SULTAN ABDULHAMİD’İN SON ZAFERİ: ÇANAKKALE
Sultan Abdulhamid düşen cepheler, çiğnenen bedenler adına bir umuttu. İşgal ordusu tarafından iffeti kirletilen, eşinin elleri kelepçelenen Müslüman kadının kızları adına yüreğinde taşıdığı güvendi. Devlet-i Aliyye’nin en zor döneminde gelen bir Fatih Sultan, bir Yavuz Selim’di o. Ayn Calut’ta Sultan Baybars’ın, Malazgirt’te Alparslan’ın, Kudüs önlerinde Selahaddin’in gösterdiği mukavemet ve iradenin ümmete yeniden avdet etmesiydi Sultan Abdulhamid.
Sabataist Yapılanmanın Politika Maşası: İttihat ve Terakki
İngiliz Hariciyesi karşısında eğilmedi, Yahudi oyunlarına müsaade etmedi diye hem içerden hem de dışardan kuşatıldı Sultan Abdulhamid. Küresel güçler kadar mustagriblerle de mücadele etmek zorunda kaldı. İman, ibadet ve ahlak mevzuunda, “istikamet yazıları” kaleme alan, mustagrib saldırılara karşı ümmetin siyaset merkezini muhafaza eden hocalar da muhalifti ona. Bir kısmı Sabataist yapılanmanın “politika maşası” İttihat ve Terakki’nin gizli hedeflerine bilmeden vasıta olduğundan dolayı halkı olduğu gibi, talebe-i ulûm-u da O’na karşı tavır almaya çağırıyor, bu noktada bütün güçlerini bezlediyordu. Şehzadebaşı’nda ki İttihat ve Terakki Lokali’nde konuşan bir allame, “cerre” giden talebelere şunları söylemişti: “Abdulhamid devri ‘münker’dir, münkerden nehyetmek ve bu konuda rehberlik etmek ulemaya ait bir görevdir. Bu da İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yerine getirilmektedir.”
İslam Halifesi
“İstibdâda karşı hürriyet” vaadiyle aldatılan ulema, siyasi basiretsizliğin bir neticesi olarak İslam’ın son kalesini düşürmek için kurulan küresel yapılanmanın içinde yer aldı. O ise çok yönlü bir kuşatmanın ortasında yalnızlaşmasına rağmen boş durmuyor, okullar, hastaneler açıyor, âlem-i İslam’la İstanbul’un irtibatını daha muhkem hale getirmek için yeni projeler üzerinde çalışıyordu. Adı duyulmadık bölgelere “İslam halifesi” ünvanıyla heyetler gönderiyor, İstanbul’da heyetler ağırlıyordu. İslam’a farklı iklimler bulmak, yeni yürekler fethetmek için büyük ruhlu şeyhleri uzak diyarlara; Afrika’nın iç bölgelerine, Çin’e ve hatta Japonya’ya gönderdi. Mağlub ve mazlum Müslümanları yeniden ümmet olmaya çağırıyordu. Hilafetin merkezine binlerce kilometre uzaklıktaki ülkelerde, tekkeler, medreseler inşa ettirdi. Her alandaki eksikliğe rağmen büyük bir manevi diriliş hareketi başlattı. Suretleri, dilleri, devletleri farklı milyonlarca Müslüman, dinleri vasıtasıyla Halife’ye kardeş oldu.
Müslümanın Olduğu Her Yerde O Vardı
Devlet-i Aliyye’nin idaresindeki bölgelerde, İngilizlerin tahriki ve aldatılmışların yanlış siyaseti sonucu bölünmeler yaşanırken, Pekin’de yani İstanbul’a on bin kilometre uzaklıkta bir şehirde O’nun adına bir üniversite kuruldu (1908): Hamidiye Üniversitesi. On binlerce Çinli Müslümanın açılışına katılıp göz yaşları eşliğinde dua ettiği üniversite, bir remiz oldu ve o yıllarda Çin’deki 50-60 milyon Müslümanın kalbini İstanbul’a bağladı. Batılı sefirler hadise sürecinde Çin’de tanık oldukları Osmanlı muhabbetini ülkelerine şu ifadelerde bildirdiler: “Sultan Abdulhamid adını taşıyan ve kapısında Osmanlı bayrağı dalgalanan üniversitenin açılmasından sonra Çin’deki Müslümanlar, yalnız Osmanlı Sultan’ından bahsetmekte ve yalnız ona karşı övgülerde bulunmaktadırlar. Camilerde onun adı zikredildiğinde yüzlerde sürûr hali zahir olmaktadır. Pekin’deki 38 camide her namazdan sonra Müslümanlar Sultan Abdulhamid’e dua etmektedir.” Ne var ki Sultan Abdulhamid’in tahtan indirileceği günlerde gönderilen muallimler bilinmedik bir nedenle Pekin’den ayrılmış, okul gibi Müslümanlar da sorunlarıyla baş başa bırakılmıştır.
Sultan Abdulhamid nerede bir Müslüman varsa oraya ya yardım malzemeleri ya da muallimlerle ulaşıyor, “Osmanlı’nın gücü bütün yeryüzüne diriliş ruhu üflemeye yetmez, sınırlarımıza çekilip mevcudu muhafaza edelim.” nevinden sözlere itibar etmiyor, “takdir-i ilahide düşmek varsa bu da ümmetin kucağında olmalı” diyordu. Bu nazarından dolayı küresel güçler için birinci derecede tehlike olmayı kimselere kaptırmıyordu.
Abdulhamid’in Yol Arkadaşları
Sultan Abdulhamid, İslam’a hizmet yolunda mazeretlerin arkasına sığınmadı, “imkanım yok” demedi. Kapısından hiç bir Müslümanı geri çevirmedi. Ne iç, ne dış manileri engel gördü. Okyanusları aştı, insanlara İslam’ı anlatmak ve Müslümanları teşkilatlandırmak için dünyanın pek çok noktasına davetçiler gönderdi. Yol arkadaşları ondan sonra da vazifelerine sadakat gösterdi. İki görevlisi Çanakkale savaşını küresel güçlerin evine kadar taşıdı. Avustralya’ya gönderdiği Hind’li kasap Molla Abdullah ve seyyar dondurmacı Gül Muhammed gibi gizli kahramanların nerede, ne yaptığı ancak olağan üstü hadiselerde gün yüzüne çıktı. Avustralya, Britanya’nın yanında Birinci Dünya Savaşı’na girince, Çanakkale’ye asker gönderme kararı aldı. İslam Halifesi’nin Osmanlı’ya savaş açan küffara karşı cihad çağrısına uyan Molla Abdullah ve Gül Muhammed de karar gereği Çanakkale’ye sevk edilen askerleri taşıyan trenin geçeceği yola Broken Hill kasabasının 4 km dışında pusu kurarak Sultan Abdulhamid’in yol arkadaşları olarak ümmetin safında olmanın gereğini yaptı (Ocak 1915). Pusu sonrasında bölgeye sevkedilen çok sayıdaki polisle iki Müslüman arasında çıkan çatışma saatlerce sürdü. Molla Abdullah, olay mahallinde, Gül Muhammed ise kaldırıldığı Broken Hill Hastanede şehit oldu. Üzerlerinden çıkan Osmanlı Bayrağı bu cihadın amacını olduğu gibi mesajını da izhar etmekteydi.
Müslüman Eliyle İslam’ı Yıkmak
Şeriat’a hizmetle maruf kaç zâtın desteğiyle Elmalılı Hamdi Hoca’nın kaleme aldığı Sultan Abdulhamid’i hal’ fetvasını Şeyhulislam Ziyauddin Efendi imzalamış, Sadrazam Said Paşa Meclis-i Umumi-i Milli’de mebuslara, “Efendiler, fetva-i şerife ve millet tarafından gösterilen arzu-i umumi mucibince Sultan Abdülhamid Han-ı Sani’nin Hilafet ve Saltanat’tan hal’ine karar veriyor musunuz?” diye sormuş, Talat Paşa’nın tehditvari bakışlarından etkilenen feragat yanlılarının da katılımıyla hal’e oybirliği ile karar verilmişti(1909).
Yahudi, bütün medreselerin kapatılması, İslam harflerinin yasaklanması, Ezân-ı Muhammediyye’nin susturulması sürecini başlatan bu hal’ hamlesiyle, Şeriat’ın en büyük hamisi olan Sultan Abdulhamid’i İslam düşmanı olarak göstermiş, Elmalılı Hamdi Yazır’a kaleme aldırdıkları, “hilafı hakikattir” diye Fetva Emini Hacı Nuri Efendi’nin imzalamayı reddettiği bu fetva ile de, hem dinin hem devletin hocalar da alet edilerek nasıl yıkılabildiğini resmetmiştir:
Sultan Abdulhamid’i Hal’ Fetvası
“İmamü’l-Müslimîn olan Zeyd, bazı mesâil-i mühimme-i şer’iyyeyi, kütüb-i şer’iyyeden çıkarsa ve mezkûr kitapları yasak etse, yırtsa, yaksa ve beytü’l-malde israfta bulunup Şeriat’a aykırı harcama yapsa ve şer’î bir sebep olmadan idaresi altındaki kişileri katl ü habs tağrib eylese, başka türlü zulümleri de adet edinse,……., kendisine imamet ve saltanattan feragat teklif etmek veya hal’ etmek suretlerinden hangisi erbab-ı hall ü akd ve evliyayı umur tarafından ercah görülür ise icrası vacip olur mu? El-Cevap: Olur. Fetvayı yazan: el-fakir es-Seyyid Muhammed Ziyaeddin ‘ufiye anhu.”
Ümmet’e sahip çıktığından, İslamî kitapları tab’ edip her tarafta neşrettiğinden, İstanbul’da adı duyulmadık yerlere heyetler gönderip medreseler açtığından Sultan Abdulmecid ve Abdulaziz devrinden itibaren sürekli artan borçları ödediğinden, Hicaz Demir yolu gibi büyük bir projeyi gerçekleştirerek İslam şehirleri gibi Müslüman yürekleri de birbirine bağladığından küresel güçler tarafından hal’ine karar verilen Sultan Abdulhamid’e dair yazılanların yalan olduğunu, yazanlar da biliyordu. İdamlık suç işleyenlere en fazla sürgün cezası verdiğini, kan dökülmesin diye “Hareket Ordusu”na müdahale ettirmediğini, bütün bunların iftira olduğunu İngiliz Hariciyesi adına çalışan mebuslar gibi hocalar da müdrikti. Ne ki yalan ve ihanet rüzgarları basarı da basireti de köreltmişti.
Bütün bu iftiralardan daha vahimi hal’ kararını Abdülhamid’e tebliğ etmek için görevlendirilen heyetin şu isimlerden oluşmasıydı: Ermeni Aram Efendi, Dıraç Mebusu Arnavut Esad Paşa, Selanik Mebusu Yahudi Emanuel Karasu ve Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa.
Hüküm Allah’ındır
Küresel güçlerin temsilcileri Sultan’dan ziyade Devlet-i Aliyye’nin siyaset sahnesinden hal’i anlamına gelen bu kararı O’na: “Millet seni azletti.” diyerek takdim ettiğinde Ulu Hakan: “Hüküm Allah’ındır.” diyerek, her şeyin ilahi bir takdir planında seyrettiğini ve bir gün yine o ilahi takdirin bunun hesabını soracak kadroyu gönderecek şekilde tecelli edeceğini tebşir etti.
Eşya ve hadiseye dair bütün hükümlerin ilahi takdir çerçevesinde işlediğini her müslüman gibi o da biliyordu. Bu yüzden müsterihti. Onu müteessir eden ise Şeriat’a hürmetsizlik iftirasına maruz kalması ve hal’ fetvasının Gayr-i Müslimlerden oluşan bir heyet tarafından kendisine takdim edilmesiydi.
Çanakkale’ye Doğru
Dünya’yı tek başına sömürme arzusunda olan İngilizler, menfaatleri itibariyle Almanlar’la karşı karşıya gelince Birinci Dünya savaşı patlak verdi. Fransızlar, Almanya’ya yenilmenin ezikliğiyle İngiltere’nin safında yer aldı. Rusya’da benzer sebeplerle Almanlar’ın karşısına geçti. Sultan Abdulhamid sonrası başlayan fetret, pek çok şey gibi feraseti de yok ettiğinden harici ve dahili şartları küllî bir nazarla okuma iradesi gösteremeyen Enver Paşa, İngilizler’in Âlem-i İslam’ı işgali ve parası ödenmiş iki savaş gemimizi teslim etmemesi gibi nedenleri dikkate alarak Osmanlı Devleti’ni Almanlar’ın safında savaşa soktu.
Konstantin’in Çocukları
İngiliz Donanması’ndan kaçıp Çanakkale Boğazı’ndan İstanbul’a ulaşan ve sadece adını değiştirerek kendimize mal ettiğimiz “Yavuz” ve “Midilli”nin Sivastopol Limanı’nı vurması ile Osmanlı, bil fiil bu kirli savaşta taraf oldu. 3 Kasım 1914’te İttifak güçlerinden müteşekkil donanma Fatih zamanından kalan tabyalarımızı bombaladı. Müttefik donanması 19 Şubat 1915’te ağır silahlarla taarruza geçti. Hadiseyi sadece maddi mikyasta değerlendiren İngilizler, iki üç hafta içinde İstanbul’a ulaşacak, Ayasofya’da çan çalacak, Türk lokumları yiyip, şarap içeceklerdi. Sultan Fatih’in kabrine gidip, “Konstantin’in çocukları geldi.” diyeceklerdi. Pek de haksız sayılmazlardı, zira bir tarafta dünyanın hava gücü destekli en modern donanması, karşıda ise Fatih Sultan zamanından kalma tabyalarla mukaddesatını muhafaza edecek millet evlatları vardı.
Büyük Müslüman
Düşmanın gücü, Osmanlı Ordusu’nun maddi zaafiyeti Sultan Abdulhamid’in ruh seciyesine yabancı İttihad ve Terakki kadrolarını derin endişelere savurmuş “Bari devleti kurtaralım.” tavrıyla Saltanat’ı İstanbul’dan Eskişehir’e taşımaya karar vermişlerdi. Bu halin halk nazarında bir mağlubiyet olarak anlaşılacağını idrak etmekten uzak olan siyasi irade, İstanbul’u boşaltma mesajını iletmek için Talat Paşa başkanlığında bir heyetle Beylerbeyi Sarayı’nda göz hapsinde tutulan Sultan Abdulhamid’e çıkar ve can güvenliği açısından Saltanat’la birlikte kendisinin de Konya’ya ya da başka bir vilayete naklini teklif eder. Talat Paşa’nın tedbir başlığı altındaki teslimiyet cümlelerini dinleyen Sultan Abdulhamid evinde “Melekü’l-Mevt”i istikbale hazırlanan büyük bir Müslüman olarak şunları söyler: “Şevketli Biraderim’e hürmet ederim. Endişeleri tamamiyle yersizdir. Eğer dokunulmamış ise, Çanakkale’yi ben zamanında fevkalade tahkim eylemiştim. Oradan hiçbir donanmanın geçmesi kabil değildir. Amma farzı muhal olarak öyle bir felaket başa geldiği takdirde, Hakan’ın yapacağı şey, tacını tebaasını terk ile kaçma zilletini işlemek değil, eyvanı payitahtının taşları altında canını feda etmektir. Hazreti Fatih bu beldeyi küffar elinden fethettiği zaman, Bizans İmparatoru Konstantin kaçmayıp, harp ede ede, yıkılan kalelerin altında can vermek kahramanlığını göstermiştir. Biz Fatih’in soyu, Konstantin’den aşağı kalamayız. Zatı Şahane’ye böylece arz edin! Müsterih olsunlar ve ezeli iradeye boyun eğsinler. Şuradan şuraya kımıldamasınlar! Düşman buraya giremez. Bana gelince, ben artık bir yere gitmem. Yegane arzum burada ölmektir. Biraderimden ve Hükümeti Seniye’den bu arzuma yardımcı olmalarını dilerim!”
Millet Cephesi’nin Sözcüsü: Akif
İçeride ve dışarıda bunlar olurken Çanakkale Harbi’nin Osmanlı lehine neticeleneceğine dair millet evlatlarında en küçük bir tereddüt yoktu. İngiliz ve Fransız donanmasının Çanakkale’ye saldırdığı günlerde Almanya’da bulunan Mehmed Akif’in, yakın dostu Binbaşı Ömer Lütfi Bey’le aralarında geçen konuşma Çanakkale’nin nasıl bir iradeyle zafere dönüştüğünün resmidir.
Binbaşı Ömer Lütfi Bey mevzu ile alakalı şunları söylüyor: “Berlin’de Akif’in en büyük endişesi Çanakkale idi. Gece gündüz Çanakkale Cephesi’ni düşünürdü. Her sabah tekrar ederdi: ‘Ömer Bey, Çanakkale ne olacak?’. Allah bilir ama vaziyet tehlikelidir. Askerlik noktasından düşünülünce ümit yok. Ancak fen kaidelerinin haricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki askerimiz dayanabilesin.” Ben böyle dedikçe; ‘Eyvah, son istinadgahımız da yıkılırsa ne olur…?’ diyerek çocuk gibi gözlerinden yaşlar dökülmeye başlardı. Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. Ben kavâidi harbiyeden bahsettikçe canı sıkılırdı. Onun böyle askeri muhakemelere tahammülü yoktu. O, daima kat’i bir kelime isterdi: ‘Bütün dünya toplanıp hücum etse yine Çanakkale sukût etmez…!’”
Akif’in büyük imanı başka bir ihtimale müsait değildi. Onun için tehlikeden bahsettikçe hafsalası tutuşurdu.” (Eşref Edip, Mehmet Akif Hayatı-Eserleri, 108-109).
Akif, Çanakkale’de küresel güçlere karşı İslam’ın son kalesini müdafaa eden Mehmetçiğe hitap ederken kendisini de orada görürdü:
Şu anda cepheni görmekteyim: Ateş yağıyor;
Bulutların biri binlerce yıldırım sağıyor!
Akif, mısralarında Mehmetçiğe hem cesaret aşılar, hem de “Allah Rızası için teslim olma!”, üç yüz elli milyon Müslümanın son umudu sensin, eğer sen dönersen İslam sahipsiz kalacak, ümmet ayaklar altında payimal olacak diye adeta yalvarırdı:
Enîn içinde vatan… Kıymayın şu mazluma.
Huda rızası için ric’at etmeyin!…
Denizler Ordu, Bulutlar Donanma Yağdırsa
Akif, Anadolu evlatlarına, “Huda rızası için cepheden dönmeyiniz.” diye seslenince, sanki onların müdafaa ettikleri üç yüz elli milyon adına şöyle dediklerini duymuştu:
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;
Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;
Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cebhe sarsılmaz! (Berlin Hatıraları).
Akif, milleti gibi, küresel güçler maddi mikyasta daha kuvvetli olsa da Çanakkale’de tecelli eden Bedir ruhunun Batıl’ın demir çemberini kırıp parçalayacağına bütün mevcudiyetiyle inanıyordu.
Millet Cephesi
Zaman zaman belalar milletleri çepeçevre kuşatır, Peygamberler bile “Allah’ın yardımı ne zaman?” derler (Bakara: 214). Çanakkale muharebesi böyle bir kuşatılmışlık haliydi. Fakat cemadâta dönüşen İslam-millet yapısını şehitlerle temizlemesi itibariyle de bir rahmetti Çanakkale. Belalar mahşerinde bütün vasıtaları devreden çıkaran Müslümanlar, Rablerine şah damarı yakınlığında olduklarını daha derinden hissetti (Kaf: 16). Dualara ihlas ayarı yapıldı. Hüzne nazargâh olan kalpler Allah’a teslimiyetle teselli buldu. “Lâ ilahe illellah” diyenler bütün aidiyetlerle irtibatını koparıp top yekün Allah’ın “habl-ı metîn”i olan Kur’an-ı Kerîm’e sarıldı (Âl-i İmran: 103). Çünkü en zor anlar kulların Rabblerine en yakın oldukları zamanlardır. Bütün her yer şehadet menzili gibi görünür muzdariplere. Bilirler ki, semadan müteselsil musibet yağar, ayaklar kayar, gözler döner, sonunda hakiki Müslümanla marka Müslümanı birbirinden ayrılır.
Bedir’deki Gibi Dipdiri
Abdulhamid sonrası bütün bir Osmanlı Devleti musibet mahşerine dönmüştü. Her yerden İstanbul’a felaket haberleri yağıyordu. İsyanlar, ihanetler, saf değiştirenler derken sürekli çember daralıyordu. Anadolu da ise, Bedir’deki gibi dipdiri, taptaze bir İslam iradesi şafağı zahir oluyordu. Yine yeni akıncılar, yeni kahramanlar sunacaktı Anadolu Başyücelik Devleti’ne. Evlerde, köy odalarında, camilerde, medreselerde, “Bu son kalesi İslam’ın Ya Rabbi, eğer bu da düşerse mukaddesatımız da düşer Ya Aziz!” diye başlıyordu her yaştan Müslüman’ın niyaz cümleleri. Onlar çocuklarının gelecekleri, dükkanları, hanları adına değil İslam’ın himayesi adına Allah’tan yardım diliyorlardı.
Allah Resulü’nün Bedir’deki bu nevi yakarışlarına evvela bin melek, ardından üç bin sonrasında beş bin melekle icâbet edilmesi her dua için umuttu. Kulakları Çanakkale’den gelecek haberde olan üç yüz elli milyon mazlum ümmet, Allah Azze ve Celle, Bedir’de olduğu gibi yine Kitab’ını koruyacak diyordu.
İslam’ı ortadan kaldırmak ümidiyle Bedir’e gelen Mekke müşrikleri gibi, küresel güçler de Çanakkale’ye İslam’ın son istinatgahını çökertmek için donanmalarını sevketmişti. Müşrikler gibi onlar da, zaferin kendilerinin olacağından emindi. Çünkü Allah Resulü’nün ashabına ait hayat hikayelerini dinleyerek büyüyen bir milletin iradesinin muazzam bir mukavemet haline dönüşeceğinden habersizdiler. Mekkelilerin Uhud’dan sonra Ebû Süfyan komutasında gelişini duyduklarında, “Allah bize yeter o ne güzel vekildir.” diyen sahabe gibi (Al-i İmran: 173) düşmanın gücü sadece imanlarını artıran bir millet vardı Çanakkale’de. Mekkelilerin geliş haberi Medine’de yayılınca sahabenin Uhud darbesinin etkisiyle evlerine çekileceğini bekliyordu münafıklar. Onlarsa kılıçlarını kuşanıp, “Ya Rabbi! Cennetin kokusunu alıyoruz, bize şahadet ikram et.” diye niyazda bulunup yollara düşmüştü. İşte Çanakkale’de bu şuurun şehrayini vardı.
Habersizdiler
Denizden Çanakkale’yi geçip birkaç haftaya İstanbul’a varacağını düşünen küresel güçler beş yaşında “amin alayları” ile medreseye giden; evlerinde sabahlara kadar Siyer-i Nebi okuyan, annesinden Enes b Nadr’ı, Musab b Umeyr’i, Abdullah b Cahş’ı(r.anhüm) dinleyen Anadolu çocuklarının ruh hallerinden habersizdiler. Bir akşam vakti yağmur yağarken Söğüt’ün Akgün köyünden kalkıp Bilecik’e giden, cepheye göndereceği oğluna yağan yağmurun altında en son tenbihatını verirken: “Hüseyin! Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, ağaların da sekiz ay evvel Çanakkale’de şehîd oldular. Bak, son yongam sensin! Minâreden ezân sesi kesilecekse, câminin kandilleri körlenecekse, sütlerim harâm olsun; öl de köye dönme. Yolun Şıpka’ya uğrarsa, dayının rûhuna fâtiha okumayı unutma! Haydi oğul, Allâh yolunu açık etsin.” (Harb Mecmuası, s.228) diyen anneden habersizdiler. Çanakkale’ye gitmek için askerlik şubeleri önünde uzun kuyruklar oluşturan millet evlatlarından habersizdiler. Rüşdiyelerde derse gelen muallimlere, “Hocam! Çanakkale’den sürekli şehid haberleri gelirken sizin burada durmanız doğru mudur?” diyen orta mektep öğrencilerinden habersizdiler. Öğrencilerinin tamamı Çanakkale’ye gittiğinden dolayı ders yapamayan liselerden, medreselerden habersizdiler.
Anadolu’da seferberlik vardı. Her yaştan, her meslekten Müslüman sanki Çanakkale’ye akıyordu. İmam camiyi, müftü dârulfetvayı, esnaf dükkanını bırakıp gidiyordu. Batum’lu Ahmed, Urfalı Mehmed, Konyalı Hasan, “Mademki küresel güçler, dünyanın en güçlü donanması ile Ezân-ı Muhammediyye’yi susturmaya, anamızın çarşafına el uzatmaya, Kur’an-ı Kerim’i payimâl etmeye, Sultan Fatih’le hesaplaşmaya geliyor, o halde bize de bu ruhu, bu bedende taşımak haramdır.” deyip yollara düştü.
Ayetlerin Tecelligâhı: Çanakkale
18 Mart itibarıyla dünyanın en güçlü donanmasıyla büyük bir taarruza geçen küresel güçler Tabyaları vura vura ilerlemeye çalışıyordu. Nusret Mayın gemisinin döşediği mayınlara çarpan zırhlılar batıyor, bir kısmı da topçu birliklerin ateşiyle sulara gömülüyordu. Ocean zırhlısı ise pek çok tabyayı geçmiş İstanbul’a doğru yol alıyordu. Vurduğu tabyalar arasında Mehmed Oğlu Seyyid’in görev yaptığı Mecidiye Tabya’sı da vardı. Fransız zırhlısı Ocean’in İstanbul’a doğru ilerlediğini gören Seyid, 275 kiloluk topu kaldırıp, “bismillah” diyerek namluya sürdü ve ateşledi. İlk iki mermiyi isabet ettiremedi. Ancak üçüncü mermi mağrur Ocean’i Çanakkale’nin sularına gömdü.
Çanakkale o gün Allah’ın ayetlerinin tecelligahıydı. Bedir’deki gibi sanki eşyanın kanunları değişmişti. Allah Resulü’nün Mekkeli müşriklerin gözüne atıp, isabet ettirdiği hezimetlerine sebep olan toprak gibi, 275 kiloluk bir top, bir askerin kollarında taşınıyor, menzilinden daha uzaklara gidiyordu: “Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” (Enfâl: 17).
Bir Birlik Bir Tümene Karşı
Müttefik güçler, Çanakkale’yi denizden geçemeyeceklerini anlayınca 25 Nisan itibariyle karaya çıkarma yaptılar. Asıl destan ise karada yazıldı. General Hamilton’un da dediği gibi sanki dağlar, ölümün muhakkak olduğu mevzilere gözünü kırpmadan koşan askerlere hamileydi. Bir alayın şehit olduğu yere bir birlik, bir birliğin düştüğü yere bir manga giriyor, tek bir nefer kalmayıncaya kadar gah tabura, gah tümene karşı savaşıyordu. Karargaha gelen birlik komutanları raporları, Çanakkale’deki şecaatin nasıl bir imandan beslendiğinin isbatı mahiyetindeydi. Bir teğmen gün içinde gönderdiği ilk raporda, “bir birlikle bir tabura karşı savaşıyoruz”, diyor. İkinci raporda, “karşımıza bir alay çıktı”, üçüncü ve son raporunda ise, “bir tümene karşı Allah ve Resul davasını muhafaza ediyoruz”, diyordu. Gün içinde gelen ikinci ya da üçüncü rapor çoğu kere teğmenlerin milletine vedası gibi olurdu.
Huzur’a Temiz Çıkmak Arzusu
Çanakkale’de her alay, her alayda her nefer zafer kadar şehadeti de özlüyordu. Hepsinde her an Rablerinin huzuruna çıkmanın heyecanı olduğundan, her nevi taharete tam ihtimam gösteriyorlardı. 57’nci Alay’ın komutanı Hüseyin Avni Bey, taarruz öncesi emir eriyle Alayı denetlerken etrafta beyazlıklar görür, “Bu nedir?” diye sorunca, emir eri, “Asker evlatlarınız yarın ki taarruza hazırlanıyorlar. Emri hak gelirse Huzur’a temiz çıkmak arzusundalar.”
Zahid Üsteğmen’in Vasiyeti
Çanakkale’de millet evlatları, Sultan Abdulhamid’ten sonra sahipsiz kalan üç yüz elli milyonluk âlem-i İslam’ı müdafaa etti. Her hatıra, kayda geçen her söz, her vasiyyet buna şahadet eder. 62’nci Alay’dan Üsteğmen Zahid’in şehid olunca cebinden çıkan vasiyet de bunlardan bir tanesidir:
“Aziziye İlçesinin Kılıç Mehmet Bey Köyünden Ahmet Efendi kızı eşim Hanife Hanıma: ‘İlahi mukadderat ben seni, sen de beni tanımadığın halde, uzak bir memleketten bizi birbirimize nasip etti. Allah Teala’nın emrine ve Peygamber’in kavline uygun olarak nikahımız kıyıldı. Yaşadığımız sürece geçimimizi sağlamaya çalıştım. Eğer ben şehit olursam, Yüce Allah elbet ruhlarımızı birbirine kavuşturur. Şehadet vuku bulduğunda mevcut olan eşyam ve menkul mallarımdan mehri müeccelinizi almanız için sizi vekil olarak görevlendiriyorum. Eğer bunlar yetmezse hakkınızı helal edeceğinize ve beni borçlu yatırmayacağınıza eminim.
Birbirimize verdiğimiz sözlerden dönmemenizi ister ve umarım. Ruhuma bir mevlit okutmak vicdanınıza kalmıştır. Kendim için başka bir şey istemiyorum. Şehitlik bana yeter. Kızım Nadide’yi Allah ve Resulü’nün emirlerine göre yetiştirmek asıl vazifen olsun. Bu vasiyetnamemi aldığınız zaman yüksek sesle ağlayıp sesinizi namahreme duyurmanıza razı değilim.”
Kaç teğmenin, kaç askerin bu minvalde vasiyyeti gitmiştir evine. Kaçı eşlerine gönderdikleri madalyayı, “Gönderdiğim madalyanın üçte biriyle mehri müeccelini alır, üçte biriyle köyde bir mevlid okutur, geri kalanıyla da kızımı İslam’a göre yetiştirsin.” diyerek ricada bulunmuştur.
Çanakkale’nin Son Sözü
Onlar şehid olduklarında geride genç yaşında bir kaç çocuğuyla dul kalmış kadınlar, acılar, ızdıraplar bıraktılar. Allah’tan başka hamisi olmayan muzdarip kadınlar…
Onlar, Sultan Abdulhamid’in iradesi yeniden devlete hakim olsun, Hz. Kuran bu sokaklarda yaşansın, okullara bu milletin evlatları tesettürle gitsin, burnunu göstermekten haya eden o büyük kadınların torunları iffet abideleri olarak yaşasınlar diye geride 18 yaşında dul eşler, yetim yavrular bırakarak Rablerine gittiler.
Kaç Zahid teğmen, kaç bin emanet bırakmıştır bizim omuzlarımıza. Şühedanın yetimlerinden kaçı, bugün babalarını temsil liyakatine sahiptir. Kaçı şehitliğin mana ve mefhumunu müdriktir.
Çanakkale şühedasının dünya müslümanlarına son sözü şudur; “Kim bela mahşerlerinde tam bir teslimiyetle Rabbine yönelirse -Çanakkale’de olduğu gibi- Hakk’ın nusretine nail olacaktır. Hz. Nuh gibi, “Yıkıldık yardım et Ya Rabbi!” dediklerinde göklerin kapısı açılacak ve boşalan yağmurlar büyük bir tufana dönüşüp küfür yobazlarını yutacaktır. Dünyanın en güçlü donanmasını Çanakkale’den mağlup ve mahkur bir halde döndüren Allah Azze ve Celle, halis kulların niyazlarına icabet edecektir.”
***
Sultan Abdulhamid’in, İstanbul’da kalması hem Saray’da hem de Çanakkale’de, “Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa da rica’t olmayacak” diye tecelli etti. Bu yüzden Çanakkale onun son zaferidir.