Şeyhül İslam Mustafa Sabri Efendinin hayatı ve iftiraya cevap
Mustafa Sabri Efendi zaman olarak ahire, tefekkür ve ilim olarak ise kadim zamanlara mensuptu. Zalimlere meydan okuyan yönüyle asrının İz b. Abdisselam’ıydı. Hayatın her şubesinde mücadele etti, hakikat namına beyanda bulundu. Yirmi iki yaşında Fatih Medresesi dersiâmları arasına katıldı. Mehmed Zihni Efendi gibi allâmelerin takdirine muhatap oldu. İslâm’a kayıtsız şartsız bağlılığı, önce ittihatçıların sonra da Kemalistlerin gazabını üzerine çekti. İstanbul’da ittihatçılara, Mısır’da Abduh başta olmak üzere Meraği, Ferid Vecdi gibi yenilikçilere karşı aşılmaz bir dağ gibi durdu, reddiyeler kaleme aldı. Fikrinin takipçisi oldu.
Zindanda Yazılan Reddiye
Sahte kahramanlar bir gölge gibi peşinden gitti. Çarşamba’da Molla Murat Kütüphanesi yanındaki evine İttihatçılar bir gece baskın yapınca yandaki eve geçerek kurtulabildi (1913). Gemiyle Mısır’a intikal etti. Orada bir müddet kaldıktan sonra sırasıyla Bosna’ya ardından Paris’e gitti. Bir müddet Romanya’da kaldı.[1] Romanya’da sahipsiz kalan Müslümanları imkân nisbetinde bir araya getirdi. İlme meraklı evlatlarına usûl ve belağat okuttu. Tutuklandı, Tatar asıllı baş müftü Salih Efendi’nin ricası üzerine hapiste Musa Carullah’a reddiye yazdı. İnce kâğıtlar üzerine telif ettiği eserini ibrik içerisinde sakladı, zayi olmaması için ibriği sürekli yanında taşıdı. Daha sonra İstanbul’a götürüldü. İdamla yargılandı. Bilecik’e sürgün edildi.
Vahdeddin’e Rica
İstiklal mücadelesinin bidayetinde, mücadelenin liderini tayini noktasında Sultan Vahdettin’e saatlerce ricada bulundu. Ne var ki tembihatı dikkate alınmadı. Maalesef ki herşey yazdığı gibi oldu. “Saltanat giderse yerine yenisi ikame edilir fakat İslâm sarsılırsa yerine yenisi gelemez” dedi, fakat kimselere anlatamadı.
Açlık ve Satılan Kitaplar
Oğlu İbrahim’le birlikte 150’likler listesine alındı, 1922’de tutuklanacağı sırada Sultan Vahdeddin’le İstanbul’dan ikinci defa ayrılmak zorunda kaldı. Bir gemiyle İskenderiye’ye gitti. Ankara’nın emriyle hareket eden konsolosun maharetiyle rıhtımda toplanan ayak takımı tarafından çürük yumurta ve domates yağmuruna tutuldu. Kahire sokaklarında sözlü sataşmalara muhatab oldu, müstağrib gazeteciler tarafından alaya alındı. Önce dersiâmlık maaşı kesildi (1924), ardından da vatandaşlıktan çıkarıldı.[2] Bu süre zarfında açlık çekti. Kitaplarını satmak zorunda kaldı. Fakat hakikati beyan vazifesinden hiç ödün vermedi.
Yarın Gazetesi
Mısır’dan sınırdışı edileceği sırada Mekke’ye gitti. Şerif Hüseyin’in kendisi üzerinden ümmeti vesayet altına alma planını fark edince her nevi yardım teklifini reddederek Mekke’den ayrıldı. Tekrar Romanya’ya döndü. Oradan beş yıl kalacağı Gümülcine’ye geçti. Yarın gazetesini çıkardı. Türkiye’deki hadiseleri tahlil ve tenkit ettiği gazeteden Kemalistler rahatsız oldu. Yunan Hükümet başkanı Venizelos Türkiye’ye davet edildi. İstiklal mücadelesinin üzerinden henüz birkaç yıl geçmişti ki, Sabri Efendi korkusu, ilgilileri eski düşmanla dost olmaya mecbur etti. Merkezinde Sabri Efendi’nin olduğu bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre gazetenin yayını durdurulacak, Mustafa Sabri’de Yunanistan’dan çıkarılacaktı.[3] Anlaşma maddeleri vakit geçirilmeden yürürlüğe kondu. Gazetenin yayını durduruldu. Gümülcine valisi, şehri terk etmesi için Mustafa Sabri Efendi’ye tebligatta bulundu. Patras’a gönderildi. Geldiğini öğrenen Hristiyan din adamları yollara dökülüp onu istikbal etti.[4]
Hristiyan Mezarlığına Defnedilme EndişesiAylarca Patras’ta kaldı. Elem duydu, acı çekti. Orada vefat edip Hristiyan makberine defnedilmekten endişelendi. Bunun için Osmanlı Parlamentosundan tanıdığı Müslüman dostlarına hatta İslâm coğrafyasındaki devletlerin başkanlarına kendisine vize vermeleri için defalarca mektup yazdı, ricada bulundu. Ne var ki Ankara’nın baskısıyla bütün kapılar yüzüne kapatıldı. 1932’de Mısır Konsolosundan vize aldı ve bir daha dönmemek üzere bu ülkeye gitti.[5]
Hasan el-Bennâ
Mustafa Sabri Efendi küfrün İslâm’a karşı yürüttüğü çok cepheli, ilim, fikir ve siyaset muharebesinin en ön safında yer aldı. Kalemi Allah yolunda çekilmiş bir kılıç gibiydi. “Mevkif’ul Akl”, adlı muhalled eseri küfür selleri önünde bina edilen muazzam bir bentti. Hem müdâfaa etti, hem beyanda bulundu. Mustağrib ve mustamir bloğa ağır darbeler indirdi.
Muhammed Heykel, “Hayat-u Muhammed’i” yazıp mucizeleri inkâr edince, Mısır ulemâsı kendisine gelip, “Eserde felsefi bahisler var, biz reddiye yazarsak tam çürütemeyebiliriz, bunu sizden bekliyoruz” deyince, “el-Kavlu’l-Fasl’ı” kaleme aldı. Fakat eseri basmaya parası yoktu. Hadiseden haberdar olan Şehidu’l-İslâm Hasan el-Bennâ ziyaretine gidip kitabı basmasını, iki yüz adedi de kendisinin alacağını söyledi.
Muhammed Abduh
Sahte kahramanlara ve onlara aldananlara içerlendi. Muhammed Abduh’un kıymet ölçüsünü tayin ederken şöyle dedi: “Şurada gözünün önünde duran Mekke’ye ömründe bir defa gidemedi fakat yılda iki defa Paris’e gitti.”
Gandi ve Şeyhü’l-İslâm
Suffe Ashâbı gibi izzetli yaşadı. yoksulluğunu izmar, izzetini izhâr etti. Dünya basınının Gandi’nin İngilizlerin Hindistan politikasını protesto için başlattığı açlık grevine odaklandığı günlerde kendi haliyle Gandi’yi kıyas etti; O varlıkta, kendisi ise yoklukta oruç tutuyordu. Ayrıca Gandi’nin orucu bütün insanların dilinde, onun Allah yolunda tuttuğu orucu ise sadece kendisi biliyordu.[6] Gandi için ağlayan, fakat evinde ekmek bulamayan Şeyhü’l-İslâm’dan habersiz yaşayan ümmet adına hüzünlendi. Sözsüz ve sessiz bir muzdarib olarak ruhunu gurbette Rabbine teslim etti (1954).
“Yüksek Dünyanıza Lanet Ederim”
Modernistlerin ümmeti içinden çıkılmaz bir anafora sürüklediğini yüksek sesle duyurdu: “…Ben Müslümanların maddeten ve ahlâken inhitatını ve belki kısmen iflasını inkâr edenlerden ve buna çare olacak uyanış ve teceddüt yollarının önüne set çekmek isteyenlerden değilim. Ancak buna çare olacak diye açıktan veya gizliden İslâm dininin tahrip veya tahrif edilmesine lüzum görülürse o zaman ben, Müslümanların bu sefalette kalmalarını haklarında daha hayırlı görürüm.”
Müslümanların mesut bir dünya yüzüne çıkmasını vicdanî samimiyetimle arzu ettiğim hâlde dinimizin üzerine basarak erişebileceğimiz yüksek dünyanıza lanet ederim. Biz o yüksek dünyaya çıktığımız zaman İslâmîyet de ona sımsıkı sarılan elimizle başımızın üstünde hürmetle bulunmalıdır. Hem bu şekilde hareket edersek yükseleceğimiz yere çıkarken bizliğimizi de beraber götürmüş olacağımızdan muvaffakiyet daha ziyade kesindir. Aksini yaparsak daha yükselme hareketinde melezleşmiş olan bizler, çıkacağımız noktaya ulaşmadan kuvvetimizi kaybetmiş olacağımız gibi, olmaz ya, arzumuzun en üst mertebesine yükselmek mümkün olsa bile, o yükselenler artık biz değil, bizden tenasüh etmiş başkalarıdır. Bize yabancı olan o insanların dünyalık saadetlerine çalışmak borcumuz olmadığı gibi ahiretteki mesuliyetlerine iştirak etmek de hiç işimize gelmez”.
Habertürk
Geçen yıllarda Habertürk adındaki bir gazete Mustafa Sabri Efendi hakkında ısmarlama olduğu her yönüyle zahir olan bir haber yaptı. “Habertürk 87 yıllık gizli belgeye ulaştı!” başlığıyla duyurulan yalanın hulasası, “Şeyhü’l-İslâm, Papa’dan hilafetin kurulması için yardım istedi” şeklindeydi. Habertürk’ün uydurma haberini ciddiye alanlar ya da almak isteyenler, “Milli mücadele düşmanı olan Şeyhülİslâm, Papa’ya yaslandı” diye müzahrefat kustu. Bu hususta gizli bir belgeye ulaştığını iddia eden yönetmen ya da ilgili o derece hadiseye yabancıydı ki, Şeyhülİslâm’ın adının olduğu yere Muhammed Zahid Kevserî’nin resmini koydu.
Şerif Hüseyin’in aşırı ilgisinin, İngilizler adına Onun üzerinden ümmeti vesayet altına alma hamlesi olduğunu fark edince, Hicaz’dan ayrılan, bu süreçte açlık çeken, kitaplarını satmak zorunda kalan, Patras’taki zorunlu ikametinde Hristiyan mezarlığına gömülme endişesiyle ağlayıp Cenab-ı Hakk’a “Beni burdan çıkar Ya Rabbi” diye niyazda bulunan, yoksulluğunu izmar, izzetini izhar eden Şeyhü’l-İslâm’a atılan bu son iftira, umud ederiz ki bazı Müslümanların diyalog gibi fasid ameliyelerine mesnet teşkil etsin diye yapılmamıştır.
İade-i İtibar
İhanetin her nevisine misal olabilecek insanlara iade-i itibar yapıldı. Mustafa Sabri Efendi ise hâlâ maznunlar ve mahkumlar listesinde.
Herşeye rağmen biz onu İfam’da “muteber kullar, muzdarib alimler” listesinin üst tarafına yazdık. Hani eğer “Serahsî’nin” yanında bana âlim denmesinden hayâ ediyorum” demeseydi, müctehit ve müceddit âlimler kadrosundan hemen sonra gelen “mütefekkir âlimler cemaati”nin en başına da yazardık adını.
Sahte Kahramanlar
Artık sahte kahramanlar çağının sonuna doğru geldik. Yakında yeniden İslâm çağı başlayacak. O zaman Şeyhü’l-İslâm’ın Allah Teâlâ’ya gönderdiği fakat tersi dönmüş ahmakların “papa’ya gönderilen mektup” diye haber yaptığı niyaz cümleleri karşılık bulacak. Kemalistler’e mi yoksa milli mücadeleye mi karşı olduğu ortaya çıkacak.[7] İşte ozaman Onu, Kemalist nazarla değerlendirip Milli mücadele muarızı olarak gösteren DİA’da kendini tashihe mecbur kalacak.[8]
Müslüman Gençler yakın bir zamanda Şeyhü’l-İslâm adına muhteşem bir iade-i itibar merasimi yapacak. En önemli eseri “Mevkiful-Akl” başta olmak üzere bütün kitapları millet evlatlarının irfan dünyasına kazandırılacak. İzzetin ne olduğu, mütefekkirin fikrine nasıl sahip çıkacağı, açlığın âlimi niçin dilenci yapamayacağı onun şahsında yeniden anlatılacak.
Ey Koca Şeyhü’l-İslâm! Hani, “Dinle Ey Mısır!” demiştin ya. Şimdi de, “Dinle Ey Anadolu, dinle Ey Âlem-i İslâm” de. Zira Anadolu seni dinlemeye hazırlanıyor. Söz de sizde, ilim de. Buyurunuz Efendim.
İhsan Şenocak Hocaefendi
[1] Müferrih b. Süleyman el-Kavsî, Mustafa Sabrî, 2006, s.136.
[2] El-Kavsî, a.g.e., s.135.
[3] El-Kavsî, a.g.e., s.118.
[4] El-Kavsî, a.g.e., s.146.
[5] El-Kavsî, a.g.e., s.147-8.
[6] Ebû Ğudde Abdulfettah, Safahât min Sabri’l-’Ulemâ, Beyrût, 1997, s.228-9.
[7] El-Kavsî, a.g.e., s.117.
[8] DİA, Mustafa Sabri, XXXI.
www.ihsansenocak.com