İnsan türünü yok olmaktan, kadını aşağılanmaktan “Müslüman aile” kurtarabilir
Yusuf Kaplan gündeme dair yazdı:
Benim kadın düşmanı olduğum iftirasını yayıyorlar, iyi mi!
Ne zavallı insanlar var yahu! Talebelerinin (öğrenci değil talebe) yüzde 70’inden fazlası, kız kardeşlerimizden oluşan bir adam, nasıl kadın düşmanı olabilir ki!
Bu meseleye yarınki yazımda gireceğim. Ama önce asıl meseleye, “kadın sorunu”nun köklerine, felsefî temellerine bakmamız gerekiyor. Yoksa bir arpa boyu yol alamayacağız.
ŞİDDETİN FELSEFÎ KAYNAĞI: MODERNİTE
Nietzsche, büyük adamdı. “Modernler, nedenlerle sonuçları birbirine karıştırıyor, sonuçları neden olarak konumlandırıyorlar,” demişti.
Kadına şiddeti, cinayeti, ürpertici hâdiseleri konuşuyoruz. Fakat sadece sonuçları konuşuyoruz; felsefî nedenleri de, sosyo-kültürel bağlamları da atlıyoruz!
Modernitenin ürettiği bir dünyada, modernitenin yol açtığı sorunları, travmaları yaşıyoruz.
Kadına şiddetin temeli, kaynağı, nedeni, modernitedir. Modernitenin kendisi şiddettir felsefî olarak: Ontolojik şiddet. Varlığa saldırı. Tanrı’yı hayattan uzaklaştırma: Deizmin kapısı böyle açıldı.
Bunun nihâî mantîkî sonucu elbette ki ateizm olacaktı: İnsanı tanrılaştırma.
Varlığın düzenini bozdu modernite. Tanrı’yı izafileştirdi, insanı her şeyin merkezine yerleştirdi, tanrılaştırmaya cüret etti.
“İnsanın ‘Tanrı’yı öldürmesi, insanın tahammül edebilmesi en büyük cinayettir” demişti, cins Amerikalı kadın düşünür Susan Sontag.
Bütün şiddetlerin temelinde işte bu felsefî şiddet gizli: İnsanın ‘Tanrı’ konumuna yerleşmesi, büyük varlık zincirinin yerle bir edilmesi, varlıklar arasındaki ilişkilerdeki dengenin yok edilmesi.
Batı uygarlığı, şiddete dayalıdır. Ve şiddete dayalı ilişkiler ağı örer…
Çatışmacıdır, o yüzden: Tanrı’yla insan, insanla tabiat, erkekle kadın ve bütün sınıflar arasında çatışmaya dayalı ilişki biçimleri üzerinden kendini üretir. Bu, kendini üretmek midir, tüketmek mi; düşünmeye değer bir soru/n!
BATI DIŞLAYICI, İSLÂM KUCAKLAYICI
Özenle vurguluyorum: Tanrı fikrinin yok edilmesi, ontolojik şiddetin temelidir.
O yüzden modern seküler hayatın merkezinde hem şiddet vardır hem de şiddete dayalı ilişki biçimleri.
Çatışma buradan çıkar.
Frenkçe terimler çok kışkırtıcı tam bu noktada: Batı uygarlığı dışlayıcıdır, “exclusivist” yani. İslâm medeniyeti ise kucaklayıcı, inclusivist.
Greklerde, Roma’da, Kilise çağlarında, modernitede ve postmodernitede, bunun güçlü ve yıkıcı tezahürlerini görüyoruz.
Öyle ki, bu dışlayıcılık o kadar gayr-i insanî ve gayr-i tabiî hâller alıyor ki, iş, ifrat ve tefrit boyutlarına varıyor; bir uçtan diğerine yuvarlanıyor Batılı insan…
Hayatın her alanında böyle. Özellikle de sanatta.
BATI’DAKİ İFRAT VE TEFRİTİN GEREKÇESİ: AÇILMA FOBİSİ
Richard Sennett, bu durumu, “açılma korkusu” olarak tarif eder, mimariden yola çıkarak…
Nefis bir metafordur bu. İki bin küsur yıllık Batı uygarlığının serüvenini iki kelimeyle özetlemeye yetecek kadar muazzam bir metafor.
Şöyle izah eder bunu Sennett: Kilise çağlarında “dışa açılma korkusu, fobisi hâkimdi” der, mimariye ve hayatın her alanına. Modern kent mimarisinde bu durum “içe açılma” fobisine dönüşmüştür.
Kilise çağlarında, Hıristiyan dünya tasavvuru, dünyayı necis olarak gördüğü için dünyadan kaçar; dünyayı lanetler; insanı içe, içine, manastıra kapatır.
Manastır da çok güçlü bir metafordur: Toplumdan kaçışın adıdır aynı zamanda. O yüzden toplumdan izole bir yerde inşa edilmiştir bütün manastırlar.
Modern kent mimarisi, modern seküler dünya tasavvurunun en iyi yansıdığı yer’dir: Dışarı atar modern insana kendini; içine bakmaz; içine, ruhuna mesafe koyar; bedenine, tenine, tensel zevklerine odaklanır ve zamanla ruhunu terkeder.
ÇATIŞMACI VE DIŞLAYICI KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ ARKEOLOJİSİ
Kadın erkek ilişkileri bu ifrat ve tefrite dayalı çatışmacı ve dışlayıcı felsefî temel üzerinde/n teşekkül etmiştir Batı’da. Bütün medeniyetler fosilleştirildiği, bütün dünya Batılılaştırıldığı, Batılı zihin kalıpları, zevkler ve beğeniler üzerinde/n yaşamaya mahkûm edildiği için, bu çatışmacı, dışlayıcı, sonuçta da ifrat ve tefritçi erkek kadın algısı ve ilişki biçimleri, bütün dünyaya taşındı…
Batılılar, itidal’i, denge’yi bilmezler. Uçlarda gezinirler hep.
İnsanlığı (human) bile “erkek” (man) üzerinden tanımlayan Batı’da erkek-egemen toplum yapısının hâkim olması kaçınılmazdı.
Yüzyıllarca kadın aşağılandı Batı’da. Cadı kazanları kuruldu. Cadı kazanlarında yakıldı kadınlar. Bütün kötülükler, kadın imagosuna yüklendi. Engizisyonlarda, kadınları kötülüklerin sebebi gördü, ne işkenceler yapıldı öyle!
Bunun tersine dönüşmesi kaçınılmazdı elbette. Kadın hareketinin geldiği nokta sadece erkeğin dışlanması değil, cinsiyetin de inkârı.
Batı’da, modern sanayi toplumunda kadın hareketinin doğmaması vicdansızlık, ruhsuzluk olurdu. O yüzden kaçınılmazdı. Ama bunun kadını yok eden, neseneleştiren, sömüren, çağdaş köleleşme biçimlerine mahkûm eden nitelikler kazanması da kaçınılmazdı.
Batı’da kadın olmadı. Kadın, insan olarak varolmadı. Genellikle böyle bu. Kadının tarihi, aşağılanlamalar, zulümler, yok oluşlar tarihi.
Batı uygarlığı, kadınsız, maskülen bir uygarlık. Şimdi erkeksiz, babasız, cinsiyetsiz, dolayısıyla transhuman, posthuman, robotlaşmış, ruhusuzlaşmış bir uçuruma doğru yuvarlanıyor…
Bizde de kadın aşağılanıyor modernleşme sürecinde ama insan türünü yok olmaktan, kadını ise aşağılanmaktan yalnızca “Müslüman aile” kurtarabilir, diyorum. Nasıl’ı yarınki yazıda artık…
Yeni Şafak – Yusuf Kaplan