REFORMİSTLERİN/MODERNİSTLERİN GELDİĞİ TEHLİKELİ BOYUT
REFORMİSTLERİN/MODERNİSTLERİN GELDİĞİ TEHLİKELİ BOYUT[1]
İslâm Dini’ni kendi içerisinden bozmak isteyen Batılı müsteşrikler, “edille-i şer’iyye”nin (Kitap, Sünnet, İcmâ, Kıyas), önce zayıflatılıp sonra da yok edilmesini iki asırdır hedef almışlardır. Bu nedenle Gibb, M. Watt, Goldzhier ve Schacht gibi müsteşriklerle, gizli oryantalistler denilebilecek Fazlurrahman ve Mûsâ Cârullah gibi şahıslar, kendilerine ilk hedef olarak usül ilimlerini, şer’î delilleri ve akâidi/kelâm ilmini seçmişlerdir. Mûsâ Cârullah’ın, “Kitabu’s-Sünne” adlı kitabında, şer’î delilleri tanıtma ve savunma görüntüsü altında, “edille-i şer’iyye”nin sulandırılarak fasit yorumlarla bertaraf edilmesinin amaçlandığı görülmektedir.[2]
Musâ Carullah ve Fazlurahman’dan önce İngiliz himayesinde Osmanlı topraklarında dini dejenerasyon faaliyetlerini sürdüren ilk öncü reformist grup da Efgani, Abduh ve Reşit Rıza gibi zındıklardır. Bu güruh, Araplar arasında körükledikleri Arap milliyetçiliği duygularıyla Afrika, Arabistan ve Ortadoğu’daki halkları Osmanlı’ya karşı kışkırtarak, bu toprakların Osmanlı hakimiyetinden çıkmasına zemin hazırlamışlardır. Daha da ötesi bu zındıklar, İngiliz himaye ve desteğiyle Osmanlıdaki Türk aydınlarının dahi beyinlerine girerek, onlara reformist din anlayışını aşılamayı başarabilmişlerdir.
Batılı müsteşriklerin İslâm Dini’ni bu şekilde hedef alıp içinden bozma çabaları, şaşılacak bir durum değildir. Zira müsteşriklerin kaynakları üzerinden İslam Dini’ni hedef almaları, tarih boyunca süregelen hak-batıl mücadelesinin bir yansımasıdır. Oryantalizm aracılığıyla Batı’nın, Dinimizi içinden bozarak bizi mahkûm etme planları, belki de haçlı seferlerinin son model ve en sinsi yöntemidir. Bu tehlike karşısında kimse nemelazımcı olamaz. Bu hususta asıl şaşılacak durum ise, Müslüman bilinen teologların, müsteşriklerin görüş ve fikirlerini çırpınırcasına Müslüman-Türk milletine yaymaya ve benimsetmeye çalışmaları, yazı ve söylemlerinde bu fikirleri, ince ince, sinsi bir üslupla işlemeleridir.
Günümüzde birilerinin, nasslarda açık olmayan hususlarda, bu üç neslin içtihadını bir yana bırakarak kendi keyfi görüşlerini devreye sokmaları, iyi niyetlilikten uzak olup hayra alamet bir iş değildir. Günümüz şartlarında, resmi “kariyer sahibi olmak”, “müctehit olmak” anlamına gelmez. Özellikle temel İslâm bilimlerinin tamamında belli bir düzeyde uzmanlığı ve özel bir yetişmişliği bulunmayan kimselerin; dinler tarihi, din sosyolojisi, din felsefesi ve din eğitimi gibi branşlarda kariyer sahibi olmaları, onlara ne içtihat yetkisi ne de dini hükümleri değerlendirme yetkisi verir. Bu alandaki kişilere düşen görev, İslâm âlimlerince ortaya konan hükümlere sarılmaktır, hiç değilse saygılı olmaktır.
Bunu da yapamayacaksa bir “teolog” ya da “müctehit taslağı bir zavallı” filozofsa filozofluğunu, sosyologsa sosyologçuluğunu, eğitimci ise eğitimciliğini, tarihçi ise tarihçiliğini bilsin de dini-imanı biçerek, Kur’an’ı ve dini değerleri ayaklar altına alarak toplumu sapıklığa sürüklemesin! Bıraksınlar sahte müctehitliği ve dini dejenere etme faaliyetlerini; şayet iyi niyetlilerse, kendi branşlarında milletin evladına dürüstçe hizmet etsinler! Bu husustaki serzenişimiz, pek tabii ki haddini aşarak, dini dejenere etmeye yeltenen kimseler içindir. Yoksa, “selef-i sâlihîn”den dinin bize geldiği şekliyle, dini dosdoğru öğrenen herkes, toplumu yanıltmadan Dinimizi anlatabilir; yerine göre anlatmalıdır da!
Delâleti açık olmayan nasslar (ayet ve hadisler) şöyle dursun, delaleti ve sübutu kat’î olan nasslarla gelen hükümleri bile kendi kafasınca yontup reddeden, imanın gereği olarak bunları kabul edip, Allah rızası için de bunları anlatan ve yazıp çizen hocalara da günümüz moda ithamlarıyla, “selefi”, “tekfirci” ve “işidçi” gibi yakıştırma ve iftiralarda bulunan, talihsiz, vicdansız, insafsız, hayasız, bir o kadar da İslâmî ilimlerin cahili ve edep yoksulu “müşteşrik” zihniyetli teologların, mantar gibi biterek her geçen gün arttığı, bütün bu densizlikleriyle de sosyal medya başta olmak üzere, her türlü platformda salına salına arzı endam ederek zehirlerini kustukları, esefle ve ibretle müşâhade edilmektedir…
Bu teologların; toplumu ve öğrencilerini saptırdıkları yetmiyormuş gibi, bir de ev sahibini bastıran “yavuz hırsız” misali; Kur’an-Sünnet ve İslâmî ilimler çerçevesinde toplumu din konusunda aydınlatma gayretinde olan, Allah’ın emir ve yasaklarını açıklayan, İslam’ın inanç esaslarını objektif olarak anlatan din, devlet ve millet sevdalısı Ehl-i Sünnet ilim ehlini, akla hayale gelmeyecek iftira ve yöntemlerle “elimine” etme girişimleri de son derece hayret vericidir.
Ne yazık ki bu haddini bilmez cüretkâr çevreler; Kur’an-ı Kerim, Hadis-i şerifler, İslam fıkıh ve akâidi, hadis usulü ve fıkıh usulü bağlamında dinimize saldırıları bertaraf etme gayretinde olan “vatanperver hocaları”; “fikri eleştiriye karşı fikirle cevap vermek yerine”, sırf, sapkın fikir dünyalarına uymadıkları gerekçesiyle, “tekfirci”, “selefi” ve “zâhirci” yakıştırmalar gibi, ezbere ve toptancı suçlamalar eşliğinde bu hocaları “tehlikeli” de addederek, Devlet makamlarını onlar üzerine kışkırtmaktan da artık çekinmemektedirler. Kendilerine verilen görev mi böyledir bilmiyoruz?.. Bu pervasızlık, Allah korkusu, ahiret hesabı duygusu bir yana, Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz’in, “Utanmazsan dilediğini yap!”[3] hadis-i şerifinde ifade edilen pervasızlığın bir örneği midir, acaba? Yoksa “bu densizlik”, “dilin kemiği yoktur” atasözünün ifadesi midir?.. Dilin kemiği yoktur, ama, “kirâmen kâtibîn” melekleri de fısıltıyı dahi kaydetmektedirler… Asıl bunu düşünmek gerekmez mi?.. Ve hesap günü yakındır!..
Bundan daha önemlisi ise, İslâmî İlimlerle de alakası olmayan “akademisyen” lakaplı bu sözde teologların; şehit kanlarıyla yoğrulan şu “Aziz Vatanımız”da ve “Yüce Milletimiz”in gözünün önünde, bu kadar densizliğe cüret edebilecekleri, milli ve manevi değerlerimizi ayaklar altına alıp çiğneyen nahoş bir fikir ortamını, son dönemlerde oluşturabilmiş olmalarıdır. Bunlara çanak tutanların ise, aklı sıra “İslâmcı” geçinen şahıs, dernek, vakıf ve sivil toplum kuruluşları arasından olması, çok daha vahim bir trajedidir…
Bu vahim gerçekler bize, sahabeden Enes b. Mâlik (r.a.), Ebu Hüreyre (r.a.) ve Afv b. Mâlik (r.a.) rivâyetleriyle Peygamber (s.a.v.)’den aktarılan hadis-i şerifi hatırlatmaktadır. Ebû Hüreyre (r.a.)’den gelen rivâyete göre Rasulüllah (sallalahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar üzerine (yağmurun bolluğu, fakat veriminin azlığıyla)[4] aldatıcı öylesi yıllar gelecek ki, (o zamanda) yalancı adam doğrulanacak, doğru adam yalanlanacak, hain adama güvenilecek, güvenilir adam da hainlikle itham edilecek. Yine (o devirde) kamu işlerinde “ruveybiza adam(lar)” söz sahibi olacaktır. “Ruveybiza adam(lar) nedir?” diye sorulunca, Peygamber (s.a.v.); “önemsiz, basit, bilgisi kıt, âciz ve sefih adam(lar)dır”[5] buyurdular.”[6] (İbn Mâce, Fiten, 24; Ahmed, II/291, 338; III/220; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 18/67; Hâkim, Müstedrek, IV/512; No: 8439; vd.).
(Hâkim, hadisin isnadının sahih olduğunu bildirmiştir. Ahmed Muhammed Şâkir, hadisin sahih isnadla gelen rivâyeti olduğu gibi, “şâhid” isnatları dolayısıyla “hasen” isnada sahip olan rivayetinin de sahih hale geldiğini söylemektedir. Sonuç olarak belirtmek gerekirse, hadis sahihtir. Bu hadisle ilgili daha alt detayları, müstakil bir yazıda konu edeceğiz inşallah!)[7]
Sonuç olarak, müsteşriklerin İslam’ı yok etmek için ortaya attıkları İslam itikadına aykırı fikirleri benimseyip yayma gayretinde olan bazı sözde “teologlar” olsun, branş dışı akademisyenler olsun, hatta bunlarla birlikte gazeteci ve aydın geçinen diğer bazı çevreler olsun, öylesine densiz, cüretkâr ve baskın bir hale geldiler ki, artık İslam Dini’nin itikad ve ahkâmını usulü dairesinde anlatan, kaynaklarıyla birlikte yazıp çizen, din devlet ve millet aşığı ehil insanları, akla hayale gelmeyecek iftira ve ithamlarla mahkum edebiliyorlar… “Ilımlı İslam” ve “Dinler Arası Diyalog” ihanetleri yanında “tarihsellik” inkarcılığını da benimseyen bu sapkın güruhtan sadır olan baskı, sindirme ve yıldırma hareketleri, o kadar ilerlemiştir ki, en son bu şeni’ hareket, iftira ve asılsız ithamlarla, objektif, masum ve vatansever ilim adamları üzerine Devlet makamlarını kışkırtmaya kadar varmıştır. Bu memlekette hakkı haykıran, milli ve manevi değerlerini önceleyen dürüst ilim adamları sindirilir yok edilirse, o zaman Vatikan inancı Anadolu’ya hâkim olur, “Papa” da gelir İstanbul ya da İzmir’e tahtını kurar… Devletimizin ve milletimizin uyanıklığı ile bu hayallerine erişemeyecekler inşallah!
Fikre fikirle cevap verecek kadar bile beceri ve cesareti olmayan zavallıların içine düştükleri bu durum, din, devlet ve millet açısından büyük bir felakettir. Bu baskı ve sindirmeler neticesinde yakında hiç kimse, değil Ehl-i Sünnet itikadını anlatmak ve savunmak, bu itidal yolunun adını bile anamaz hale gelecektir… Hatta günümüzde bu aşamaya gelmiştir bile… Bir ülkede, birlik ve beraberliği sağlayan, halkla idare arasında ve bizzat halk arasında adeta bir çimento rolü oynayarak huzur ve asayişin teminatı olduğu tarih boyunca ispatlanmış olan Ehl-i Sünnet itikadı mahkûm edilirse, Allah muhafaza bundan, top yekûn devlet ve millet zarar görür.
Allah encamımızı hayreylesin. Hepimizin ahvalini ıslah eylesin! Dinimizi gereği şekilde anlayıp, en güzel şekilde, Allah rızası için yasabilmeyi ve yaşatabilmeyi; dinimize, devletimize, vatanımıza ve milletimize de sahip çıkabilmeyi nasip eylesin. Âmin!
07.01.2021
Dr. Ahmet GELİŞGEN
[1] Yazı, diğer bir yazımızın bir bölümüdür.
[2] Bkz. Fazlurrahman, Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu, Çeviri; Salih Akdemir, s. 32, 34, 35, 46; İslam ve Çağdaşlık, s. 80; Mûsâ Cârullah, Kitâbu’s-Sünne, Hazırlayan; Mehmet Görmez, s. 125; Mehmet Görmez, Mûsâ Cârullah Bigiyef, s.130.
[3] Buhârî, Enbiyâ, 54; Edeb, 78; Ebu Dâvud, Edeb, 6; İbn Mâce, Zühd, 17; Muvattâ, Sefer, 46; Ahmed, IV/121, 122; V/273.
[4] Parantez içi açıklama, hadisin diğer varyantlarında gelen ifadesinden alınmıştır. Bkz. Bûsırî, İthâfü’l-Hıyara, X/537; No: 8590.
[5] “Racülün tâfihün” kelimesinin, kaynaklarda ve hadisin diğer varyantlarında geçen anlamları olarak yazılmıştır. Bkz. Ahmed, II/291; İbnü’l-Esîr, Nihâye, 187; Ahmed, Müsned (Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inin tahkikli nüshası, 7899 no’lu dipnot), VI/253; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 18/67; Şâtıbî, İ’tisâm, II/681; Cübrân Mes’ûd, Râid, I/426.
[6] İbn Mâce, Fiten, 24 (No: 4036); Ahmed, II/291, 338; III/220; Hâkim, Müstedrek, IV/512; No: 8439; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, 18/67. Değerlendirmeler için bkz. Hacer, Metâlib, IV/355, 356; No: 4588; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VII/637; No: 12429; Bûsırî, İthâfü’l-Hıyara, X/536, 537; No: 8590, 8591; Ahmed, Müsned (Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inin tahkikli nüshası), VI/252; No: 7899; VI/511; No: 8440; Elbânî, Silsiletü’s-Sahîha, IV/509.
[7] Hâkim, Müstedrek, IV/512; No: 8439; Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inin Ahmet Şakir tahkikli nüshası, VI/511; No: 8440; Elbânî, Silsiletü’s-Sahîha, IV/509. Ayrıca bkz. İbn Hacer, Metâlib, IV/355, 356; No: 4588; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VII/637; No: 12429; Bûsırî, İthâfü’l-Hıyara, X/536, 537; No: 8590, 8591.