Güzel Türkistan sana ne oldu?
Allah Rasulü (s.a.v); “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. (Müslüman, din kardeşini, düşmanına teslim etmez.) Kim, Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını karşılarsa, Allah da onun ihtiyaçlarını giderir. Kim bir Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple, onu kıyamet gününün sıkıntılarından kurtarır.
Kim bir Müslümanın kusurunu örterse, Allah da kıyamet gününde onun kusurunu örter” buyurmuş. Ne büyük vebal, ne ağır bir yük, ne zor bir imtihan ve aynı zamanda da ne büyük bir müjde, idrak edene! İnsanlığımızı kemal mertebesine çıkarma adımının her birinin Allah ve Rasulü’nün emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşebileceğini biliyoruz. Biliyoruz biliyoruz da bizim nasibimize bundan ne pay düşüyor? İşte burada tökezliyor ayağımız. Karardı mı acaba kalbimiz de aslında bizden gayrı olmayan ve o büyük ‘biz’in içinde hep beraber nefes almaya muhtaç olduğumuz kardeşlerimizden bîhaber ve onların çektiklerine kayıtsızız?
Düşünün büyükçe bir ev var ve evin her katında, aslında birbirleriyle kardeş olan aileler o güne kadar ufak tefek zorlukların dışında mutlu mesut yaşıyor, birbirlerinin müşküllerini gideriyor ve hem iyi hem kötü günlerinde birbirleriyle beraber oluyorlar. Ta ki büyük imtihan gelene kadar. Bir gün dışarıdan gelen biri, dairelerden birini ateşe veriyor, ateşin içinde kalan aile fertleri diğer kardeşlerinden canhıraş bir şekilde yardım ederken yangının büyüklüğünü gören diğer kardeşlerin kiminin evinde müzik sesi açık olduğundan çığlıkları duymuyor, kimi başka apartmana misafirliğe gittiği için duymuyor, kimi duyuyor ama kendini ateşe atmak istemediğinden yanan kardeşine yardım etmiyor. Aile kendi evinde, dışarıdan gelen bir düşmanın attığı ateşle yanıp kül olmak üzere. Ama hiçbir kardeşinden ses yok. Hepsi başka şeylerle meşgul.
Merhum Üstad ne güzel söylemişti:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Daha evvel ben siyasetten anlamam dediğim gibi, ben petrolden de anlamam, doğalgazdan da anlamam, ekonomik anlaşmalardan da, boru hatlarından da, yenden de, dolardan da anlamam. Anladığım tek bir şey varsa o da vicdan. On yıllardır Orta Doğu’yu devasa bir Müslüman mezarlığına çeviren; Gazze’yi, Tahrir’i, Şam’ı, Halep’i, Saraybosna’yı, Sana’yı, Arakan’ı kan gölüne çeviren ellerin farklı rengi, bugün Doğu Türkistan’ı, Nazi Almanya’sının yaptığı katliamları ve Himmler’in planlayarak uyguladığı, Hitler’in de onay verdiği toplama kamplarını aratmayacak şekilde Müslüman mezarlığına çevirmeye çalışıyor hatta hayfa ki çevirdi bile.
Peki, Doğu Türkistan’da bugün neler oluyor?
Gelin Eylül ayında Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmış bir röportaja gidelim ve olayı Çin hapishanesinde ve Doğu Türkistan’daki toplama kamplarında kalan Omir Bekali’nin kendisinden okuyalım. Kamplardaki işkenceleri şöyle anlatıyor Bekali: “Onların sınırlamalarına uymazsan, 5 çeşit işkence cezası var: Birincisi, duvarla aranda 2-3 cm kalacak şekilde, kılını dahi kıpırdatmadan, 5 saatten 8 saate kadar duvara bakarak ayakta duracaksın. İlk ve en hafif ceza bu. Her kıpırdayışında ise dövüyorlar. İkincisi ve biraz daha ağır olanı “aslan koltuğu cezası.” Tamamen demirden yapılmış, çok sert “aslan koltuğu” diye bir koltuk var ve bu koltukta 24 saat oturtuyorlar kıpırdamadan, kalkmadan. Yemek yok, su yok, demir koltukta oturacaksın, hiçbir şey yapmadan ve yere eğilmiş pozisyonda. Uyuyakalırsan ise dövüyorlar. Üçüncüsü; tabut gibi, bir insanın içine çok zor sığabileceği ve genişliği en fazla iki metre olabilen çok da yüksek olmayan kapkaranlık bir odada, el arkadan bağlı ve ayaklarda kelepçe olacak şekilde 24 saat durmak. Dördüncüsü, su hapsi. 4-6 metrekarelik bir alan. Bu alanda cezalının boynuna kadar su dolduruyorlar, pislik içerisinde bir su. Cezalının elleri de bu su dolu alanın üzerindeki tahtaya bağlı. Ve o tahtada Çinli polisler yürüyor. Bu ceza hapishanede de vardı. Bunların hepsinin içerisinde dayak var, onu söylememe gerek bile yok. Başından sonuna kadar dövüyorlar. Beşincisi, yaz kış fark etmeden insanları saatlerce dövüp açık alanda bırakıyorlar.
Ciddi hastalıklara yakalananlar oluyor.”
Yazının başında neden; “ne büyük vebal” dediğimi daha iyi anladınız sanırım fakat bu sadece işkencenin bir vechesi. Çin’in, bölgenin evsahibi olan Uygur Türklerine yaptığı zulüm sadece bu işkencelerden müteşekkil değil. Nüfus ve kültür politikaları ile zaten katilamlarla yok ettiği Türkleri kültürel ve dinî olarak da yok etmeye yemin eden Çin, bunun yolunu Türkistanlı kızlarımızı Çinli erkeklerle evlendirmekte, Türk çocuklarını Çin okullarına alarak onları orada Çinli olduklarına inandırmakta buldu. Merak edenler Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerinin değişen dün ve bugün arasında değişen nüfus oranına bakabilirler. Çin sanki yüzyıllar sonra Çin Seddi’nin ve Kürşad’la 40 çerisinin intikamını alır gibi saldırıyor.
Aslında Çin yapması gerekeni yapıyor. “Ne demek yapması gerekeni yapıyor, öyle şey mi olur” demeyin hele. Çin’den merhamet mi bekliyorduk? Elbette hayır. Bizim birbirimize etmediğimiz merhameti, bizim birbirimize duymadığımız acıyı, bizim birbirimize vermediğimiz yardımı, bizden gayrı olanlardan ve hiç “biz” olmayacaklardan nasıl bekleriz?
Ya bu sessizliğimizle, zaferi geçtim Allah’tan nasıl rahmet isteyeceğiz, nasıl yardım isteyeceğiz? Bunu da bilmiyorum. Dua etmekten başka elimizden bir şeylerin geldiği günü bekliyorum. Hakkıyla yansak belki, belki hakkıyla istesek, “Vermek istemeseydi istemek vermezdi” düsturunca istediğimiz verilecek. O halde şöyle dua etmekte fayda var:
“Allah’ım, bize kardeşlerimizin derdiyle hakkınca dertlenip onların derdine derman olma vesilesini isteme dirayeti ver.”
Serdar Tuncer – Yeni Şafak