Pisliğin içinde başkalarına pislik atanları yazdı Serdar Tuncer
Bir varmış bir yokmuş, FETÖ namussuzluk peşinde avanesi ihanet içinde, troller plan yapar, ahmaklar yalan yazarken, vatanını sevenler Türkiye kadar bir derdi ay yıldız büyütürken, uzaklarda çok uzaklarda bir ormanda bütün hayvanların elinden illallah dediği yaramaz bir fare varmış.
Sabahtan akşama kadar kuyruğunu havaya diker, kime ne hınzırlık yapsam diye dolanır dururmuş. Kuyruğu dik farenin yediği haltlar, orman ahalisinin canına tak diyende, bu işe artık bir çözüm bulmak lazım deyu, kralları aslanın riyasetinde bir araya gelmişler. Herkes kendince bir çözüm yolu önermiş ama bir türlü bir karara varamamışlar, sonunda kedinin; “Biz onunla eski düşmanız, huyunu suyunu en iyi ben bilirim” demesine hak verip meselenin hallini kediye havale etmişler.
Vazifeyi alan kedi, bir ağacın ardında pusuya yatmış. Yaramaz fare yine kim bilir kimin canını yakma hayaliyle yuvasından çıkıp hınzır hınzır dolanırken, kahraman kedi pençesini attığı gibi fareyi kapacak olmuş ama ne mümkün. Ani bir hareketle pençeyi savuşturan fare can havliyle tozu dumana katarak kaçmayı başarmış. Kedi durur mu, o da peşinden… Fare önde kedi arkada bir koşuşturmacadır başlamış. Bu köşe senin o köşe benim, bu ağaç kovuğu senin bu çalının ardı benim derken iki düşman nefes nefese dümdüz bir ovaya gelmişler. Yolun sonuna yaklaştığını fark eden fare telaşla sağa sola bakınmış, uzakta otlayan bir inekten başka kaçacak yer kalmadığını fark edince ineğin önüne gelip yalvarmaya başlamış: “İnek kardeş ne olur beni bu kediden kurtar, senden başka yardım edecek kimsem yok, ne olursun yardım et bana.” İnek, perişan haldeki farenin haline acımış ama bir yandan da kaşını çatarak “Sen vaktiyle bana da az zulmetmedin, şimdi niye sana yardım edeyim” demeyi ihmal etmemiş. Fare biraz daha yalvarıp yakarıp “Aman abi ocağına düştüm, ben ettim sen etme” deyince, inek dayanamamış “tamam tamam” demiş “haydi bırak sızlanmayı da geç arkama.” Fare sevinçle ineğin arkasına geçmiş, inek yavaşça (ifadenin aslını kullanmaktan müteedib olduğum için ben burada ‘gübre’ diyeceğim ama siz gübre kelimesiyle kastedilenin Fetö’nün ‘B’ si, namussuzluğun ‘O’su, sosyal medyanın ‘K’sı olduğunu bilerek okuyunuz lütfen.) farenin üstüne gübresini bırakmış.
Kedi kan ter içinde ovaya gelmiş, bakmış ki ortalıkta fareden eser yok, hatta bir yalnızlık gibi dümdüz uzayıp giden ovada kendi halinde otlayan bir inekten başka hiçbir şey yok. Can sıkıntısıyla ineğe doğru ilerlemiş, buralardan bir fare geçti mi diye soracak olmuş ama yaklaşıp ineğin arkasındaki manzarayı görünce, bırakmış sorgu suali, başlamış neşeyle gülmeye. Nasıl gülmesin, ineğin arka ayakları hizasında bir gübre yığını, o yığının içinde de dik bir kuyruk… Yavaşça yaklaşmış, kuyruğundan tuttuğu gibi parçalamış fareyi.
Bilenler demişler ki şol kıssadan üç hisse almak icap eder:
1) Sana her gübre atan senin düşmanın değildir!
2) Seni her gübreden çıkaran senin dostun değildir!
3) Bu kadar gübrenin içinde kuyruğu dik gezmenin âlemi ne?
Birilerinin hali bu fareye ne kadar çok benziyor!
Farelerin ve kedilerin masallarda konuşturulduğu zamanların çok öncesinde cümle hayvanatın dilinden anlayan, adaletiyle maruf bir Süleyman Peygamber yaşarmış dünyada. Hani şu, kuşdilini bilen, karıncanın yolunu kestiği, kendinden içeru bir başka Süleyman olan meşhuuur Süleyman Peygamber.
Günlerden bir gün, kurtların kuzularını bir bir yemesinden bezen koyunlar aralarından bir elçi seçip göndermişler Süleyman Peygamber’e. Elçi huzura çıkanda ahvali arz edip mevzuun hallini niyaz eylemiş lisan-ı münasiple. Koyunlara hak veren Süleyman Peygamber, kurdu huzura çağırıp nasihat etmiş: “Koyunlar senden şikâyetçi, Rezzak-ı Mutlak senin rızkını kuzulara ilişmeden vermeye de kâdir değil mi, niçin böyle yaparsın? O körpe kuzulara bundan böyle dokunma, analarını ağlatma…”
Nasihatleri can kulağıyla dinleyip hak verircesine başını sallayan kurdun bir yandan da gitmek için sabırsızlandığını görünce, Süleyman Peygamber, hayrola demiş, acelen mi var? Cevap tıynetin değişmeyeceğini açığa vururcasına gelmiş kurttan: “Hayır yâ Süleyman, nasihatin bittiyse, gitmek için destur isteyeceğim, sürünün geçme vakti geldi de!”
Birileri bu kurda ne kadar çok benziyor!
Süleyman Aleyhisselam’dan asırlar asırlar sonra, kurtların kuzuları pervasız kapmaya devam ettiği günlerden birinde Nasrettin Hoca’yla oğlu yola çıkmışlar. Hoca eşeğin üstünde oğlu ardı sıra yürürken onları gören birisi, aaa demiş kocaman adam eşeğe binmiş küçücük çocuk yaya gidiyor! Hoca adama hak vermiş oğlunu eşeğe bindirmiş kendisi yaya devam etmişler yola. Bu defa karşılarına çıkan birisi, ahir zaman demiş, çocuk eşeğe binmiş, yaşlı başlı adam ardı sıra yürüyor. Bakmış olacak gibi değil, hoca da binmiş eşeğe. Yanlarından geçen bir adam basmış fırçayı, yazık değil mi hayvancağıza, düşüp ölecek şimdi, bu ne insafsızlık böyle, tövbe tövbe… Çaresiz ikisi de eşekten inip yaya yürümeye devam etmişler, kikirdeyerek yanındakine fısıldamış bir kadın: Şunlara bak kız, hayvan bomboş gidiyor ikisi de kan ter içinde yaya…
Hoca Nasreddin dönmüş oğluna: Gördün mü evlat demiş, her kafadan bir ses çıkıyor, insanların dilinden kurtulamıyorsun, ne yaparsan yap kimseyi memnun edemiyorsun. Kimsenin dediğine kulak asmayacaksın, doğru bildiğinden şaşmayacaksın!
Birilerinin hali Nasreddin Hoca’ya ne kadar çok benziyor.
Diyeceğim o ki aziz dost, birileri hâlâ kuyruğu dik gezecek onca pisliğin içinde, üstündeki pislikten giderayak sana da bulaştırmak için gayret edecekler, birileri hiç nasihat almayacak başına gelenlerden, başının dara düşmesini bekleyecek senin kadrini bilmek için, ama sen sağa sola hiç sapmadan kendin gibi olmaya devam edeceksin. Ne kınayanın kınamasına aldıracaksın, ne övenin övgüsüne kanacaksın! Gayen Allah olacak, derdin Allah rızası, doğru bildiğin yolda aslanlar gibi yürüyeceksin. Şeytan şeytanlığını yapacak, sen işine bakacaksın! Bu kadar da olmaz ki demeyeceksin asla! Bileceksin ki; hem o güzeller güzelinin çirkin işi yoktur hem de odun lazım cehenneme!
Serdar Tuncer