Din adamlarının paraya karşı mesafesi
Kapitalizm’in altın çağını yaşadığı bir devirde hayat sürüyoruz ne yazık ki. Etrafımızda esen dünyevileşme rüzgarı, para tutkunluğu ve eşya düşkünlüğü vebası ister istemez sarıyor bizi tepeden tırnağa. Şahsiyetin, sanatın, elverişliliğin, erdemliğin geçer akçe kabul edilmediği ve bütün bunların yerine kirli bir kağıt parçasının yegâne hâkim güç telakki edildiği bir zaman bizimkisi. Herkesin, nasibini fazlasıyla aldığı sekülerleşme hastalığında diğer kimselere nispetle daha fazla göze batan bir zümre var: “din adamları”. Yaygın örfün de tepkiyle karşıladığı “din adamı ve para tutkusu” kavramları daha yüz kızartıcı ve nisbî olarak daha ziyâde suç teşkil eder durumda.
Bu, dün de böyleydi bu gün de böyle. Bu yüzden Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) vekili olduğunun idrakında olan ulema mesafeli durdular paraya her dem. Zira onlar varisi oldukları kıymet biçilmez sermayenin para kadar bir ikinci düşmanı olmadığının bilincinde olan insanlardı.
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in “Bir koyun sürüsü üzerine salıverilen iki aç kurdun o sürüye zararı, kişinin mal ve makam hırsının dinine verdiği zarardan daha fazla değildir.”[1] şeklindeki hadisi takva ve vakarlarını korumalarının paradan uzak durmaya bağlı olduğunu öğretiyordu onlara. Âlimin heves etmesi gereken birikimin ilmî birikim ve derlemek için çaba sarf etmesi gereken sermayenin de yetiştirdiği talebeler ve neşr ettiği eserler olduğunu talim ediyordu.
“Elbetteki Allah (celle celâlühû) ’ın, senin sebebinle bir adamı hidayet etmesi senin için kızık develerden daha hayırlıdır”[3] buyuran Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün çizdiği istikamette yürüdü onlar. Tek kuruş beklemeden hayatlarını orataya koyarak telif ettikleri muhalled eserlerle aydınlan mıyor muyuz asırlardır? Peygamber varisi olmanın muktezasını sahip oldukları zühd anlayışıyla ispat eden kadim ulema için şu âyet de ayrı bir hikmeti haiz: “De ki: Buna karşılık, sizden, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmanız) dışında herhangi bir ücret istemiyorum”.[3]
Canı pahasına yaptığı tebliğe karşı her hangi bir ücret istememiş Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sair nebiler. Sadece bir ücret istemiş insanlardan. O da: Rablerine giden, onları Allah (celle celalühû)’a bağlayıp muhabbetullaha eriştirecek bir istikamet tutmaları. Peygamber’in istediği ücret bu. Kıyamete kadar onların vazifesini icra edecek olan ulemanın da tavrı bu olmalı değil mi öyleyse?
Dine davet için yaptığı her türlü faaliyeti bu gayeyle yerine getirmeli âlimler. Rahle-i tedrisatında yetişmiş bir talebenin bir ayete mana vermesi dünyanın yekûnuyla kendine bahş edilmesinden daha kıymetli olmalı âlim için. Yetiştirdiği bir talebenin ondan aldığı ilmi neşr etmesi dünyevi kıymetlerin hiç biriyle tekabul edemeyecek kadar değerli olmalı alimin nazarında. Cehdü gayreti ilme hizmet, sermayesi yetiştirdiği talebeler, zenginliği saihp olduğu kitaplar, serveti telif ettiği kitaplar, zineti sinesinde taşıdığı takva ve haşyet duygusu ve yegane maksadı da rızayı Bârî olmalı âlimin.
Bunları söylerken, alimlerin de bir insan olduğunu unutuyor değilim elbette. Alimin de evlâdü iyâlinin rızkını temin mükellefiyeti ve maişetini temin gibi bir yükümlülüğü var tabi ki. Lakin konumuzun bu noktayla taallük eden bir yanı yok. Konumuz tamamen, gözlerini akçe bürümüş bir dünya adamı edasıyla “dini ve ilmi nasıl daha fazla dünyevi metâ’’ elde etmeye vesile kılabilirim” düşüncesiyle hareket eden bir alim olmamak gerektiğiyle ilgili. Meselemizle ilgili öz hakikat; suyun üzerinde seyr etme zarureti olan geminin üzerinde yol aldığı suyu içine almaması gerektiği misalinde gizli.
Ne mutlu idrak edip amel edebilene…
ÖMER FARUK KORKMAZ
[1] Tirmizi, “Zühd”, No: 2376, Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXV/61, No: 15784, İbn Hibbân, Sahih, No: 3228, Dârimi, Sünen, Taharet”, No: 2772
[2] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, No: 5818, İbn Hibbân, Sahih, No: 6932
[3]Furkan, 57