Ahîlik Teşkilatı ve Ahîliğin kuruluşu
İçtimaî bir teşkîlât. Selçuklu Türklerinde dînî ve millî birliğin muhafazasında, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve Osmanlı insanının yetişmesi ve terbiyesinde büyük hizmetler görmüştür. Sonraları, esnaf ve san’atkârlar birliğine isim olarak verilmiştir. Arabça kardeşim demek ahî; Türkçe cömert, eli açık mânâsına olan akı kelimesinden gelmektedir. Ahîliğin esâsını ve ilk safhasını fütüvvet teşkîl eder.
Fütüvvet, cömertlik, mürüvvet ve asâlet gibi faziletleri ihtiva etmesi bakımından ahlâkî; bu faziletlerin icâbını yerine getirmeyi vazîfe edinmiş kimselerin meydana getirdiği birliklere alem olması itibariyle içtimaîdir. Fütüvvet, ahlâkî bir mefhûm olarak, daha çok tasavvufî eserlere mevzu olmuştur. Bu mânâda fütüvvet, müslüman kardeşinin işini görmek, onun yardımında bulunmak, hatâ ve kusurlarını af edip, husûmet ve düşmanlık beslememek, ayıp ve kusurlarını örtmek; kendisini başkasından üstün görmemek, musibete uğrayan düşman bile olsa sevinmemek gibi hasletleri ifâde eder. Bu hasletleri hâiz olana fetâ (yiğit) denir. Çoğulu fityândır.
Sekizinci asırdan itibaren Horasan ve Belh civarında fityânın yaygınlaştığı, dokuzuncu asırda ahî ünvânının Türk mutasavvıfları arasında kullanıldığı, onuncu asırda Semerkand’da teşkîlâtlanmış fityânın bulunduğu, on birinci yüzyılda fütüvvetin Türkistan’dan Anadolu’ya kadar bilhassa esnaf ve san’atkârlar arasında yayıldığı kaynaklarda yazılıdır. Ancak bir teşkîlât olarak fütüvvetin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı bilinmemektedir. Bilinen, fütüvvetin sistemli bir teşkîlât olarak târihe geçmesine otuz dördüncü Abbasî halîfesi Nasır li dînillah’ın (v.1180/575) sebeb olduğudur.
Halîfe Nâsır, o zamana kadar herbiri kendi başına hareket eden fütüvvet birliklerini ıslâh etti. Bu konuda, büyük mutasavvıf Şihâbüddîn Sühreverdî’den ziyadesiyle destek gördü. Kendisi de bu teşkilâta giren halîfe, müslüman hükümdarlara mektuplar yazarak onların da bu teşkilâta girmelerini istedi.
Nâsır li dînillah fütüvvetin yayılması ile ilgili bu faaliyetlerini devam ettirirken, Türkiye Selçukluları sultânı birinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, ikinci defa tahta oturmuştu. Bu sırada hocası ve Sadreddîn-i Konevî’nin babası olan Mecdüddîn İshak’ı muhtemelen siyâsî bir birlik kurmak maksadı ile Bağdâd’a, halîfe Nâsır’a elçi göndermişti. Mecdüddîn İshak işlerini bitirip dönerken O’zaman Bağdâd’da bulunan Muhyiddîn ibni Arabî, Evhadüddîn Kirmânî ve talebesi Ahî Evren’i de beraberinde getirdi. Daha önce, Moğol tehlikesi sebebiyle Horasan’dan gelen Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî de, Selçuklu sultanlarının davetiyle Konya’da yerleşerek hizmetlerini yürütüyordu. Bu büyüklerin, irşâd faaliyetlerinin Anadolu’da birlik ve beraberliğin te’mininde büyük rolü oldu. Anadolu’da müslüman Türklerin hâkimiyetinin mânevi mimârları olan bu büyükler, cemiyet ve devlet hayâtının istikrarında büyük gayret gösterdiler.
Bunlardan Ahî Evren, daha önce Horasan ve Mâverâünnehr’de iken Fahreddîn-i Râzî’den zahirî ilimleri ve Ahmed Yesevî’nin talebelerinden ve Şihâbüddîn Sühreverdî’den tasavvuf bilgilerini öğrendi. Onların sohbetlerinde kemâle geldi. Hocası Evhadüddîn Kirmânî ile Anadolu’nun muhtelif yerlerinde halka vaz u nasihatlerde bulundu. Hocasının kızı Fâtıma bacı ile evlendi ve hocasının vefâtından sonra Kayseri’ye yerleşti. Birinci Alâeddîn Keykubâd ve diğer devlet erkânı arasında pek hürmet gördü. Mürşîd-ül-kifâye ve Yezdan Şinaht isimli eserlerini bu sultâna hediye etti. Kayseri’de debbağlık yapıp elinin emeği ile geçinir ve halkı irşâd etmekle meşgul olurdu. Bilhassa esnafı bir çatı altında toplayıp teşkilâtlandırdı. Fütüvvet-nâmelerden faydalanarak teşkîlâtın bir nevî yönetmenliğini yazdı. İslâm ahlâkını esâs alan bu yönetmeliği esnaf ve san’atkâr arasında tatbik etti. Onlar arasında İslâm ahlâkına dayalı bir birlik ve kardeşlik kurdu. Neticede ahîlik teşkîlâtı kuruldu. Diğer taraftan Fâtıma bacı da kadınları yetiştirip, Bâcıyângrubunu teşkil etti. Sünnî bir âlim olan Ahî Evren’nin kurduğu bu teşkilât da Sünnî idi.
Böylece teşekkül eden ahîlik müessesesi Anadolu’da büyük hizmetler yaptı, Malazgird zaferi ile doğu Türk illerinde göçebe hâlinde yaşayan ve geçimlerini hayvancılıkta te’min eden pek çok Türkmen Anadolu’ya göç etmişti. Bir o kadarı da Moğolların zulmü sebebiyle Anadolu’ya geldiler. Ahîler, bunları yavaş yavaş tarım hayâtına sokup yerleştirmeye, esnaf, işçi, san’atkâr olarak şehir ve kasaba hayâtına alıştırmaya başladılar. Bu arada işsiz, başıboş gençlerin bir san’at ve meslek sahibi olmasını te’min ederek, başkasına muhtaç olmaktan kurtulmalarına çalıştılar. Rumlar ile ermenilerin elinde olan san’at ve ticâret hayâtına zamanla Türkler de katılıp, söz sahibi olmaya başladılar. Bütün bunların yanında ahîler, yaptıkları zaviyelerde müslüman tüccar ve esnafın ahlâkî terbiyesi ile de uğraştılar. Ahî zaviyeleri zamanla memleketin her tarafına yayıldı.
Ahîler, içtimaî hayâtdaki bu hizmetleri yanında ihtiyaç hâlinde gazâlara ve memleket müdâfaasına da katıldılar. On üçüncü asrın ilk yıllarında Çin’in kuzeybatısında katliâmlara başlayan, kısa bir müddet içerisinde dünyânın siyâsî haritasını alt üst eden ve Anadolu’ya doğru yaklaşan Moğol tehlikesine tedbir aldılar. Moğolların önlerinden kaçıp gelenlere kucak açarak Anadolu insanını, Moğollara karşı, gazâ aşkı ile dolu cihad yolunda Allahü teâlânın rızâsından başka bir şey düşünmeyen kimseler olarak yetiştirmeye çalıştılar ve bu insafsız düşman karşısında kahramanca mücâdele ettiler.
Nihayet Moğollar, 1243 yılında Kayseri’yi muhasara edip, çetin bir muhârebe sonunda şehri ele geçirince, binlerce ahîyi şehîd ettiler Anadolu’nun karışıklıklar içerisinde olduğu bu sırada, Ahî Evren’i de Kırşehir’de öldürdüler.
Kısaca sulhde muallim, muhârebede asker olan ve Anadolu’nun her tarafına yayılmış bulunan ahîler, gerek Moğol zulmü ve gerekse başka karışıklıklarla sıkılan ve bunalan insanlara maddî ve manevî güç ve moral vererek Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna kadar Anadolu’yu dînî ve millî birlik içinde tutmaya muvaffak oldular.
Bu sırada Söğüt civarında gelişmekte olan Osmanlı Beyliği’nin emrine koşan ahîlerin bir kısmı, uçlara yerleşip zaviyeler kurdular. Doğudan bu mıntıkaya gelen Türkmenlerin erkeklerini ahî erkekleri, kadınlarını da Fâtıma bacının yetiştirdiği bâcıyân grubu terbiye etti. Böylece üç kıt’ada altı asır at koşturacak olan istikbâldeki Osmanlı neslinin temelini attılar.
Bu esnada îtibârlı bir ahî olan Şeyh Edebâlî, Osman Gâzi ile yakın münâsebetler kurup kızını ona verdi. Orhan Gâzi ve Murâd-ı Hüdâvendigâr ahîlerden olup, vezirleri Alâeddîn ve Çandarlı Kara Halîl de ahî idiler. Böylece ahîlerden bir kısmı âlim, kâdı olarak ilim sahasında, bir kısmı vâli ve komutan olarak idâri ve askerî alanda, bir kısmı da ticâret ve san’at alanında bu yeşeren Osmanlı filizini beslemeye başladılar. Ahîlerin İslâm’ın emri olan, zamanın kıymetini bilmek, disiplinli bir hayâta sâhib olmak, istişare etmek, âdil olmak ve adalet esâslarını aşıladıkları küçücük bir aşiret, kısa zamanda büyük bir devlet olmaya başladı.
Zaman zaman devletin yükünü hafifletici hizmetlerde de bulunan ahîler, Bursa’yı Düzmece Mustafa’nın hücumundan korudukları gibi, 1360 yılında idareleri altındaki Ankara’yı sultan birinci Murâd’a teslim ettiler. Bu hizmetlerine karşılık Osmanlılar, ahîlere yardımcı olup, hürmet göstererek halkı yetiştirmeleri için teşvikde bulundular. Bu yüzden daha sonra birinci Murâd’ın ahîlerin başı olduğu ve kendisinden Ahî Murâd diye bahsedildiği de bilinmektedir. Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra, ahîler daha ziyâde hayırsever bir cemiyet, bir esnaf teşkilâtı şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler.
Ahiler arasında sanatın okumakla değil, ahînin yetişmesi için, üstâddan öğrenmesi şartı getirilip yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık yiğitbaşılık, ahî babalık ve kethüdâlık safhalarından geçmesi şartı vardı. Gündüz san’atında ve işinde çalışan ahîler, akşamları kendilerine mahsus binalarda sohbetlere katılırlardı. Böylece ahîlerin ahlâkî terbiyesi ihmâl edilmezdi.
Ahilerin kendilerine mahsûs kıyafetleri vardı. Ondördüncü asır seyyahlarından İbn-i Battûta, üstlerine hırka, başlarına sarık sarılı beyaz yünden bir külah ve ayaklarına mest gibi ayakkabı giydiklerini bildirmektedir. Âhiliğe kabul edilen namzede şeyh tarafından, şedd-i bend denilen ve ahîliğin nişanı kabul edilen bir kuşak kuşatılırdı. Ahîler kuşaklarında, büyükçe bir bıçak taşırlardı.
Ahilik teşkilâtında şu mertebeler bulunurdu: 1- Teşkilâta yeni giren yiğitler, 2- Ahî bölükleri. Altı bölük olup ilk üç bölüğe Eshâb-ı tarîk, diğer üçüne de nakîb denirdi. 3- Halîfe, 4- Şeyh, 5-Şeyh-ül-meşâyıh.
Ahilerin idare hey’eti, her san’at kolunda, kendi azaları arasından seçilmiş beş kişiden meydana geliyordu. Kendilerine kâdı tarafından seçimden sonra resmî vesika, icazet verilip, icrâatları ve neticeleri büyük meclise bildirilirdi. Birlik idare hey’eti her ay üç gün toplanırdı. İdare hey’eti, birliğin hazînesi mâhiyetinde olan orta sandığını idare ederdi.
Ahilerin kendilerine has merâsimleri vardır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
1- An’anevî Anî Evren merasimleri: Senelik olup, Ahî Evren’in türbesinin bulunduğu Kırşehir’de yapılır.
2- Yol atası ve yol kardeşliği merasimi: Ahîliğe girmek talebinde bulunan gençlerin birliğe kabul edilmesi mahiyetindeki bir merasim olup, zamanla çırak kabul etme merasimi hâlini aldı.
3- Yol sahibi olma merasimi: Çıraklık müddetini tamamlayanların kalfalığa yükseltilmesi için yapılan merasimdi.
Ahilerin yönetmeliği olan fütüvvetnâmelere göre, ahînin üç şeyi açık olmalıydı: Eli açık, yâni cömert olmalı; kapısı açık, yâni misafirperver olmalı; sofrası açık, yâni aç geleni tok göndermeli. Üç şeyi de kapalı olmalıydı: Gözü kapalı olmalı, yâni kimseye kötü nazarla bakmamalı; kimsenin aybını görmemeli, dili bağlı olmalı, yâni kimseye kötü söz söylememeli; beli bağlı olmalı, yâni kimsenin namusuna ve şerefine göz dikmemeli.
Ahîlik mensuplarının, takdir edilmelerinin yanında cezalandırıldıkları da olurdu. Fütüvvetnâmelerde şu on sekiz şeyin ahîyi ahîlikten çıkarma sebebi olduğu, ayrıca cehennemlik yapacağı yazılıdır: 1- Şarap içmek, 2- Zina yapmak, 3- Livâta yapmak, 4- Dedikodu ve iftira etmek, 5- Münafıklık etmek, 6- Gururlanıp kibirlenmek, 7- Sert ve merhametsiz olmak, 8- Hased etmek, kıskanmak, 9- Kin tutmak, affetmemek, 10- Sözünde durmamak, 11- Kadınlara şehvetle bakmak, 12- Yalan söylemek, 13- Hıyanet etmek, 14- Emânete riâyet etmemek, 15- İnsanların aybını örtmeyip, açığa vurmak, 16- Cimrilik etmek, 17- Koğuculuk ve gıybet etmek, 18- Hırsızlık etmek.
Yine ahî yönetmeliği olan fütüvvetnâmelere göre; ahî, helâlinden kazanmalıdır. Hepsinin bir san’atı olmalıdır. Yoksul ve düşkünlere yardım etmeli, cömert olmalıdır. Âlimleri sevmeli, hoş tutmalıdır. Fakirleri sevmeli, alçak gönüllü olmalıdır. Temiz, iyi kimselerle sohbet etmeli, namazını kazaya bırakmamalı, hayâ sahibi olup, nefsine hâkim olmalı, dünyaya düşkün olanlarla beraber olmamalıdır. Bunlar asırlarca Osmanlı insanının ahlâkının temel taşı olan hasletler hâline geldi.
Bir taraftan ahî kuruluşları, diğer taraftan tasavvuf ehlinin gayretleri ile Osmanlı insanı bu güzel hasletlerle yoğruldu. Zamanla Osmanlı’ya has ideâl bir insan tipi ortaya çıktı. Bugün Osmanlı efendisi, Osmanlı kadını denince nezâketi, edebi, terbiyesi ve kibarlığı ile olgun ve örnek bir insan hatırlanmaktadır.
Osmanlı insanının yetişmesinde bir mekteb vazifesi yapmış olan ahî zaviyeleri, aynı zamanda yolcuların misafir edildiği, muhtaçların ihtiyâçlarının görüldüğü yerler idi. İbn-i Battûta Seyahatnamesi’nde, “Anadolu’da Türkmenlerin yaşadıkları şehir, kasaba ve köylerde bulunan ahîler, san’at sahibi kimseler olup, aynı meslekte çalışanlardan meydana gelen ve birbirleri ile yardımlaşan bir topluluktur. Yabancıları karşılayıp, ihtiyâçlarını te’min ederler. Dünyânın hiç bir yerinde benzerlerine rastlamak mümkün değildir” diyerek onların müsâfirperverliğini övmektedir. İbn-i Battûta, Kastamonu’daki bir ahî müsâfirhânesini de şöyle anlatır: “Burayı Emir Fahreddîn adında bir zât yaptırmış. Köyün gelirini de müsâfirhâne için vakfetmişti. Müsâfirlere hizmet için de kendi öz oğlunu vazifelendirmiş. Müsafirhâne karşısında bir de sıcak sulu hamam yapmış ki, gelip geçenler ücretsiz yıkanıp paklansınlar. Mekke, Medîne gibi mübarek beldelerden, Horasan, Şam, Irak, Mısır gibi uzak diyarlardan gelen müslüman fakirler için vakıfdan kişi başına birer kat elbise ile ilk gün için 100 dirhem, kaldığı diğer günler için yetecek kadar et, ekmek, yağ, pirinç pilâvı ve tatlılar tahsis edilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bütün bu hizmetleri yapmış, san’at ve ticâret hayâtını Osmanlı’nın maddî ve manevî yapısına göre düzenlemiş olan Ahîlik teşkilâtı, diğer kıymetli müesseseler gibi bilhassa İngiltere’nin desteklediği Mustafa Reşîd Paşa tarafından hazırlanan Tanzîmât fermanı ile büyük bir sarsıntı geçirmiş, hattâ ortadan silinmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Ancak Osmanlı’da derin izler bırakan bu müessese, eski parlaklığı ile olmasa da devam etmiştir.
—————————-
1) Rıhle-i İbni Battûta; sh. 185
2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 33
3) Âşıkpaşazâde Târihi
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 115
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 69
6) El-Fusûl-ül-müntehabe min âsâr-il-fûtüvvet-it-Türkiyye vel-islâmiyye (M. Cevdet, İstanbul-1922)
7) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-1, sh. 201