Bedri Gencer yazdı: Din-laiklik çatışmasından din-ilahiyat çatışmasına

Günümüzde ilahiyatçıların sempozyumlarla deizmin kaynağını dışarıda aramaları, trajikomiktir. “İlahiyatta düzgün olanlar çoğunluk, bozuk olanlar azınlıktır” diye kendilerini kandıran ilahiyatçıların göremediği hakikat şuydu: Sivri çıkışlarıyla kamuoyunun tepkisini çeken Yaşar Nuri Öztürk, Mustafa Öztürk gibi isimler, ilahiyatta mucize inkârcılığıyla oluşan buzdağının ucuydu.İlahiyatta asıl mesele, sünnet-bid’at ayırımının ötesinde ilim-cehalet ayırımıdır.Türkiye’de kaos, dindeki otoritenin kaybıyla katlandı.

Deizmden Laikliğe…

Hak, lafzen sabit demekse, Marshall Berman’ın tabiriyle “katı olan her şeyin buharlaştığı” modernlik, sabitelerin kaybı, batılın hâkimiyeti demektir. Modern dünyada hakkın kaybından kaynaklanan anarşi ve kaos, Türkiye’de hilafetin ilgası sonucunda dinin otoritesinin kaybıyla katlandı. Bu anarşi ve kaos, Türkiye gibi ezelî Hira-Olimpos, Hak-Batıl savaşının kızıştığı bir ülkede “at izinin it izine karışması” tabiriyle özetlenebilecek iki vahim sonuç doğurdu: Kavramların ve kimliklerin karışması. Yani din ne, iman ne, sekülarizm ne, bunların mahiyetleri belirsiz hâle gelince hak ile batıl, mümin ile kâfir birbirine karıştı. Sonuç, bilhassa sosyal medyada sadece sekülaristlerle müminlerin değil, müminlerin bile kendi aralarında çekişip durmasıdır. O yüzden Türkiye’de samimî aydınların ana işi, kavramları ve kimlikleri netleştirmek olmalıdır ki âcizane bir ilim adamı olarak hayatım boyunca yapmaya çalıştığım iş de budur.

Batı’da sekülerleşme uzun bir süreçte, organik bir şekilde gerçekleşti. Bu yüzden Batılı insanlar, en azından dinin ne olmadığını, laiklikle sekülarizmin ne olduğunu bilerek tavırlarını, saflarını belirlediler. Ancak bizde bir gecede şeriattan laikliğe geçişle dinin mânâsı kaybolduğu gibi, mânâları belirsiz laiklikle sekülarizm de ölümcül bir çekişmenin sebebi oldu. Laiklik ile sekülarizm, aslında Eski Batı Avrupa ile Yeni Batı Amerika’nın ürünü olarak ayrılabilirler. Avrupa’da din (kilise)-devlet münasebeti, Katolik Batı Roma ile Ortodoks Doğu Roma’da (Bizans) tersine kuruldu. Batı’da din (Kilise), devleti, Doğu’da tersine devlet, dini (kilise) hâkimiyeti altına aldı.
O yüzden Paris modeli laiklik, devletin dinden ayrılığı, İstanbul modeli laiklik ise devletin dini kontrolü esasına dayandı. Ölümcül din-devlet rekabetiyle dolu bu tür bir tarihî mirastan âzâde olduğu içindir ki Yeni Batı Amerika’da laiklik ile sekülarizmin örtüştüğü hakikî mânâda din ile devletin ayrılığı gerçekleşti. Kavram kargaşasıyla mütemayiz modern çağda deizm, sekülarizm, laiklik gibi kavramların mânâlarıyla birlikte birbirleriyle irtibat tarzları da karışmıştır. Birbirine bağlı bu kavramların mânâlarını şöyle netleştirebiliriz:

Deizm (Tanrı-dünya (Allah-Rab) ayrılığı)
Sekülarizm (Din-dünya ayrılığı)
Laiklik (Din-devlet ayrılığı)

Görüldüğü gibi sekülarizm, laikliği deizme bağlayan kavramdır. Deizm-laiklik irtibatı, tabiî kanun (hukuk)-pozitif kanun ayırımında daha net görülür. İlahî dinin hukuku şeriat, deizm denen tabiî dinin hukuku hikmettir (tabiî kanun). Laik devletin pozitif kanunu, deizmin tabiat kanunu olarak hikmette temellenir.
Bizantin laikliğe “İstanbul modeli laiklik” dememiz, Bizans-Osmanlı-Türkiye arasındaki tarihî sürekliliğe işaret içindi. İstanbul’u alan Osmanlının hükmen varisi olan Kemalist Cumhuriyet, devletin dini kontrolü esasına dayalı Bizantin laikliği daha büyük bir gerilimle uygulamak zorundaydı. Daha büyük bir gerilimden kastım, İslâm’ın son hak din olmasından dolayı din ile diyaneti aynı anda kontrol zaruretiydi. Kemalist cumhuriyet, Müslümanların devlete dokunmasını önlemek üzere “diyaneti kontrol” için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, ancak zamanla bunun yetersiz kaldığını görünce İslâm’ın devlete dokunmasını önlemek, onu dönüştürmek üzere “dini kontrol” için 1949’da ilahiyatı kurdu.

PEYGAMBERSİZ İSLÂM PROJESİ

1950’li, ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Müslümanlar şehirlileşerek, modernleşerek sisteme katılma ve dönüştürme riski taşımadıkları ve Ankara İlahiyat Fakültesi de tek olduğu için din-laiklik, ilahiyat-laiklik çatışması pek yaşanmadı. Ancak 1980’li yıllarda şehirlileşen ve modernleşen Müslümanların sisteme katılma taleplerinin zuhuruyla iş değişti. Din-laiklik çatışması ihtimalinin ufukta belirmesi, ilahiyatın da İslâm’ı dönüştürme misyonuna çağırılmasını gerektirdi.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra MGK Genel Sekreterliği’ne bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı (TİB) tarafından hazırlanan ve Başbakanlığın 26 Mart 1985 tarihli genelgesiyle uygulanmaya başlayan “Türk Toplumunun Atatürkçü Düşünce Doğrultusunda Yetiştirilmesi ve Güçlendirilmesi” projesi çerçevesinde ilkokul, ortaokul, lise ve meslekî ve teknik liselerin öğretim programlarına Atatürkçülükle ilgili konular koyuldu. Bu proje kapsamında Hüseyin Atay, Yaşar Nuri Öztürk, Beyza Bilgin, Rami Ayas, Arif Güneş ve Hasan Elik tarafından hazırlanan İslâm Gerçeği adlı kitap, MGK’nın talimatıyla 1995 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından yayınlandı (Yeni Şafak 2013).

“İslâm Gerçeği” kitabını “İslâm Manifestosu” olarak sunan yazarlarına göre, “Din, egoist hesaplar ve iştahlar nedeniyle yozlaştırılmış, Kur’ân’la bazı konularda çelişen, ‘gerçek İslâm’ dini olmaktan çıkan ‘yeni bir din’ ortaya çıkmıştır. Bu karanlık ve yıkıcı gidişin durdurulabilmesi, Allah’ın buyruğu İslâm’ın bu kültürel oluşum ve hurafelerden arındırılmasına bağlıdır. Bunun için milletçe bir seferberliğe girmemiz kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu seferberliğin en önemli ve ilk adımı Kur’ân’ı tanımaktır. Bu tanıma sayesinde Kur’ân mesajındaki dini kavrayarak söz konusu oluşumları doğru zemine oturtacak güce ulaşılabilir.” “Manifesto”nun temel noktası, “din ve laiklik, İslâm-şeriat ilişkisi, örtünme, mezhepler, tarikatlar gibi tartışmalı konulara çağdaş yorumlar” getirilmesiydi (Atay 1995).

Açıkça görüldüğü gibi yazarların kafalarındaki “gerçek İslâm”, “Kur’ân mesajındaki din” diye ifade ettikleri, deistik peygambersiz-sünnetsiz “Kur’ân İslâmı”, Kur’ân da, dinin gövdesi olarak şeriatın temelini oluşturan ahkâm âyetlerinden arındırılmış, sadece “ağacı sev, yeşili koru” diyen “şirin” bir dini ortaya koyan kitap idi. 1990’lı yıllardan itibaren bu projeyi yürüten Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı olduğu 8 Kasım 1999’da TRT’de yayınlanan “Politikanın Nabzı” programında şunları dile getirmişti: “6666 ayet vardır Kur’ân’da… Bunun içinde bir rivayete göre 30, bir rivayete göre 230; ama değişik şekilde ‘ahkâm âyetleri’ denen, dünyayı tanzim eden âyetler var. Bu âyetlerin tanzim ettiğinin yerine, Türkiye cumhuriyeti, pozitif hukukun tanzim ettiği bir durumu getirmiş 76 sene önce. Şimdi bazıları, bunun dine aykırı olduğunu, şeriat hukukuna dönülmesi lazım geldiğini söylüyorlar. İşte, irtica budur.” (https://www.hurriyet.com.tr/gundem/demirel-ahkam-âyetlerine-donusu-onermek-irticadir-39112375).
“İrtica tehlikesini” ebediyen önlemek için 230 ahkâm âyetini Kur’ân’dan çıkarmaya imkân yoktu. O yüzden yapılacak şey, tarihîci ilahiyatçılar (Mustafa Öztürk vs.) tarafından indikleri çağa has, tarihî oldukları iddiasıyla bunları hükümsüz kılmaktı. Bu ilahiyatçılar, tarihîcilikle âdeta şunu diyorlardı: “VII. asrın, tarım toplumunun ihtiyaçlarına uygun bir kitap gönderen Allah, XX. asrın, sanayi toplumunun ihtiyaçlarını öngörecek uzak-görüşlülüğe(!) sahip değildi.”
Kur’ân’ı, şeriatı temellendiren asıl sünnet idi; sünnetin tasfiyesi projesi de rejimin dinî kalesi olarak gördüğü “Ankara İlahiyat” ekibine verildi. 1995’te İlahiyat Fakültesi Dekanı olan eski Diyanet İşleri Başkanı ve Devlet Bakanı Mustafa Said Yazıcıoğlu, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Doğan Beyazıt’a niçin ısrarla “İslâm Gerçeği” kitabının “Ankara İlahiyat” tarafından basılmasını istediklerini sorunca “Böyle daha uygun olacağına inandıkları” cevabını almıştı (Yeni Şafak 2013).

MUCİZE İNKÂRI OLARAK DEİZM

Proje olduğu sırıtan “İslâm Gerçeği” gibi propagandif kitaplar yerine daha uzun vadeli ve kapsamlı bir akademik faaliyetle İslâm’ı dönüştürmek gerekiyordu. İslâm’ın dönüştürülmesi, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi deistik (peygambersiz-sünnetsiz) kılınması, deizm ise mucize ve nübüvvetin inkârıyla rubûbiyetin inkârı, “Allah, yarattıktan sonra yarattığına karışmaz, buyurmaz” demekti. Mustafa Öztürk’ün “Allah’ın savaşa ve güncel meselelere bu kadar müdahil olduğunu sanmıyorum” sözü, deizmin en naif ifadesidir.
Üniversal tarife göre Allah’ın tarihe müdahalesi vahiy, tabiata müdahalesi mucizedir; dolayısıyla hissî mucizesiz peygamber olamaz. İslâm’daki iki hak itikadî mezhebin imamı Eş’arî ile Mâtürîdî başta olmak üzere, Taberî, Bâkıllânî, Bağdâdî, Cüveynî, Gazâlî, Nesefî, Zemahşerî, Sâbûnî, Râzî, Âmidî, Nevevî, Beyzâvî, Semerkandî, Îcî, Sübkî, Teftazânî, Cürcânî, İbnü’l-Hümâm, Devvâni, Bursevî, Âlûsî gibi müctehid, muhakkık âlimler, İnşikak-ı Kamer’in Peygamber Efendimizin hayatında meydana gelmiş, manevî mütevâtir (meşhur) haberle sabit, yakîni müfîd, imanı mûcib mucize olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir. Teftazânî, “Birçok kıldan müellef ve mürekkeb olan urganın kuvveti gibi, zannın zanna zammıyla da yakîn oluşur, âhâd haberler bir araya getirilince manevî mütevâtir hâline gelir” der (Giridî 1292: 84, el-Kârî 2007: I/546).
Bu naklî delil bir tarafa, aklî delil de “İnşikak-ı Kamer”in başta geldiği hissî mucizelerin Peygamber Efendimiz (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâma) verildiğini ispata yeter:

  1. Bilgi (el-‘ılm), varlıktan (el-‘alm) çıktığına göre epistemoloji, ontolojiye, delil, âleme uyar. Biz, Platon’un “Makûlât-Mahsûsât” (Intelligible-Sensible) diye ayırdığı âlemlerden akıl âleminde değil, his âleminde yaşadığımıza göre bir peygambere hissî mucize verilmemesi aklen muhaldir.
  2. Ümmetin icmâsıyla Peygamber Efendimiz (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm), efdal-i halk, dolayısıyla efdal-i enbiyadır (yaratılmışların ve peygamberlerin en üstünü) (es-Süyûtî 2013: 17-9); bu faziletin iki tarzda mucizeye yansıması aklın icabıdır:
    a) “Âlemlere Rahmet” olarak gönderildiği için O’nda his âlemi ile akıl âleminin delilleri birleşmiştir. İki hak itikadî mezhebin imamı bunu açıkça ifade ederler. İmam Eş’arî, “Peygamberlere verilmiş her mucizenin benzeri veya daha üstünü Peygamberimize de verilmiştir” der (el-Kârî 2007: I/429). İmam Mâtürîdî (2006: II/308,VIII/224; 2001: 276-80) ise, “Hissî mucizeler, şüpheler ve vesveseleri def’ etmek bakımından aklî mucizelerden üstündür (…) Hazreti İsa’nın (geçmiş peygamberlerin) mucizelerinin hepsi herkesin bildiği hissî, Resûlullah’ın mucizeleri ise hissî ve aklî idi” der.
    b) Bu fazilet uyarınca ona diğer peygamberlere verilmeyen hissî mucizelerin en büyüğü olarak “İnşikak-ı Kamer”in verilmesi aklın icabıdır. İmam Mâtürîdî’ye (2001: 259) göre resûllerin mucizelerine ancak mislinin getirilmesinin zorluğundan dolayı heves edilir. İçlerinde tahaddî ve tahzirden (göz korkutma) dolayı heves edilmeyecekler ile Ay’ın yarılması gibi asla heves edilemeyecek (tekrarlanması imkânsız) türleri olmakla beraber mucizeler, heves edilebilir niteliktedir.
    Dinin temeli, “peygamberi tasdik” mânâsına gelen iman; imanın önü ve sonu, vesilesi ve zirvesi ise peygambere muhabbettir. Ümmetin Şems-i Kevneyn (İki Cihan Güneşi) olduğuna inandığı peygamberlerini tafdilini “… onu diğer peygamberlerden de üstün görüp onlarla yarıştırma arzusu olan bir anlayış, Allah Resûlü hakkında, bilinçli-bilinçsiz birçok rivayetin üretilmesine ve bunların samimî mü’minlerce kabulüne yol açmıştır” diye eleştiren eski Ankara İlahiyat Dekanı İsmail Hakkı Ünal, O’nun mahlukatın ve enbiyanın efdali olduğuna inanmak için bu iki büyük imamın beyan ettiği delillerden başka nasıl bir delil arıyor acaba? O’ndan başka kim efdal-i halk olabilir? Fırka-i Nâciye akidesinin sünnetten delilini naklen, kitaptan delilini de “aklen reddederiz” diyen Halis Aydemir, acaba bu şekilde hem naklen, hem aklen sübutu karşısında “İnşikak-ı Kamer” mucizesini inkâra bir yol bulabilecek mi?
    Mutlak olarak kullanıldığında ‘hissî delil’ mânâsına gelen ‘mucize’ kavramına, Menâr (Abduh-Rıza) ekolüyle bizzat kavramın inkârı mânâsına gelen ‘aklî delil’ mânâsı yüklendi ve “Peygamberin tek mucizesi Kur’ân’dır” sözü, deizmin (ilhad) sloganı olarak ilahiyat fakültelerini sardı. Türkiye’de ilahiyatçıların kahir ekseriyetinin mucizeyi inkâr ettiğinin delili, Diyanet ile ilahiyatın ortak ürünü olan, TDV İslâm Ansiklopedisi’ndeki “İnşikak-ı Kamer” maddesidir. Maddede, “İnşikaku’l-Kamerin geçmişte vukû’ bulduğunu bildiren haberlerin râvileri olarak gösterilen sahâbîlerin olayın vukû’u sırasında küçük yaşta bulunmaları, bazı rivayetlerin isnad açısından tartışılması, ayrıca hiçbir rivayetin tevâtür derecesine ulaşmaması, bu hadisenin geçmişte kesinlikle vukû’ bulduğunu söylemeye imkân vermemektedir” diye bu mucize inkâr edilir.
    Acaba ümmet, iki mezhep imamı ile müctehid âlimlerin üzerinde icmâ ettiği mucizeyi ahir-i zaman mukallitlerinin (Ömer Rıza Doğrul, İlyas Çelebi vs.) sözüyle mi inkâr edecekti? Bu, âkıl kârı (akıllı işi) mıdır? İki mezheb imamı ile müctehid âlimler, son ve efdal peygamber olarak Efendimize hissî mucizelere ilaveten aklî mucizelerin verildiği hususunda icmâ etmişlerdir. Hissî mucize, asıl-adalet, aklî mucize, ziyade-fazilettir; yaşadığımız his âleminde asıl-adalet olmadan, ziyade-fazilet olmaz. Dolayısıyla ilahiyata hâkim olan “Peygamberin tek mucizesi Kur’ân’dır” sloganı, mucizenin inkârı, mucizenin inkârı, nübüvvetin inkârı (deizm-ilhad), nübüvvetin inkârı, dinin inkârı demektir.
    Günümüzde ilahiyatçıların sempozyumlarla deizmin kaynağını dışarıda aramaları, bu açıdan trajikomiktir (Sönmez 2017). “İlahiyatta düzgün olanlar çoğunluk, bozuk olanlar azınlıktır” diye kendilerini kandıran ilahiyatçıların göremediği hakikat şuydu: Sivri çıkışlarıyla kamuoyunun tepkisini çeken Yaşar Nuri Öztürk, Mustafa Öztürk, Mehmet Azimli gibi isimler, sadece ilahiyatta mucize inkârcılığıyla oluşan buzdağının ucu, su yüzüne çıkan kısmıydı; ayıklanacak çürük elmalar değil; bizzat çürüyen sepette sağlam elma olamazdı. Din, bir çorap gibi örülmüş küllî bir nizamdı ve “çorap söküğü” tabirinin belirttiği gibi, mucize inkârının varacağı yer, herkes için hep aynıydı.
    Bizim gibi hakikatleri dile getirenlere, “İlahiyatçılar hakkında asılsız genelleme yapmayın” diye tepki gösterenler, Ali Fuad Başgil, Ahmed Mekki Üçışık, Mahmud Es’ad Coşan, Kadir Mısıroğlu, İsmet Özel gibi muteber aydınların neden ilahiyat hakkında mutlak konuştuklarını, genel uyarıda bulunduklarını böylece anlayabilirlerdi. Üstelik ilahiyatın içinden bir isim olarak Prof. M. Es’ad Coşan, tâ 1982 yılında açıkça ilahiyatın talebenin imanını çaldığı tespitini yapıyordu: “Anadolu’dan ilahiyata gelen genç katıksız bir iman sermayesiyle gelir. Sonra burada üzerine bir şey koyulmak yerine o sermaye şüpheyle tırtıklanır ve yok edilir” (1982-1983 öğretim yılında talebesi Sabahattin Aydın’dan).
    Böylece yönlendirici akademik faaliyetle (tezler ve kitaplar) peygambersiz (deistik) İslâm, Ankara İlahiyat’tan diğer ilahiyatlara yayıldı. Sözde hadis tenkidi, tamamen hadis inkârına dönüştü; hadis inkârcılığı ilahiyat fakültelerinde moda hâline geldi; ilahiyatçıların hadis inkârcısı imajı topluma yayıldı. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazanınca, Cemile Bayraktar’ı (2015) çevrenin, “Aman hadisleri reddeden ilahiyatçılar gibi olmayın” ikazıyla tebrik etmesi, manidar değil miydi? Görüldü ki ferd-i mutlak bahanesiyle “len yüfliha” gibi sahih hadisleri bile pervasızca inkâr eden teoloğun işi, aslında siyasî muhaliflik görüntüsü altında soytarılıktı.

DİN-LAİKLİK ÇATIŞMASI

Böylece 1980’li, ‘90’lı ve 2000’li yıllarda Müslümanların modernleşmesiyle birlikte din-laiklik çatışması ve ilahiyat-laiklik çelişmesi arttı. Laik rejimin çelişkisi şöyle özetlenebilirdi:

  1. Laik devlet, kamusal alanın sınırlarını aşırı genişleterek Müslümanların modernleşmesinin sembolü olarak gördüğü tesettürü yasakladığı takdirde hukuk devletiyle çelişecek, vatandaş müminle çatışacaktı.
  2. Bu çatışmanın önünü almak için ilahiyatın ağzından “Aslında İslâm’da tesettür diye bir şey yok” iddiasında bulunduğu takdirde de laiklikle çelişecek, mümin vatandaşla çatışacaktı. Zira laiklik, dine müdahale değil, tam aksime müdahalesizlik ilkesiydi.
    Bu din-laiklik çatışması, tabiatıyla ilahiyat-laiklik çelişkisine, ilahiyatın dine dokunmasını laiklik adına savunanların çelişkiye düşmelerine yol açtı. Yaşar Nuri Öztürk, Mustafa Öztürk, Mehmet Azimli gibi ilahiyatçıların, “Kur’ân’ın dininin temel ibadeti namaz değildir, okumaktır; Emevî rejimi, namazı dinin temel ibadeti kılarak bu ümmetin başına bela etmiştir; Kur’ân, Peygamber sözüdür; -Hâşâ- babası zânî olsa da Peygamberin veled-i zina olup olmaması önemli değildir” gibi hezeyanlarının değil dinen, edeben bile savunulabilir bir tarafı yoktu. Ancak ilahiyatın içinden (Hayri Kırbaşoğlu, İlhami Güler, Sönmez Kutlu, Ali Köse, Zeki İşcan, Mevlüt Uyanık, İsrafil Balcı, Hasan Aydın, İbrahim Maraş vs.) ve dışından (Remzi Demir, Atilla Yayla, Ahmet Çiğdem vs.) birçok akademisyen, laiklik (din-devlet ayrılığı) ve sekülarizm (düşünce ve inanç özgürlüğü) adına Müslüman kamuoyunun tepki gösterdiği ilahiyatçıları savundular.
    Burada trajik olan, laikliği savunan açık sekülaristler dışında Müslüman akademisyenlerin düşünce özgürlüğünü savunma adına sekülarizmin tuzağına düşmeleriydi. “Bu ilahiyatçıların muhteva olarak görüşlerine katılmıyorum ama prensip olarak onları dile getirme haklarını savunuyorum” gibi entel söylemlerle, gerek din içinde hak-batıl (sünnet-bid‘at), gerek din dışında iman-küfür arasındaki kırmızı çizgileri kaldıracak kadar düşünce özgürlüğü adına her türden görüşü, yerli Selman Rüşdi’leri savunan Müslüman akademisyenler, “Türk’ün dini Kemalizmdir” diye kurulan bir sistemin kurbanı olduklarını umarız amel defterleri kapanmadan fark ederlerdi.
    Din, muhbir-i sâdıkın haber-i hakkını tasdik, ilim mânâsına gelen gayba imana dayanır; zanna değil. Zannın (thought) hem ilim, hem iman kelimelerinin karşılığı olması ilim=iman özdeşliğini gösterir. Sekülarizmin başı, iman-zan (faith-thought) ayırımının ortadan kaldırılması, sonu, zannın imana=ilme dönüşmesidir; “ateizm ilmihali” (catechism of atheism) ve “inançsızlık paradoksu” (paradox of disbelief) tabirlerinin belirttiği gibi. Zira kalb, sabit olmayan, dönen bir organ olarak bir akideye bağlanmadan duramaz. Dolayısıyla düşünce özgürlüğü ile anılan inanç özgürlüğü, sekülarizmi laikliğe bağlar; zira kalb, bir akideye bağlanmadan duramayacağı için, insan, düşündüğünün ilim=hak olarak doğruluğuna inanacak ve başkalarını inandırmaya çalışacaktır.
    İşte katı olan her şeyin buharlaştığı, at izinin iti izine karıştığı çağımızda sarahaten ve zımnen laikliği savunan sekülarist ve Müslüman akademisyenlerin ortak yanılgıya düşmeleri, bu hakikatten gafletten kaynaklanıyordu. Sekülarist akademisyenler, “İman ile düşünce bağdaşmaz; müminden entelektüel olmaz” diye sayıklarlarken, Müslüman akademisyenler, iki kritik noktayı gözden kaçırıyorlardı: Birincisi, değil vahiy edilmiş hak din, dünyada ateizm, deizm dâhil, kırmızı çizgileri olmayan bir inanç yoktu. İkincisi, Türkiye’de evrensel mânâda sekülarist yok, sadece İslâm’a küfretmeyi sekülarizm sanan azgın İslâm düşmanları güruhu vardı. Dolayısıyla entelektüel özgürlükçü pozlarıyla alaturka sekülarizmi savunmak, İslamofobi değirmenine su taşımak demekti.

DİN-İLAHİYAT ÇATIŞMASI

Laiklik adına, laik devletin kurumu diye ilahiyata dindarların tepki göstermesine karşı çıkanların çelişkisi şuydu:

  1. Eğer laik bir devletin kurumu ise ilahiyat, sadece (mesela Diyanet İşleri Başkanı Ömer Nasuhi Bilmen’in külliyatında ortaya koyduğu) standart İslâm’ı öğretebilirdi; Öztürk ve Azimli gibi ilahiyatçıların dini tahrife kalkmaları laikliğe aykırıydı.
  2. İlahiyat, formel olarak laik sisteme bağlı olduğu hâlde, İslâm üzerinde her türlü operasyonu yapmaya yetkili sayıldığı takdirde de etki-tepki mantığınca Müslüman kamuoyunun tepkisine maruz kalacaktı.
    Yani ilahiyat, laik sistemin dinî kurumu olmanın çelişkisiyle, “Kırk katır mı, kırk satır mı?” türünden bir ikileme, ölümcül tercihe zorlanacaktı:
    Ya ilahiyat-laiklik çatışması
    Ya ilahiyat-İslâm çatışması
    İlahiyat, dört kesim nezdinde de (Müslüman halk ve medrese, seküler devlet ve üniversite) gayrimeşru görülmenin ağır psikolojik yüküyle sistemle değil, İslâm’la çatışmayı göze alabilirdi. Yani din-laiklik çatışmasının kaçınılmaz sonucu, din-ilahiyat çatışmasıydı. Bilhassa Ankara İlahiyat’tan birçok ilahiyatçı, Kemalist ve laik olduğunu itiraf etti. Müslüman kamuoyunun tepkisi ise, spontane ve ölçüsüz olacaktı; zira ilahiyat örgütlü olmasına rağmen hak İslâm’ı savunacak medrese örgütlü değildi. Diyanet, adı üstünde diyanetten, din hizmetlerinden sorumluydu; din, resmen sahipsizdi. Dolayısıyla samimî Müslümanların bir taraftan dinin resmen sahipsizliğine, diğer taraftan hadsiz ilahiyatçılar tarafından pervasızca tahrifine yönelen tepkisi dağınık ve aşırı olacaktı. Bu yüzden son yıllarda iyice azan İslâm düşmanı medya ve güruh, S. Arabistan ve İran’dan sonra Afganistan’ı öcü İslâm modeli olarak göstererek, Müslüman kamuoyunun tabiî dağınık tepkisini “tarikat ve cemaatlerin provokasyonu” diye çarpıtacaktı.
    Hâlbuki kıblesini şaşırmış ilahiyatçıların görüşleri, ne laiklik, ne samimiyet, ne edep, ne entelektüel kalite açısından savunulabilirdi.
  3. Laiklik açısından: Eğer ilahiyat laik bir devletin kurumu ise, Öztürk ve Azimli gibi ilahiyatçıların dini tahrife kalkmaları laikliğe aykırıydı.
  4. Samimiyet açısından: Yaşar Nuri Öztürk, Mustafa Öztürk, Mehmet Azimli gibi ilahiyatçıların Müslüman kamuoyunun tepkisine yol açan dine aykırı görüşleri, Mu’tezile’ninki gibi Allah’ı zulüm ithamından tebriye gibi hasbî değil, tamamen dünyevî hesapların ürünü görüşlerdi.
  5. Edep açısından: Rabbimizin “Onların Allah’tan başka taptıklarına sövmeyin.” (En‘âm, 6/108) buyruğunca bir Müslüman, edeben değil bir başka ümmetin hak, batıl peygamberine, putuna bile sövmez, formel bir saygı gösterirken, Mehmet Azimli adlı ilahiyatçı, Siyeri Farklı Okumak kitabında peygamberine ve babasına nasıl bu kadar edepsiz bir üslupla asılsız iftiralarda bulunabilirdi? Allah’ın bile Kitabında hürmeten “Ey Muhammed (sallallâhü ‘aleyhi ve sellem)” diye ismiyle hitap etmediği Rasûlünden nasıl “Peygamber Efendimiz” yerine “Hz. Peygamber” veya “elçi” diye bahsedebilirdi? Azimli, “Hz. Peygamber aslında yığınlarla zaafı olan, Kur’ân’ın ifadesiyle yanlışlar yapan birisidir” diyerek peygamberlerin ismet sıfatına, O’nun masum ve efdal olduğuna iman etmediğini beyan ediyordu.
    Amerikalı sosyolog Craig Considine, 17 Mart 2020 tarihli Newsweek dergisinde çıkan makalesinde Peygamber Efendimiz’in (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) asırlar önce salgınlara karşı yaptığı tavsiyeleri takdirle aktardı. Elin Batılısı bile tıbb-ı nebevîyi takdir ederken, sakallı ateistleri bile selefî(!) sanan kıblesini şaşırmış teolog (İbrahim Maraş), tıbb-ı nebevî ve ona inanan müminlerle alay eder. Bunlar, bu ilahiyatçıların kalplerindeki marazın, peygamber hainliğinin tezahürüydü.
    Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği gibi, dinin temelini oluşturan iman, lafzen ‘peygamberi tasdik’ demektir (Yusuf, 12/17). Dolayısıyla mü’minlik, nebevîlik (peygambere sadakat), sünnîlik ile sûfîlik, nebevîliğin farklı adları, yüzleridir; Nebî ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın nesl-i pâkinden İmam Cafer Sadık’ın ifade ettiği gibi: “Resûlullah’ın zâhirî hâlinde yaşayan Sünnî, bâtınî hâlinde yaşayan Sûfîdir” (من عاش في ظاهر الرسول فهو سني ومن عاش في باطن الرسول فهو صوفي) (el-İsfahânî 1996: 20). Selef (-i Salihin), aslen peygambere sadakatin timsali olan sahabe, dolayısıyla selefî, sünnî ile sûfînin birleştiği nebevî’nin takipçisi, sahabenin izcisi sadık mü’min demektir. Bu itibarla peygambersiz İslâm’a giden yol, selefsiz İslâm’dan, selefin ve selefîlerin (sahabe ve mü’minlerin) karalanmasından geçer. Kıblesini şaşırmış deist teologların, sünnîlik ile sûfîliğe yobazlık mânâsı yükledikleri selefîlik yaftası yapıştırmaları, peygambersiz İslâm projesinin icabıdır. Nebevî sakallı mü’minleri eskiden kefere, “çember sakallı”, şimdi deist teologlar, “selefî, bâtınî, hurufî” olarak karalarlar. Demek ki bütün yollar aslında iki ana yola çıkar: Hak (İslâm, iman, sünnet) yol-Batıl (şirk, küfür, bid’at) yol.
  6. Entelektüel kalite açısından: Mesele, bu tür ilahiyatçıların, Zemahşerî gibi büyük âlimlerin çıktığı Mu‘tezile’ninki gibi görüşlerinin dine aykırılığı değil, ilmen çürüklüğüydü. Bunların üç sebeple dünyaya sunacak kalitede görüşleri yoktu:
    a) Yurt dışında doktora yapanlar ve Şark medreselerinde yetişenler dışında ilahiyatçılarda dünyaya hitap edecek yayınlar yapabilecekleri İngilizce ve Arapça yoktu. Müctehid(!) takıldığı hâlde Arapça tefsirde âhir ile âhar kelimelerini ayırt edecek kadar Arapça bilmeyen, İngilizce özette tarikat olarak sünneti hitan (circumcision)(!) olarak çeviren ilahiyatçıların Google translate ile akademisyenlikleri sınır kapısına kadardı.
    b) Modernist geçinen ilahiyatçılarda çalışmalarını dünyaya sunabilecekleri yabancı dil olsa bile cesaretleri yoktu. Zira bu takdirde çalışmalarının orijinal bir değer taşımadığı, aslında Mısır gibi ülkeler üzerinden gelen oryantalistlerin görüşlerine dayandığı, foyaları meydana çıkacaktı.
    c) Kısaca bu ilahiyatçıların yaptığı, “Hâlif tu’raf” (Karşı çık, tanın) kaidesince züccaciye dükkânına giren fil misali, sadece dindeki doğruları altüst etmeyi marifet saymaktı. Prof. Mehmet Ali Büyükkara, “Usûl olmadan vusûl olmaz” kaidesince ilahiyattaki ciddî usûl kusuruna dikkat çekti. İsrafil Balcı, Mehmet Azimli gibi ilahiyatçılar, mucizeler gibi konularda kafalarına uymayan sahih hadisleri bile pervasızca inkâr ederlerken İslâm âlimlerinin sırf gelecek değerlendirmeler için tarihî veri, arşiv malzemesi olarak kaydettikleri asılsız, zayıf, şaz rivayetleri bile Peygamberimizi, sünneti itibarsızlaştırmak için doğruymuş gibi kaynak gösterirler. Yaşayan âlimlerden Ömer Faruk Korkmaz (https://www.youtube.com/watch?v=Sm4TPPadhxo), güçlü bir ilmî tenkitle Mehmet Azimli’nin Siyeri Farklı Okumak kitabında nasıl tarih kaynaklarını ilmî bir süzgeçten geçirmeden kullandığını, gerek Arapça bilmediğinden, gerekse Peygamber Efendimizi ve babasını karalama niyetinden çarpıtarak iktibaslar yaptığını, iftiralar ürettiğini ortaya koydu.

BİD’AT DEĞİL CEHALET

Aslında bunların yetersizliği, dil ve İslâm’a münhasır değildi. Birlikte katıldığımız bir sempozyum esnasında sohbet ettiğimiz bir meslektaşı anlatmıştı: Dicle Üniversitesi’nde birlikte çalıştıkları sırada bir gün konuşurlarken ‘pozitivizm’ kelimesini kullanınca Mehmet Azimli, “Pozitivizm ne?” diye sormuştu! Sosyal bilimlerin en temel kavramlarından ‘pozitivizm’i duymamış, bilmeyen bir ilahiyat profesörü! Türkiye’de sadece içi boş, büyük laflar ederek şöhret bulanlar, kadro bulmak için gittikleri Batılı üniversitelerde boylarının ölçüsünü alıyorlar, Batılı kriterlere göre boş CV’leriyle önemlilerin değerlilere ağır bastığı ülkemize kös kös dönmek zorunda kalıyorlardı.
Demek ki ilahiyatta asıl mesele, sünnet-bid’at ayırımının ötesinde ilim-cehalet ayırımıydı. “Yarım hekim candan eder, yarım hoca dinden eder” atasözü, bu durumun dini yıkıcı tesirini belirtir. Dolayısıyla bir ülkenin kuruluşunun dayandığı “Din ü Devlet” formülünce din, bir ülkenin ana unsuru, milletin ana bağı ise ilahiyat da çözülmesi gereken ana meselesidir. Bazı ilahiyatçıların iddia ettiği gibi, M. Öztürk, M. Azimli, C. Kısa skandalları, sepetteki çürük elmalar değil, ilahiyattaki derin, yapısal, zihnî çürümenin, buzdağının ucudur. “Peygamberin tek mucizesi Kur’ân’dır” sloganıyla ifade edilen mucize inkârcılığıyla deizmin ilahiyatı sardığını gösterdik.
Demek ki mesele, bazı elmaların değil, bizzat sepetin çürümesidir; bizzat çürüyen sepette sağlam elma olamaz. Meslekî hamiyetlerini dinî hamiyetlerinin önüne geçiren ilahiyatçıların en haklı tenkitlere bile “ilahiyat düşmanları, ilahiyata dokunmayın” diye kazan kaldırmaları, sadece aynaya kızmaktır…
Elinizi vicdanınıza koyarak düşünün: Bu yazımızda ilahiyata bir tane asılsız itham, haksız tenkit var mı? Dile getirdiğimiz, sadece ilahiyatla ilgili acı hakikatler değil mi? Elbette nefse dokunan acı hakikatleri kabullenmek zordur, ancak ahiret hesabı çok daha zordur. Kim ilahiyat düşmanı, kim hak dostu, ahirette belli olacak. O yüzden mü’min ilahiyatçılara düşen, aynaya kızmadan acı hakikatlerle yüzleşmek, hesap gününü düşünerek “ilahiyata dokunmayın” değil, “dine, peygambere dokunmayın” kaygısına düşmektir ve’s-selâm…

***
KAYNAKLAR
Atay, Hüseyin-Öztürk, Yaşar Nuri-Bilgin, Beyza-Ayas, Rami-Güneş, Arif-Elik, Hasan (1995) İslâm Gerçeği. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
Bayraktar, Cemile (2015) “İlahiyatçılar Hadisi Ret mi Eder?,” Yeni Şafak 07 Temmuz 2015 (https://www.yenisafak.com/yazarlar/cemile-bayraktar/ilahiyatcilar-hadisi-ret-mi-eder-2015902).
Gencer, Bedri (2021) “Tarihî Mühendislikten İçtimaî Mühendisliğe Türk Modernleşmesi,” Türkiye’de Tek Partili Yıllar (1923-1950) Bir Dönem Panoraması (Tarih-Toplum-Siyaset), Yunus Koç-Adem Palabıyık(yay.), 19-128, İstanbul: Pınar.
Giridî, Sırrî-i (1292) [1875] Şerh-i ‘Akâid Tercümesi, I-II. Rusçuk (Bulgaristan): Matbaa-i Vilâyeti Celile-i Tuna.
el-İsfahânî, Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah (1996) Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’l-Esfiyâ, I-XI. Beyrût: Dâru’l-Fikr.
el-Kârî, Molla ‘Alî el-Herevî (2007) Şerhu’-ş-Şifâ li’l-Kâzî ‘Iyâd, I-II. Abdullah Muhammed Halîlî (yay.). Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye.
el-Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed (2001) Kitâbü’t-Tevhîd. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi (yay.), Beyrût: Dâru Sâdır.

  • (2006) Te’vilâtü’l-Kur’ân, I-X. Bekir Topaloğlu-Halil İbrahim Kaçar (yay.), İstanbul: Mizan.
    es-Süyûtî, Celâleddin Abdurrahman (2013) Kitabü İtmâmi’d-Dirâye li-Kurrâi’n-Nikâye. İbrahim el-‘Acûz (yay.), Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye.
    Sönmez, Vecihi vd. (2017) Din Karşıtı Çağdaş Akımlar ve Deizm. İstanbul: Ensar.
    Yeni Şafak (2013) “MGK, ‘İslami’ Kitap Bastırmış,” Yeni Şafak 08 Ekim 2013 (https://www.yenisafak.com/gundem/mgk-islami-kitap-bastirmis-571955).

PAYLAŞ