Hac ve Umre İbadetlerindeki Yaygın Hatalarımız

İbadetlerin yerine getirilmesinden çok nasıl yapıldıkları önemlidir. Zira yapılması gerektiği şekilde yerine getirilmeyen bir ibadet yapılmamış gibi vebal sahibi yapar sahibini. Bu yüzden Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), erkânı, şartları ve âdâbıyla yerine getirilmeyen ibadetlerin kula bir şey kazandırmayacağını ifade buyurmuştur. Örneğin, oruç tutan birinin tuttuğu orucun şuuruna varmadan vazifesini yerine getirmesiyle ilgili şöyle buyurmuştur Fahr-i Kâinât:  “Kim yalan söylemeyi, onunla amel etmeyi ve cahilliği bırakmazsa yemesini içmesini terk etmesine Allah Teâlâ’nın ihtiyacı yoktur.”[1] Sair ibadetlerin de gerektiği şekilde îfâ edilmemesi durumunda netice olarak tahsil edecekleri bir şey olmayacaktır. Şu halde bizden istenilen şey, ibadetleri yerine getirmeden önce kulluk şuuruna sahip olmak ve dinin vazife olarak bizlere yüklediği ibadetlerdeki hikmeti ve hedefi iyice kavramaktır.

Bu yüzden olmalıdır ki, Cenab-ı Hak, hac ve umre vazifelerimizi yerine getirmemizi talep ettiği ayet-i celîlede “Hac ve Umre yapın” buyurmamakta bilakis “Hac ve Umreyi Allah için tamamlayın”[2]buyurmaktadır. Dikkat edilirse bu ayet-i kerimede her iki ibadetin tamamlanması istenmektedir. Buradaki tamamlamaktan maksat, hac ve umrenin Allah Teâlâ’nın istediği ve Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın da “Hac vazifelerinizi (benden) alın” [3]buyurarak tayin ettiği şekil üzere yapılmasıdır. Zira bir şeyin itmâm edilmesi noksan edilmesinin zıddıdır. Buna göre mana “Bu ibadetleri kâmil olarak yerine getirin. Bu ibadetlerin özünün kendilerine bağlı olduğu şartlarından herhangi bir şeyi eksik olarak yapmayın” demek olur.[4]

İbadetin tatbikinden önce keyfiyetine önem verilmesi gerektiğine dair diğer bir delil de “Allah’ın size öğrettiği şekilde O’nu anın (namaz kılın)” [5] şeklindeki ayet-i kerimedir. Zira bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak bizlerden sadece namaz kılmamızı talep etmemekte bilakis kendisinin öğrettiği şekilde kılmamızı istemektedir. Başka ayet-i kerimelerde namazın ikâme edilmesi ile kastedilen mana da bu olsa gerektir.

Niyet Bozukluğu

Hac ve umrenin tamamlanmasına engel olacak hususlardan biri niyet bozukluğudur. Nitekim bu niyet bozukluğu her ibadete halel getirecek bir nakısadır. Efendimiz r “Ameller ancak niyetlere göredir”[6]buyurmuştur. Amelin makbul ve me’cûr olmasıyla niyetin sahih olması arasındaki münasebeti bir başka hadislerinde “Niyeti olmayanın ameli yoktur, sadece Allah rızasını gözetmeyene de sevap yoktur”[7] buyurarak dile getirmiştir Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Abdullah b. Mesud (radıyallahu anh), “Hiçbir söz amel olmadan fayda vermez. Hiçbir söz ve amel niyet olmadan fayda vermez. Hiçbir söz, amel ve niyet sünnete uygun olmadan fayda vermez”, Zeyd eş-Şâmî de “Ben her şeyde niyetimin olmasını isterim hatta yemek ve içmekte bile” buyurarak niyetin önemine vurgu yapmışlardır.[8]

O halde Hac ve umre ibadetlerimizde niyetlerimize çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bu ibadetleri sadece ve sadece Allah Teâlâ’nın bize yüklemiş olduğu bir vazife oldukları için yerine getirdiğimiz şuurunda olarak ve Allah Teâlâ’nın rızasını kesb etmek gayesini güderek ifa etmemiz bir vecibedir bizler için. Aksi takdirde birer ibadet olan bu vazifeler sadece bir ziyaretten ibaret olurlar. Ne var ki, bu gün yaygın hatalarımızdan biri de bu ibadetlerdeki niyetlerimizi koruyamamamız ve işin içine desinler, görsünler, işitsinler gibi bir takım su-i niyetleri karıştırmamızdır.  Oysaki bu niyetler ibadetleri kemiren ve sevabını yok eden birer kene mesabesindedirler.

Yukarıda aktardığımız âyet-i kerimede yapılan hac ve umreyi tamamlama vurgusunun bu başlıkla alakası fazladır. Zira, araplar hac ibadetiyle sadece toplanmayı, dayanışmayı ve çarşı pazar gezmeyi kastediyorlardı. Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyi inzâl buyurarak, bu ibadetleri sadece kendisi için yapmalarını emir buyurdu.[9] Bir anlamda Allah Teâlâ onlardan hac ve umre vazifelerini alışveriş gezintisi veya senelik bir tanışma, görüşme cemiyetine çevirmemelerini bunları kendisine kulluk niyetiyle yapmalarını istemiştir.

Paranın Helal Olmaması

Hac ve umre vazifelerimizi yerine getirirken dikkat edilmesi gereken ve bugün en çok ihmal edilen noktalardan biri de oraya helal parayla gitmek gerektiğidir. Kendisine haram ve şüphesinin karışmadığı sütün aklığındaki berraklık gibi temiz ve helal bir para. Turizm seyahatine indirgenmiş umre ziyaretlerini, bankalardan ve farklı kurumlardan çekilen haram veya şüpheli paralarla yerine getirmektense bulunduğumuz yerde vazifelerimizi yerine getirerek haram ve şüpheden kaçınmamız evlâdır. Çünkü haram veya şüpheli parayla yapılan ibadette Cenab-ı Hakk’ın bizi reddetmesine maruz kalma gibi bir tehlike mevcuttur. Ve böylesine bir hac ve umre ziyaretinden, netice olarak yanımızda sadece dünyevî bir ziyaret ve gezme tozma kalır. Uhrevi neticeyi ise Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle haber vermektedir:

“Kişi helal parasıyla hac için yola çıkıp bineğine ayağını koyduğunda “Lebbeyk” deyince Sema’dan bir münadi ona şöyle nida eder: ‘Buyur, sana itaate son derece hazırım. Azığın helal, bineğin helaldir. Ve haccın da makbuldür.’ Fakat kişi haram bir para ile Hac için yola çıkıp bineğine ayak bastığında “Lebbeyk” deyince ona da ‘Lebbeyk yok, sana itaat de yok. Azığın haram, bineğin haram, Haccın da makbul değildir’ şeklinde nida eder.”[10]

Günahlardan Sakınmama

Günahlardan her daim sakınmalıyız. Zira günah insanın kalbini karartır ve nihâî olarak hakikatlerden tesirlenmemesine sebep olur. Ancak günahtan özellikle sakınmamız gereken yer Haremeyn-i Şerifeyn’dir. Zira buralarda işlediğimiz sevaplar nasıl ki diğer yerlerde işlediklerimize nispetle kat kat fazla oluyorsa günahlar da aynı şekilde katlanmaktadır. Bu yüzden hac ve umre ziyaretlerimizde hususiyle gıybet, iftira vb. gibi rahatlıkla düşebileceğimiz günahlardan ve umumiyle de küçük günahlardan kaçınmamız gerekir. Nasıl ki, hacmine nispetle önemsemeyeceğimiz ufacık bir nesne gözümüz gibi hassas bir mahalle girdiğinde ziyadesiyle rahatsız ediyorsa başka mekanlarda önemsiz gibi görülen hatalar da mukaddes topraklarda çok büyük olur. Çünkü mekan hassastır. O kadar hassastır ki, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Allah Teâlâ, ümmetimden, konuşmadıkları ve amel etmedikleri sürece kalplerinden geçen vesveseleri affetmiştir”[11]buyurmasına rağmen Cenab-ı Hak “Kim orada (böyle) zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı azaptan tattırırız”[12] buyurarak Mekke’de; Harem-i şerifte günah işlemeyi kastetmenin dahi azaba düçar olmakla neticeleneceğini bildirmiştir. Abdullah b. Mesud (radıyallahu anh) bu ayet-i kerimenin tefsiri sadedinde “Kim Beytullah’ın yanında bir günah işlemeyi murad ederse Allah ona azab-ı elimi tattırır” demiştir.[13]

Haremde günah işlemek başka bir açıdan bakıldığında Allah Teâlâ katında en sevimsiz insanlar zümresine dahil olmak anlamına da gelir. Zira Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadislerinde Allah Teâlâ katında en sevimsiz üç sınıf insanı sayarken birinci olarak “Haremde haddi aşıp günaha bulaşan” kişiyi tadat etmektedir.[14]

Sabırsız Tutumlar

Sabır, Müslümanın günlük hayatındaki süsü ve muhâfızıdır. Müslüman, inancının bir gereği olarak her an her türlü imtihanla karşılaşmayı göze alan insan demektir. Zira Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de bizleri bir takım şeylerle imtihan edeceğini haber verirken şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber! ) Sabredenleri müjdele!”[15] Lokman u da oğluna yaptığı nasihatte “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir”[16] buyurarak başımıza gelen kerih işlere sabretmemizin elde edilmesi için peşinde koşulacak ve az kişide bulunan güzel hasletlerden olduğunu belirtmiştir.  

Bu ayetlere inanan bir müminin basit dünyevi olaylar karşısında nefsine, gazabına yenik düşmemesi ve sabırlı olması gerekir. Hac ve umre ziyaretlerimizde fazlaca karşılaştığımız bu sabırsız tutumlar şahit olan insanları da üzmekte ve huşularını bozmaktadır. Sabrı bir zinet olarak takınmayan ziyaretçiler en ufak bir olumsuzlukta ibadetin sekînetine hiç de yaraşmayacak tavırlar sergileyebilmektedirler. İlk bakışta önemsiz gibi duran bu tutumlar kişinin ibadetini sevap bakımından eksiltecek ve hatta iptal dahi edebilecek bir keyfiyete sahiptir. Bunun için Cenab-ı Hak, Hacc’a niyet eden kişilerin ne yapmamaları gerektiğini sayarken “Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur” [17] buyurarak üç şeyden uzak durmaları gerektiğini ifade buyurmuştur. Bu sayılanlar içerisinde cinsel ilişki Arafat’tan önce yapıldığında haccı iptal ettiğine göre başkalarıyla kavga etmek ve ibadetimizi bir cedel serüvenine çevirmek de uhrevi anlamda haccımızın iptal olmasına sebebiyet verebilir.

Şuursuz Hareketler  ve İnsanlara Eziyet Verme

Vazifelerimizi yerine getirirken en çok göze çarpan eksikliklerimizden biri de şuurdan yoksun oluşumuzdur. Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ’nün namaz mesabesinde olduğunu söylediği[18] tavaf ibadetini yerine getirirken dünyevî konuları konuşmamız, hatta kimi zaman gıybete düşmemiz, yine bir ibadet olan sa’y vazifemizi yerine getirirken mâlâyâni işlerle iştigal edişimiz, bilumum vazife ve ziyaretlerimizde ellerimizdeki telefon vb. elektronik eşyalarla meşgul oluşumuz bunlardan bazısıdır sadece. Hac ve umre vazifelerinden maksat, o mekanların manevi havasını doyasıya teneffüs etmek, oralarda yaşamış ulvî şahsiyetleri tahayyül etmek ve o beldelerde yaşanmış hadiseleri hayal ederek manevî duygularımızı takviye etmek iken, sıradan bir gezintiye çıkmışçasına fotoğraf çekmek veya başka alâyişlerle meşgul olmak bâriz bir mahrûmiyettir.

İbadetlerimizi yaparken başkalarına eziyet vermek de başka bir şuursuzluk örneğidir. Hele eziyet vermek şöyle dursun, öylesine mukaddes bir mekanda Hacer-i esved’i öpme gayesiyle bir sünneti yerine getireceğim diye haramın ta içine dalan kadınlara ne demelidir? Bu nasıl bir şuursuzluktur? Hacer-i Esved’i öpmek için Kur’an’ın apaçık naslarını çiğneyen, İslam’ın rükünlerinden biri olan mahremiyet esasını ihlal eden, tesettürü ayaklar altına alan kadınlar, insanı şeytanın maskarası yapacak bir iş yapmaktadırlar. Her gün binlerce insanın gözü önünde cereyan eden bu din cinayeti, ne yazık ki zamanla artık normal bir hale dönüşmüştür.

İzdihamla yerine getirilen bu tarz ibadetlerde kadın erkek ihtilatının yanında başkasına eziyet vermek de büyük bir hata olarak çıkıyor karşımıza. Kendi vazifesini yerine getirecek diye insanların arasına bodoslama dalan ve bu vesileyle etrafındaki insanlara fiziksel anlamda verdiği zararın yanında huzurlarını bozarak manevi anlamda da zarar veren şuursuz Müslümanlar maalesef ki o mukaddes mekanlarda büyük bir vebal üstlenmektedirler. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), bu vesileyle Hz. Ömer (radıyallahu anh)’e hitaben şöyle buyurmuştur: “Ey Ömer! Sen güçlü bir adamsın. Hacer-i esved’e (ulaşmak için), zayıfa eziyet vererek izdiham yapma! Şayet bir boşluk bulabilirsen onu istilam et, bulamazsan ona yönel, tekbir ve tehlil getir.”[19] Hâdise aslında bundan ibarettir. İslâmiyet kimseye gücünün yetmediği şeyleri yüklememiştir. İzdiham sebebiyle bir müstehabı yerine getiremiyorsak dinimiz mutlaka o ecri başka şekilde temin etme fırsatını bizlere vermiştir. Buna rağmen, sözde o müstehabı yerine getirme gayesiyle harama girmek tam bir şuursuzluk nişanesidir. Nitekim, Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Hz. Ömer (radıyallahu anh)’e yaptığı bu tavsiyeyi kendisi bile uygulamış ve Hacer-i esved’in yanında izdiham olduğunda elindeki asâ ile onu istilam etmiştir.[20]

Fiziksel Şartlara Çok Önem Vermek

Müslümanların dünyevileşmesiyle doğrudan alakalı olan bu husus hac ve umre ziyaretlerimize de fazlasıyla sirayet etmiş durumdadır. Daha yolculuğa çıkmadan önce bu ibadetlerden ne kadar istifade edebileceğimizi konuşacak yerde hangi otelin daha lüks ve yakın, hangi lokantanın daha münasip, hangi alışveriş merkezinin daha uygun ve hangi yiyiceklerin daha meşhur olduğunu konuşuyoruz ne yazık ki. Bu konuşmalarımız sadece bir ön hazırlık olarak kalmıyor ne yazık ki. Bilakis bu şartlar, henüz daha oralara varmadan önce kafamızda tasarlayarak ölçüp biçtiğimiz bir profil olarak kalıveriyor. Oraya vardığımızda zihnimizde kalıplaştırdığımız bu profili tam anlamıyla bulamayınca büyük bir yıkım yaşıyoruz. Yaşadığımız bu gereksiz buhran da uhrevî anlamda bize zarar verecek ve ibadetimizin sevabını yok edecek sözler sarf etmeye sev ediyor bizleri. Halbuki, bu ibadetlerin dünyevî zevku sefa için olmadığını ve bunları yerine getirirken rızaullahın peşinde olmamız gerektiğini kavrayabilseydik karşılaştığımız kötü şartların bizlere daha çok sevap kazandırabileceğini düşünebilecektik. Ne var ki, işi ta başından dünyevî şartlara endekslediğimiz için bütün bunlar aklımıza dahi gelmiyor.

Buraya kadar anlattığımız kısım işin gitmeden önceki ve oradaki bölümüyle ilgili. Bir de meselenin oradan döndükten sonraki veçhesi var. Hac ve umre ziyaretlerini turistik bir geziye indirgeyenler oralarda geçirdikleri boş vakitlerini, ve zevku sefa peşinde koşmalarını “Şurada yemek yedik, burada çay içtik, şu otelde konakladık, filanca yerde falan yemeği yedik” gibi böbürlenme cümleleriyle ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Ne büyük bir şuursuzluk ve basiretsizliktir bu! Mücevher avına çıkmış bir topluluk içinde yoldaki restoranda vakit geçirerek geriye eli boş dönen bir ahmağın yediği yemekleri büyük bir gururla (!) anlatması gibi bir hamakattır bu. Allah Teâlâ böyle akıbetlerden tüm Müslümanları muhafaza eylesin.

Araplara Hürmetsizlik

Hacılarımız ve umrecilerimizin kaybedebilecekleri bir nokta da araplara karşı olan hürmetsizliktir. Hacca veya umreye gidip dönmüş olan birçok kimseden duymuşuzdur şunlara benzer cümleleri: “Her şey çok güzel de araplar çok pisler, temizliğe hiç riayet etmiyorlar, insanlara karşı çok kaba davranıyorlar, görmemiş gibiler; elleriyle pilav yiyorlar” vs. Her milletin temiz fertleri olabildiği gibi temizliğe riayet etmeyen kişileri de olabileceği gerçeğini ıskalayarak sorumsuzca sarf edilen şu sözler Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ’nü üzebilecek sözlerdir. Kur’an-ı Hakim Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ’a eziyet eden kimselerin dünya ve ahiret lanetlendiklerini haber verirken[21] bir Müslüman ona eziyet verecek bu tarz cümleleri nasıl sarf edebilir? İnsanoğlunun, mensup olduğu millete hakaret edilmesiyle üzüleceği bir hakikattir. Bunu bildiğimiz halde böyle bir şeye nasıl teşebbüs edebiliriz? Üstelik Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ’den, bu bapta bizlere nasihaten: “Üç şeyden ötürü arabı seviniz, ben arabım, Kur’an-ı Kerim arapçadır ve cennet ehlinin lisanı arapçadır”[22] buyurduğu nakledilmişken.

Hac ve umre ziyaretlerimizde Araplara karşı son derece hürmetli olmalı ve bunu Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ’e hürmetin bir parçası saymalıyız. Ne oradaki konuşmalarımızda ve ne de döndükten sonraki anlatımlarımızda bu istikametin zıttına şeyler söylememeliyiz. Araplara olan hürmetimiz sadece bu ziyaretler ve sonrasıyla sınırlı kalmamalı ve hayatımız boyunca devam eden bir haslet olarak dâimî olmalıdır.

Allah Teâlâ ’nın Şiarlarına Hürmette Kusur

Şa’îre kelimesinin çoğulu olan “şe’air”, “alâmet” manasına gelmektedir. Şe’âirullah ise Allah Teâlâ’yı hatırlatan, ona delalet eden şey demektir. Cenâb- ı Hakkı hatırlatan, onun için olan her şey şe’âirullahtandır.[23] Bu anlamda Allah U, Hacer-i esved’i, Kabe’yi,[24]Müzdelife’yi ve Arafat’ı[25]kendisini hatırlatan şiarlarından saymış ve “Her kim Allah’ın şiarlarına tazim ederse bu kalplerin takvasındandır”[26] buyurarak bunlara tazim etmenin kalpte bulunan takvayı gösterdiğini beyan etmiştir. Başka bir âyet-i kerîmede ise “Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah’ın koyduğu nişanlardandır”[27] buyurarak Safa ve Merve’yi de bunlara eklemiştir. Kur’an-ı Kerim, Allah Teâlâ’nın şiar olarak tayin buyurduklarına tazimde bulunmamızı istemektedir.

Mukaddes mekanlardaki bu şiarların yanında tazime yakışmayacak ve laubalilik sayılacak hareketlerden uzak durulması gerekir. Ama ne yazık ki bugün, Müslümanların tavaf esnasında birbirleriyle şakalaşmaları, ziyaret mekanlarında lakayt hareketlerde bulunmaları, Uhud’a gidip oradan gerekli hisseyi çıkarma yerine orayı bir alışveriş panayırına çevirmeleri, Mescid-i Nebevî’de gayrı ciddi bir tavırla kıbleye doğru ayaklarını uzatmaları, müvacehe-i şerifin önünde ayak ayak üstüne atmaları gibi bir çok nahoş davranışlar Allah U’ın şiarlarına karşı sergilenen saygısızlık örnekleridir. Zikrettiğimiz ayetin fehvasınca, be denli davranışlar kalpte takva duygusunun olmadığının alâmetidir.

Netice        

Bir Müslüman her şeyden önce edebi, hayayı, huşuyu ve takvayı tahsil etmelidir. Bu saydığımız şeyler, ilimden önce geldiği gibi ibadetlerden de önce gelir. Bu yüzden kişi, hacca veya umre gitmeden önce hacı olmalıdır. Aksi takdirde oralara gitmek kişiye bir şey kazandırmayacağı gibi belki kaybettirir. İbadetlerin surete dönüşmesi, bir çok şeyin muhtevasını yitirmesi ve Müslümanların müthiş bir kimlik kaybı yaşaması ahir zaman fitnelerinden birisidir. Zira Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) : “İnsanlar üzerine İslam’dan sadece ismi, Kur’an’dan da sadece resminin kalacağı bir zamanın gelmesi yakındır. Onların mescidleri ma’murdur ancak hidayetten yoksundur. Onların uleması semanın altındaki en şerli kimselerdir. Fitne onlardan çıkmış ve onlara dönecektir.”[28]Buyurarak bunu bizlere haber vermiştir.

Hadis-i şerifin gölgesinde bugünkü hac ve umre ziyaretlerimize bakıp maziye yolculuk yaptığımızda, eski zamanlarda çok daha zor şartlarda gerçekleştirilen ibadetlerin daha kaliteli ve şuurlu olduğunu görüyoruz. İmkanlarımız daha geniş, kaldığımız oteller daha rahat ve lüks, ulaşım araçlarımız çok daha müreffeh olsa da kalitemizin daha düşük olduğu da acı bir gerçek. Kaybettiğimiz bu kaliteyi tekrardan yakalayabilme adına bir kısmını burada zikrettiğimiz eksikliklerimizi telafi edebilme temenni ve duasıyla…


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, XV/521, No: 9839, Buhârî, “Kitâbu’s-Sıyâm”, No: 1804, Ebû Dâvud, “Kitâbu’s-Sıyâm”, No: 2362,  İbn Huzeyme, Sahih, “Kitâbu’s-Sıyâm”, No: 1995, İbn Hibbân, Sahih, “Kitâbu’s-Sıyâm”, No: 3480

[2] Bakara, 196

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 14419, Müslim, “Kitâbu’l-Hac”, No: 1297, Nesâî, “Menâsiku’l-Hac”, No: 3062, Ebû Dâvûd, “Kitâbu’l-Menâsik”, No: 1970, Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübrâ, No: 9826, Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, No: 1929, el-Mu’cemu’l-Kebîr, No: 6570

[4] Ebu Hayyân el-Endelûsî, el-Bahru’l-Muhît fi’t-tefsîr, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1420, II/254

[5] Bakara, 239

[6] Buhârî, “Bed’u’l-Vahy”, No: 1, Müslim, “Kitâbu’l-İmâre”, No: 1907, Ebû Dâvûd, “Kitâbu’t-Talak”, No: 2201, Nesâî, “Kitâbu’t-Talak”, No: 3437

[7] Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübrâ, “Kitâbu’t-Tahâre”, No: 182

[8] İbn Receb el-Hanbeli, Câmi’u’l-Ulûmi ve’l-Hikem, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1408, Baskı. I, s. 13

[9] İbn Âdil ed-Dımeşkî, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1998, Baskı: I, III/358

[10] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, No: 5228

[11] Buhari, “Kitâbu’t-Talâk”, No: 4968, Ebû Avâne, Müstahrec, No: 224, Nesâî, es-Sünenu’l-Kübrâ, No: 5597, İbn Mende, el-Îmân, No: 350, Humeydî, Müsned, No: 1207, İshak b. Râhûye, Müsned, No: 5

[12] Hacc, 25

[13] Muhammed Ali Sâbûnî, Safvetu’t-Tefâsîr, Dâru’s-Sâbûnî, Kâhire, 1997, Baskı: I, II/263

[14] Buhari, Kitâbu’d-Diyyât”, No: 6488, Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübrâ, No: 16325, Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No: 2940

[15] Bakara, 155

[16] Lokman, 17

[17] Bakara, 197

[18] Bezzâr, Müsned, No: 4853, Beğavî, Şerhu’s-Sünne, No: 1914

[19] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/321, No: 190,  İbn Kesîr, Müsnedu’l-Fârûk, I/314, Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübrâ, No: 9529, İbn Hacer, ed-Dirâye, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, II/13

[20] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, No: 8187

[21] Ahzâb, 57

[22] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, No: 5583, el-Mu’cemu’l-Kebîr, No: 11441,  Hâkim, el-Müstedrek, No: 6999, Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, No: 16600

[23] İbn Ebî Hâtim er-Râzî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mektebetu’n-Nezzâr, Suud, 1419, Baskı: III, XIII/706 , es-Se’âlebî, Ebu Zeyd Abdurrahman b. Muhammed, el-Cevâhiru’l-Hisân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-Lübnan, 1418, Baskı: I, IV/121

[24] es-Sem’ânî, Ebu’l-Muzaffer Mansur b. Muhammed, Tefsîru’s-Sem’ânî, Daru’l-Vatan, Riyad, 1997, Baskı: I, III/437

[25] Ebu Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, VII/505

[26] Hacc, 32

[27] Bakara, 158

[28] Beyhaki, Şu’abu’l-Îmân, “Neşru’l-İlm”, No: 1763

ÖMER FARUK KORKMAZ / DİRAYET DERGİSİ

PAYLAŞ