Selefî: Mukallit fakihlerin hadise rağmen bağlı bulundukları mezhep imamlarının görüşlerini tercih etmeleri ve bunu “Mecamiu’l-Hakaik” müellifi Hadimi gibilerin “akval-i fukaha nususa müreccehtir.” şeklinde bir kaide çerçevesinde sunmaları sizce ne kadar İslami’dir?
Hanefî: Mukallit fakihler hadisle, taklit ettikleri müçtehitlerin içtihatlarının çeliştiği durumlarda taklidi terk edip hadisle amel etmişlerdir. Nitekim Hanefîlerden Kasani, “Bedaiu’s-Senai” de hacamat yaptıran kişi, orucum bozuldu zannıyla yiyip-içse ona keffaret gerekir mi[ref]Alauddin Ebu Bekir b. Mesud Kasani, Bedaiu’s-Senai, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, II, 622.[/ref] meselesini tahlil ederken fukahanın hadisin zahiriyle amel etmesinin vacip olduğunu söylemektedir.
Hadimi’nin “Fakihlerin içtihatları nasslara tercih edilir” sözü ise avam için geçerlidir. Avam, hadisle müçtehidin içtihadının bir birine muvafık olmadığını gördüğünde yine müçtehidi taklit etmeye devam eder. Çünkü O, şer’i nassların ve hadis-i nebevilerin manalarını, tevillerini, rivayet edilen hadislerin sıhhat derecelerini, neshle ilgili olup-olmadıklarını bilemez. Muhtemeldir ki ictihatla çelişen hadisler haddi zatında sahih hadis değillerdir. Zayıf ya da mevzudurlar. Ya da zahir anlamları kast edilmemektedir, müevveldirler. Belki aynı hususta onlardan senedi daha sağlam olan bir hadisle tearuzları söz konusudur. Bu yüzden o hadislerle amel edilmemiştir. Avam ile avam hükmünde olanların bunları bilmeleri mümkün olmadığından onlar için her hâlükârda en uygun olan bir müçtehidi taklit etmektir.
İstismar Edilen Mektup
Selefî: Söylediklerinizin önemli bir bölümü hakikati yansıtmamaktadır. Buna delil olarak şu hadiseyi nakletmem yeterli olur kanaatindeyim: İmamü’l-Harameyn’in (ö.478/1085) babası Abdullah b. Yusuf el-Cüveyni (ö.438/1046) “el-Muhıt” adında bir fıkıh kitabı yazmaya başlar, eseri kaleme alırken de sahih hadislere bağlı kalmaya özen gösterir. Kitabın ilk üç bölümünün müsveddelerini tamamladığında onları tahlil ve tashih etmesi için hadis âlimi Beyhaki’ye (ö.458/1066) gönderir. Ne var ki Beyhaki hadislerle istidlal edip İmam Şafii’ye muhalefet eden Cüveyni’yi bu kitabı tamamlamaktan vazgeçirir.
Hanefî: Hadiselere Bektaşi mantığıyla yaklaşıyorsunuz. Hâlbuki ilmin ahlakı her şeyden önce sadakat ister. Eğer sizde ilme karşı bir sadakat olsaydı hadiseyi bir bütün halinde naklederdiniz.
Selefî: Nasıl yani?
Hanefî: Sizinde iyi bildiğiniz gibi Beyhaki, Cüveyni’nin müsveddelerini okuduktan sonra Ona uzun bir mektup yazar. Mektubunda Cüveyni’nin hatalarına işaret eden Beyhaki: “İmam Şafii’nin terk ettiği yani amel etmediği, delil olarak kullanmadığı hadislerin gizli kusurlarının olduğunu…” bir bir isbat eder. Bu mektubu kendi için rehber kabul eden Cüveyni de İmam Şafi’yi taklide devam eder ve eserini tamamlamaktan vazgeçer.[ref]Abdu’l-Vahhab b. Ali İbn Sübki, Tabakâtü’ş-Şafi’iyyeti’l-Kübrâ, Mısır, 1967, V, 77-90.[/ref]
Söz konusu olayda bir hadis allamesi olan Beyhaki, Cüveyni’nin hadislerini tahlil ediyor ve hadisle ilgili kriterleri de dikkate alarak ona bir takım tavsiyelerde bulunuyor. Bu, sahasında uzman olan her âlimden beklenen tabii bir tavırdır. Hadiseyi farklı mütalaalara malzeme yapmak doğrusu anlaşılır gibi değildir.
İctihat Duruşması
Selefî: Siz -bu cevabınızla- mukallit âlimlerin taklit devrinde yaşayan müçtehit fakihleri içtihat yapmaktan alıkoymadıklarını söylemeye çalışsanız da tarih bunun zıddı örneklerin mahşeri gibidir. Örneğin Osmanlı Devletindeki yetkili âlimlerin mutaassıp Hanefîlerden oluşması birçok müçtehidin içtihat yapmasına mani olmuştur. Hadiseyi doğru tahlil edebilmeniz için farklı boyutları dikkate almanız bir zorunluluktur.
Hanefî: İddianızın hilaf-ı hakikat olması, taklit hadisesini ideolojik kaygılarla ele aldığınızı göstermektedir.
Duruşuna dair bir değerlendirme yapmak gerekirse şunlar söylenebilir: Başkalarında aradığın bu yüzden de bulma bahtiyarlığına eremediğin; meseleleri çok yönlü tahlil etme özelliği, itiraf edeyim ki sende tek bir şubesi ile dahi mevcut değildir. Bu yüzden ekmek ve sudan ziyade, bende olmasını istediğin şeye muhtaçsın.
Devlet-i Aliyye’nin âlimlerini yargılamadan evvel tabakat-ı fukaha kitaplarına baksaydın söylediklerinin gerçeği yansıtmadığını görecektin. Zira söz ve davranışlarıyla bağlı bulundukları mezhebin fetvalarını ictihadlarıyla aşan fakihler tenkit edildiklerinde, kendilerinin müçtehit, yaptıkları işinde içtihat olduğunu söyleyince mukallit âlimler tarafından saygıyla karşılanmışlardır. Konuyla alakalı olarak Taşköprüzade (ö.960/1553) Şakaik’in de şöyle bir olay nakletmektedir: Sinan Paşa (ö.891/1486) Şeyh İbn el-Vefa’nın (ö.896/1491) müritlerindendi. İbn el-Vefa Hanefî olduğu halde namazda besmeleyi açıktan okurdu. Müfti’l-Enam Molla Gürani (ö.893/1488) İstanbul ulemasını bir gün camiye topladı, maksadı İbn el-Vefa’yı mezhebe muhalif olan amelden alıkoymaktı. Meclise Sinan Paşa da geldi, toplantının sebebini öğrendikten sonra, Molla Gürani ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:
- Beklediğiniz zat gelince “Ben ictihat ettim ve ictihadım besmeleyi açıktan okumamı gerektirdi” derse ne cevap vereceksiniz.
- O müctehid midir?
- Evet! Kur’an-ı Kerim’in tefsirini bütün incelikleriyle bilir, Kütüb-i Sitte ezberindedir ayrıca ictihadın şartlarını, usül ve kaidelerini de bilmektedir.
- Sen buna şehadet eder misin?
- Evet!
- Kalkın arkadaşlar, böyle şahidi olan birisine itiraz edilemez.[ref]Ahmed Isamüddin Taşköprülüzade, eş-Şagaiku’n-Nümaniyye, İstanbul, ty., s. 73; Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s. 296.[/ref]
Müntesip müçtehitlerin ictihad yolundaki asil yürüyüşleri taklit devrinde de devam etmiştir. Toplumsal baskının onları yıldırdığı iddiası, her biri bir cesaret ve onur abidesi[ref]Karaman, a.g.e., s. 298.[/ref] olan o güzel insanlara saygısızlıktır.
Cürcani’nin Fetvası
Selefî: Konuşmanın ilk fasıllarında dört mezhepten herhangi birini taklit etmenin caiz olduğunu söylemiştiniz. Madem bunlar bahsettiğiniz özelliklerden dolayı taklit edilmeye daha layıktır, niçin fakihler insanların kendi mezheplerinden başka mezheplere geçişlerine mani olmaya çalışmışlardır?
Hanefî: Nasıl yani?
Selefî: Nasıllığı aşikâr. Bir örnekle izah edeyim: “Ebû Bekir el-Curcani (ö. 522/1128) zamanında, Hanefî mukallitlerden birisi, Şafii bir adamın kızı ile evlenmek istemiş, kayınpeder olacak adam Hanefî mezhebini taklit eden damat adayına, ancak Şafii mezhebine geçmesi koşulu ile kızını verebileceğini aksi takdirde bunun imkânsız olduğunu söylemiş, bunun üzerine Hanefî olan damat mezhep değiştirerek kızla evlenmiş. Şafii bir kadınla evlenebilmek için, mezhep değiştiren bu adamın durumu el-Curcani’ye sorulduğunda Cürcani adamın günahkâr olduğunu söylemiştir. Madem dört mezhep haktır niçin birinden ötekine geçen günahkâr kabul edilmektedir?
Hanefî: Hadiseyi doğru teşhis edemediğinizden yanlış yargılara varıyorsunuz. Cürcani’nin günah dediği mezhep değiştirmek değil, kadına ulaşmak için dini bir meseleyi basite indirgemektir. Bu nevi bir mezhep değiştirme dini meselelerin kutsallığını ihlal eder. Naklettiğiniz hadiseyle alakalı Allame İbn Abidin, Cüveyni adına şunları söylemektedir “Damadın nikâhı sahihtir. Fakat mezhep değiştirirken günaha girmiş olmasından endişe ederim. Çünkü mezhebini küçük gördü, bir kadın uğruna onu terk etti. Eğer kadınla evlenmek için değil de, yaptığı bir içtihat neticesinde mezhep değiştirseydi bu hareketi takdir edilir, Allah katında da sevap kazanırdı.”[ref]Muhammed Emin İbn Abidin, Reddül-Muhtar ala’d-Dürri’l-Muhtar, Daru’l-Fikr, 1979, IV, 80.[/ref] Görüldüğü gibi karşı çıkılan mezhep değiştirme değil, değişmenin şeklidir. İçtihat neticesinde mezhep değiştirene ise günah değil sevap müjdelenmektedir.
Mezhep Değiştiren Âlimler
Selefî: Eğer mezhep değiştirmek âlimler nezdinde yanlış mütalaalara vesile olmasaydı İslam tarihinde mezhep değiştiren bir çok alim olurdu. Fakat tabakat kitaplarında bu tür bilgilere ulaşmak imkânsızdır. İmkânsızlık ise yokluktan kaynaklanmaktır.
Hanefî: Okumadığınız meseleleri reddetme hakkını size kim veriyor? Sonra nereden iddia ediyorsunuz âlimlerin mezhep değiştirmediğini? Bu nevi bilgileri “Bin Baz’ın, Useymin’in” kitaplarında bulamazsın. Eğer merakın, öğrenme aşkından kaynaklanıyorsa işte buyur mezhep değiştiren allamelerden bir kaçı:
Mâliki mezhebinin önde gelen fakihlerinden Abdulaziz b. İmran el-Huza’i (ö.234/848), İmam Şâfiî Bağdat’a gidince mezhep değiştirerek Şâfiî olmuştur.
Ebû Cafer Tahavi (ö.321/933), önce Şafii mezhebine mensuptu, hayatının ilerleyen yıllarında mezhep değiştirerek Hanefî olmuştur. Meşhur muhaddis Hatib el-Bağdadi (ö.463/1070) Hanbeli iken, mezhep değiştirip Şâfiî mezhebine; Âmidi, Hanbeli mezhebinden Şâfiî mezhebine geçmiştir. Nahiv âlimi Muhammed b. Dahhan’ın (ö. 612/1215) bu konudaki durumu ise ilginçtir. Çünkü o Hanbeli iken Şafii olmuş, halife oğluna nahiv öğretecek bir âlim isteyince de Hanefî mezhebine geçmiştir. Nizamiye medresesindeki nahiv kürsüsü boşalınca, orada ders okutabilmenin bir şartı da Şâfiî olmak olduğundan tekrar Şafii mezhebine geçmiştir.[ref]Abdulvahhab b. Ahmed b. Ali Şa’rani, , el-Mîzanu’l-Kübrâ, Daru’l-Kutubi’l- İlmiyye, Beyrut, 1998, I, 50; Hafnâvî, a.g.e., s.240-241.[/ref]
Yukarıda adını verdiğimiz fakihler, bağlı bulundukları mezhepler içerisinde ilmi kariyere sahip kişilerdi.
İmam Suyûti (ö. 911/1505), kendinden önceki âlimlerin; Maliki mezhebine mensup bir mukallidin, Hanefî ya da Şafii oluşuna, sonra Hanbeli mezhebine geçişine, ardından tekrar Maliki mezhebine dönüşüne tepki göstermediklerini söylemektedir. Suyûti’ye göre onlar, bir mezhepten diğerine geçen kişiyi sadece mezhepleri oyuncak haline getirmesi durumunda eleştirmişlerdir.[ref]Şa’rânî, a.g.e., I, 50.[/ref] şekilde tadat etmek mümkündür:
- Mukallit iki ya da daha fazla mezhebin hükümlerini icmaya aykırı şekilde bir araya getirip telfik yapmamalıdır.[ref]Şa’rânî, a.g.e., I, 49; Hafnâvî, a.g.e., s.239.[/ref]
- Mukallit, taklit edeceği müçtehidin ilmi açıdan üstünlüğüne inanmalıdır.-[ref]Şa’rânî, a.g.e., I, 49; Hafnâvî, a.g.e., s.240.[/ref]
- Mukallidin özellikle ruhsatlarda taklit edeceği müçtehitlerin dini durumlarını yakından bilip/tanıması gerekir.[ref]Şa’rânî, a.g.e., I, 49; Hafnâvî, a.g.e., s.240.[/ref]
- Mezhep değiştirme kısmen olmamalıdır. Buna göre, bir tek konuyla sınırlı olmamak şartıyla bir Hanefî, Şafii mezhebine geçebilir. Örneğin, Hanefî mezhebine bağlı bir mukallidin vücudundan çıkan kan akar ve mukallit Şâfiî mezhebine uyarak bu kanı yıkamadan namaz kılarsa, kıldığı namaz bâtıl olur. Her ne kadar İmam Şâfiî, kanın abdesti bozmadığını söylese de, namazdan önce yıkanmasının vacip olduğunu söylemektedir.[ref]Şa’rânî, a.g.e., I, 50.[/ref]
- Mukallit, devlet başkanları nezdinde itibar görmek, bürokraside yüksek bir konuma gelmek gibi dünyevi kaygılarla mezhep değiştirmemelidir. Böyle yapan kimselerin durumu, sevdiği kadınla evlenebilmek için hicret eden ve bu yüzden Allah Resulü (s.a.v.) tarafından yerilen adama benzer.[ref]İbn Mes’ud diyor ki: Bizim zamanımızda Umm Kays isimli bir kadınla nişanlanan bir adam vardı, kadın ona evlenmek için hicret etmeyi şart koşunca kadınla evlenebilmek için hicret etmişti.Bu yüzden biz ona Umm Kays için hicret eden adam derdik. Şihabuddin Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b. El-Askalâni İbn Hacer, Fethu’l-Bâri bi Şerhi Sahihi’l-Buhâri, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1998, I, 13; Ebû Tayyib Muhammed Şemsu’l-Hak Azimâbâdi, Avnu’l-Ma’bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, VI, 298-299; Nevevi, a.g.e., VII, 48.[/ref] Fukaha, dünyevi çıkarlara dayalı bu tür mezhepler arası geçişi tasvip etmemiştir.[ref]Şa’rânî, a.g.e., I, 52; Hafnâvî, a.g.e., s.243.[/ref] Hatta bazı Hanefi fakihler böyle birisinin ta’zir cezası alması gerektiğini de söylemiştir.
- Geçmek istediği mezhebi bağlı bulunduğu mezhepten anlama açısından daha kolay bulan bir mukallidin de mezhebini değiştirmesi gerektiği, hatta önceki mezhebinde ısrar etmesinin haram olduğu belirtilmiştir. Çünkü mukallidin anladığı bir mezhebe bağlanması, bilgisiz bir şekilde önceki mezhebine devam etmesinden daha hayırlıdır.[ref]Şa’rânî, a.g.e., s.53.[/ref]
Hanefîlerce meselede müçtehit kabul edilen İmam Tahavi (ö.321/933) Şafii mezhebinden Hanefî mezhebine geçmiştir. Tahavi, dayısı ve İmam Şafii’nin talebesi olan Müzeni’nin fıkıh derslerine katılır ancak konuları tam kavrayamadığından sık sık Ebû Hanife’nin kitaplarına müracaat ederdi. Tahavi’nin bu tavrında rahatsızlık duyan dayısı Müzeni, bir gün ona “Allah’a yemin olsun ki; senden hiçbir şey olmaz” der. Bu ifadeden alınan Tahavi Hanefî mezhebine geçerek orada fakih olur ve zamanla değerli eserler kaleme alır. Hatta bazı konularda da Ebû Hanife’ye muhalefet eder. Kendisine yöneltilen zor soruları çözdüğünde ise: “Allah (cc) dayıma merhamet etsin, eğer yaşamış olsaydı yaptığı yemininden dolayı kendisine kefaret gerekecekti” derdi.[ref]Abdulâli Muhammed b. Nizameddin Muhammed Leknevi, el-Fevâidü’l-Behiyye fî Terâcimi’l-Hanefîyye, Daru’l-Erkam, Beyrut, 1998, s.59-60.[/ref]
- Mukallidin, mezhebini dini ve dünyevi hiçbir gaye olmaksızın değiştirmesi de caizdir. Fakat dini ve dünyevi gayelere bağlı olmaksızın mezhep değiştiren kişi fakih olursa, bu durumda onun mezhep değiştirmesi mekruh olur.[ref]Şa’rânî, a.g.e., I, 53.[/ref] Çünkü önceki mezhebini terk eden fakihin yeni mezhebini öğrenmesi uzun zaman ister. Hâlbuki fakih, yeni bir mezheple ilgilenip zamanını harcamak yerine bildikleri ile amel etmelidir.[ref]Şa’rânî, a.g.e., I, 53.[/ref]
Mutlak anlamda mezhepler arası geçişi yasaklayan fakihler, tesbit ettikleri bu şartlarla mezheplerin, insanlar tarafından istismar edilmesine mani olmuşlardır.[ref]İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar, IV, 80. 12 Mayıs 2008.[/ref] Yoksa bağlı bulundukları mezhebi diğerlerinden daha üstün gördüklerinden böyle bir yaklaşım içinde olmuş değillerdir.
Selefî: Müctehitler hatadan masum değillerdir. Avamı onları taklit etmeye çağırmak bir anlamda hataya yönlendirmektir. Çünkü taklit edilen müctehidin ictihadında isabet edip-etmediği kesin değildir. Allah Teâlâ’nın Müslümanlara bu durumdaki kişileri taklit etmelerini emretmesi ise söz konusu olamaz.
Hanefî: Mukallit, içtihat edecek seviyede bir ilme sahip olmadığından onun hataya düşme ihtimali, müçtehidin hataya düşme ihtimalinden çok daha yüksektir. Sonra müctehidin hata etmesi avamla aynı değildir. Müctehit hataya düşse bile sevap kazanır. Ayrıca fıkıh kitapları tedvin edilirken aynı konudaki farklı fetvalardan hangisinin daha muteber olduğu “tercih” dirayetine sahip âlimler tarafından belirtilmiştir. Fakat bunun anlaşılabilmesi için “fetva usulü” ilminin bilinmesi gerekir. Avam bu ilimden mahrum olduğundan “hükmü” direkt olarak bütün görüşleri içeren fıkıh kitaplarından değil de onları okuyup anlayabilen fakihlerden (Nakılu’l-Fetva) ya da fetva kitaplarından öğrenmelidir. Fukaha, mukallidin en doğru ictihatla amel etmesi için bütün imkânları hazırlamıştır. Bu yüzden, onun için en güvenilir yol, bir müçtehidi taklit etmektir.
Ayrıca, Kur’an ve Sünnet’in açıklanmaya muhtaç, “zahir”, “nas”, “hafi”, “müşkil” vb. özelliklere sahip kapalı ifadelerine içtihadla açıklık kazandırmanın ciddi anlamda bir fıkıh melekesine sahip olmayı gerektirdiği unutulmamalıdır. İçtihadın şartları ve nasıl yapılacağını bilmesi şöyle dursun, içtihat olgusunun ne demek olduğunu dahi tam kavrayamayan avamı, içtihadla sorumlu tutmak ve taklidi tercihlerinden dolayı müşriklerle aynı kategoride değerlendirmek öyle vahim bir durumdur ki; cehalet kelimesi onun büyüklüğünü ifade etmede son derece küçük kalır.
…
Daha neler ve neler konuşuldu. Fakat buradan sonrası yerin azizliğine uğradı. Noktalarla geçiştirdiğimiz bölümleri belki ilerde kitap çapında bir çalışmanın içerisinde okuyacaksınız. Fakat merakınızı gidermek için konuşmanın son cümlelerini arz ediyorum:
Selefî: Zihnen yoruldum. Tükendim desem daha doğru olur. Sünnet ve Cemaat âlimlerinin eserlerini okumayışım beni onlara karşı mağrur etmişti. Fakat bu konuşma, onlarsız İslam’ı anlamanın nafile bir gayret olduğunu bana gösterdi. İçimden adım İbn Teymiye değil de Ebu Hanife ya da Muhammed b. İdris Şâfiî’dir demek geçiyor.
Anladım ki tek doğru anlayış usulü Sünnet ve Cemaat âlimlerine aittir. Allah Teâlâ onlardan razı olsun.
Hanefî: Âmin.