YENİ İSLAM DEĞİL YENİDEN İSLAM
Hüküm Dergisinde İhsan Şenocak Hocaefendi röportajı
Hüküm: Merkezden çevreye, Asr-ı Saadetten günümüze ilme irfana dair neler söylersiniz?
Cevap: İlim, Vahitten/Birden doğdu. Eşyayı, eşyaya ait esmayı Hz. Adem’e Allah Azze ve Celle öğretti. Ademoğlu toprağı işlemeyi, demir dövüp, ona şekil vermeyi, kumaşı dikip elbise yapmayı vahyin sözcüleri enbiyadan öğrendi. Her peygamber, yaşadığı çağın başmuallimidir. Allah Rasûlü ﷺ ise Kıyamet’e kadar gelecek bütün beşeriyetin başöğretmenidir. Mescid-i Nebevî hem ibadet mekânı, hem dâru’l-ulum, hem nefisleri teskin ve terbiye okuluydu. Peygamber-i Ekber’in ufkunda yeryüzünün en büyük inkılabını yapan, muhataplarını, halleriyle etkileyip değiştiren sahabe orada yetişti. Şehirler ve şehirlere İslam ruhunu giydiren cami, medrese ve tekke orada doğdu. Camiler ne kadar Mescid-i Nebeviyle alakalı ise medreseler, sanat merkezleri, fikir ocakları ve tekkeler de en az o kadar Peygamber Mescidindeki iman ve ilim halkalarıyla alakalıdır. Hakikat İslam’ın ruh köküne bağlıdır. Yavuz Sultan Selim de, Ebu Suud da, Mimar Sinan da, Baki de, Ali Kuşcu da, Barbaros da nihai anlamda Peygamber mescidinin öğrencisidir. Her biri, vahiyden beslenerek kökleşti, derinleşti.
Medrese zamanla Ezher, Nizamiye, Süleymaniye oldu. Gazzali, Molla Hüsrev, Kemalpaşazade orada yetişti. Kanunlar orada telif edildi, kadılar orada yetişti. Asr-ı Saadetteki zühd, takva, vera’ gibi mefhumlar sonraki yılarda tasavvuf diye ifade edildi, ardından tasavvuf tarikatler başlığı altında müesses yapılara dönüştü; Selçuklu’ya can, Osmanlı’ya ruh verdi.
Büyük Doğu, Milli Görüş, Nedvetu’l-Ulema, İhvanu’l-Müslimîn gibi Devlet-i Aliyye’den sonra dağılan Ümmet-i İslam’ı fikir ve hareket meydanında ayağa kaldırmayı hedefleyen bütün hareketlerin nesebi de Peygamber Okulu’na dayanır.
Medrese Çağdaş Dünyaya
Ne Söyler?
Hüküm: Medrese yeniden tarihî misyonunu üstlenebilir mi?
Cevap: İdeal olan bu, lakin mevcut haliyle elbette ki hayır. Muhammed Zahid el-Kevseri, ‘bugünkü Medrese Osmalı’daki muhteşem ilim merkezlerinin enkazıyla kurulan geçici evler hükmündedir, der. Mevcut medrese, Fatih, Süleymaniye, Beyazıd gibi ilim merkezleri kapatılınca ulema asılınca hayatta kalanlarının himmetinin bir tezahürüdür. Bu yüzden Medrese yüzyıldır eksiktir, yetimdir, öksüzdür. Faaliyetlerini hep olağanüstü şartlarda yürütmüştür. Ne yaptığını, neler okuttuğunu son yıllara kadar tam olarak söylemeye dahi cesaret edememiştir.
Osmanlı’nın bakiyesi âlimler tarih, edebiyat, fikir, sanat vadilerinde de pek çok eser okuduklarından talebeyi alakalı olduğu her alanda yetiştirecek kabiliyetteydiler. Lakin milletin acil hoca ihtiyacı, onları talebeyi belli bir dereceye kadar alet ilimlerini, orta seviyede de tefsir, fıkıh, hadis gibi fenleri okutmaktan öteye geçmelerine müsaade etmedi. Onların ders halkalarında yetişenlerin fikir, sanat, edebiyat, ictimaiyât alanında kayda değer bir şey okuyamadan mezun olmaları kendilerini dışarıdan lise ve üniversite okumaya sevk etti. Yıllar sonra medreseyle okulun yolları kesişti.
Hüküm: İlahiyât mı, Medrese mi?
Cevap: Ne yalnız başına medrese, ne de yalnız başına ilahiyat bugünün Türkiye’sini taşıyabilir, sorunları çözebilir. Yarınki nesillere sorun çözen, yol açan, tepetaklak olmuş ilim ve fikir ehramını yeniden ayakları üzerine oturtan ilim merkezleri bırakmak istiyorsak bunun mevcut haliyle medreseler ve ilahiyatlar olmadığını bilmek zorundayız. Bu iş ne yalnız medreseyle, ne de sadece ilahiyatla olur. Olmadığı da ortadadır. İslam’a göre bir dünya nasıl kurulur ve nasıl korunur. Ne medrese bunu yapmaya malik, ne de ilahiyat bu noktada inisiyatif almaya talip.
Hüküm: Yani bu haliyle medreseler yaşamalı mı?
Cevap: Elbette… Zahidu’l-Kevserîleri yetiştiren medreseleri açana, Süleymaniye gibi medreseler kurana kadar medrese bu haliyle yaşamalı. Esasında vakıa da bunu teyit etmektedir. Diyanet, Fakülte mezunu bir talebeyi otuz ay eğitime aldıktan sonra kürsüye çıkarmaktadır.
Hüküm: İlahiyatlar?
Cevap: İlahiyatlar kökü mazide, gözü âtide olan bir duruşla yeniden inşa edilmelidir. Bu olduğunda medrese de tarihteki büyük misyonunu yeniden üstlenmiş olacak, asıl anlamına kavuşacaktır. Bu noktada ilahiyatlarda belli bir gayret var. Lakin bu kadar imkana rağmen hala Devlet-i Aliyye’nin en zor zamanlarda yetiştirdiği âlimler çapında hocalar yetiştirememiştir. Bu gün ne medrese, ne ilahiyat, Tefsirde bir Elmalılı, Fıkıhta bir Ömer Nasuhi, Hadiste bir Ahmed Naim yetiştirebilecek muhtevadadır. Ne şarkda ne garpda eserleri okunan, ilmiyle tanınan, bilinen âlimimiz var.
Hüküm: Osmanlı’nın siyaset sahnesinden çekilmesinde Medrese’nin yapması gereken pekçok şeyi yapmamasının büyük tesiri yok mudur?
Cevap: Elbette vardır. Lakin Osmanlı ilmi kifayetsizlikten dolayı değil, siyasi hataların neticesi olarak siyasi alandan çekilmiştir. Bunun içindir ki, harf inkılabıyla ulema tasfiye edilmiş, bakisi de ya asılmış ya da göz hapsinde tutulmuştur. Osmanlı’da ulema değil, ümera yenilmiştir. Bunun içindir ki bu gün ulûm-u İslamiyye’de Osmanlı’nın ahir ömründe durduğu noktanın çok gerisindeyiz.
Bizim Hürriyetimiz Herkese,
Onların Özgürlüğü Sadece
Kendilerine
Hüküm: Birileri İslam’la özgürlük kelimesinin yan yana gelemeyeceği iddiasında, neler söylersiniz?
Cevap: Sorunuza şöyle bir misalden hareketle cevap vereyim. Fakültede bizim bir Kelam hocası vardı. Allah, Peygambere inanmayan, münkir biriydi. 28 Şubat sürecinde bir gün derste dedi ki; “Şimdi fikir hürriyeti var, konuşuyorum. Eğer Ehl-i Sünnet’in hâkim olduğu asırlarda yaşasaydım, ulema beni konuşturmaz, belki de fikirlerimden dolayı beni idama mahkûm ederdi.”
Hep böyle olmuştur. Medresenin kapısına kanla kilit vuran anlayış, sıkılmadan özgürlükten bahsetmiştir. Bugün özgürlük diyenler özgürlükler adına hürriyete kelepçe vuran mustebitlerdir.. Özgürlük için ABD Afrika’yı sömürdü, islam coğrafyasının altını üstüne getirdi.
Bizdeki özgürlük nutukları, ÖZGÜRLÜK ANITI diken ABD’nin dünyaya toplumsal köleliği taşıma ameliyesinden farksızdır.
Tekrar mevzuya dönersek… Ona dedim ki: “Evet, eğer sen o bahsettiğin zamanlarda Roma’da, Londra’da veya Paris’te olsaydın kilise sana hayat hakkı tanımaz, seni mahkûm eder ya da asardı; sen de ‘ke enlem yekün’ olurdun. Fakat eğer İslam coğrafyasında yaşamış olsaydın, İmam Gazzâlî Hazretleri’nin ders halkasındaki mübtedi bir öğrenci senin düşünce sistemini bütünüyle çökertir, özünü alır, posanı ait olduğu yere iade ederdi. Bizim hürriyet anlayışımız herkesi içine alır, sizin özgürlüğünüz ise yoldaşlarınızla sınırlıdır.
İlmin “ötekisi” olmaz. Medreseye göre ne tıp, ne coğrafya ötekidir. Zira Allah Azze ve Celle kitabında insanlığın maslahatına olan bütün ilimlerin okutulmasını emretmektedir. Bu yüzden medresede “öteki” bir ilim olmadı, olmaz da.
İslam’ın cihan hâkimiyeti yıllarında, ilim geleneğimizin yapısına muhalif hareketlerin zemin bulamamasının arkasında “öteki”nin yani ütopyanın medresenin karşısında duramamasıdır. Halkın akidesini korumak adına defalarca münazaralar yapıldı, Ulema her münazara meclisinden daha da güçlenerek çıktı. Gazzali’nin Bâtınilere karşı kaleme aldığı reddiyeler ve münazara meclislerinde onlara karşı galip olması gibi hadiseler her defasında kanla, canla bastırılmıştır. Bir Bâtıni bir gün, batiniliğin belini kıran İmam Râzî’nin yanına gelir, cübbesinin içerisinde sakladığı hançerle Razi’ye yaklaşır, hançerini çıkarır ve der ki: “Dün bizi münazara meclisinde perişan ettin. Bize delil, delil…” diye meydan okuyordun. İşte delilimiz bu hançer! Bundan sonra bize delil sorarsan sana bunu tekrar gösteririz!”
Bizim Değil, Onların
Darağaçları Var
Biz onları kılıçla değil, Fahreddîn Râzîlerle münazara meydanlarında tarihin düşünce arşivine kaldırdık. Müzelik olmalarının baş sebebi ulema karşısında iddialarını teyid eden delilleri getirmekten aciz olmalarıdır. İmam Gazâlî’nin, “Meşşaî Mektebinin baş mümessilleri Farabi ve İbn-i Sina’nın öğretilerini kabul edenleri yargılayıp, idam edin!” şeklinde bir fetvası yok. Çünkü akideyi tahrif eden bir harekete karşı âlimin kalem ve kelamdan başka bir silahı olamaz. Gazzali de bunu yaptı. Evvela Makâsıd’ı yazarak bunların ulaşılamaz zannedilen entellektüellik saltanatını sarstı, düşüncelerindeki şifreleri çözdü, eserlerini anlaşılır hale getirdi, “İşte bunlar bu kadar.” dedi. Sonra Tahâfut’u-l-Felâsife’yi kaleme aldı. Meşşâilik, Tehâfut’un müellifi Gazzali karşısında duramadı. Yanlışlarıyla birlikte ilim dünyasından çekildi, hayata elveda dedi. Gazzali Tahâfütle yolu açtı; İhyay’yı yazarak da müslüman gençliği aya kaldırdı. Yürekleri yeniden inşa etti. Sadece reddiye yetmez. Ötekinin hezimeti sizin kıyamınız anlamına gelmez. Kıyam; ihya gibi ruhu ve aklı onaran eserlerle olur.
Bizim tarihimizde –bir kaç siyasi hadise dışında- darağaçları, darağaçlarında can veren ulema yoktur. Lakin İslam’ın tefekküre gümrük uyguladığı yalanını icad eden mustağriplerin darağaçları şu kadar zaman sadece âlimlerimizi astı. Kapatılan medreseler, harf inkılabıyla bir gecede tasfiye edilen ulema, sürgüne gönderilenler, ülkesine dönemeyip vatan cüda ölenler….
Hayat, Tekrardır
Hüküm: Hocam medresedeki kitap bitirmeye yönelik sistem öğrenciyi tekrara mahkûm ederek onu fikir i’malinden mahrum ettiği iddiasına ne dersiniz?
Cevap: Hayatta tekrar var… Yemek yemeyi, yürümeyi bile çocuk belli tekrarlar neticesinde öğrenir. Bunlar onun en tabi, en zarurî ameliyeleridir.
Tekrara itiraz edenler okula gittiklerinde alfabeyi öğrenirken tekrar yapmadı mı, bir harfi, bir kelimeyi defalarca yazmadı mı?! Okumayı, yazmayı, problem çözmeyi bir anda mı öğrendiler?! Aslında onların taklid mercii olarak gördükleri, “cins kafa” olarak niteledikleri insanlar da tekrar ettiklerini ifade ediyor. Farabi, Aristo’nun “Mâ Ba’de’t-Tabî‘a/Metafizik” adlı eseriyle alakalı der ki, “Ben onu elli defa okudum, fakat ‘ene muhtacun ila muavedetihi/onu tekrar okumaya ihtiyacım var.”.
Okumak, Metne Yeni Manalar Yüklemektir
Durumuna göre bir metin bir defa, iki defa, belki on defa okunur. Farklı zamanlarda farklı sorunların cevabı için de okunur. Tefekkür melekesine sahip her okur, her okumada yeni şeyler anlar. Çünkü okumak, bir metne her defasında farklı manalar yüklemektir. Mesela Buhari-i Şerif’i size sorulan bir mevzunun cevabını bulmak için okuduğunuzda, sıradan okumalarda anlayamadığınız hususlara dair cevaplar görürsünüz. İmam Malik şartlı boşama bağlamında en büyük günahın ne olduğuyla alakalı bir soruya muhatab olduğunda müsteftiyi “yarın gel, yarın gel” diyerek bir kaç gün tehir eder, nihayet adama, “Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün Sünnet’ini sayfa sayfa okudum sonunda gördüm ki en büyük günah faizdir. Çünkü sadece faizciler için, “Allah ve Rasûlü tarafından size savaş açıldığını bilin!” (Bakara, 279) buyrulmaktadır.
Talebe okurken üretmeli, okurken makale telif etmeli. Kalemsiz kitap okumak su üzerine yazı yazmak gibidir. Eğer bir okuyucu, okurken metnin altına notlar düşemiyorsa, bu kör taklittir. İslam’da asıl olan, okurken telif etmektir. İmam Nevevî gibi kurucu metinler telif eden allameler ilk eserlerini talebeyken kaleme aldı. Böyle bir sistemi “tekrarcı” diyerek aşağılamak, bugün diploma vermekten başka bir mahareti olmayan eğitim sistemine yani izmihlale rıza göstermektir. Siz bugün hariçten okumayan bir akademisyene (tabii ki istisnalar var, ben istisna olan hocalarımızı bu söylediklerimden tenzih ederek söylüyorum) hadis sorsanız, “on tane hadisi senediyle oku” deseniz, soruya muhatab olamaz. Bununla beraber öyle bir özgüveni var ki kendini İmam-ı A’zam’dan daha âli görür.
Mahrumiyetten
Mahkûmiyete
Sıra kitaplarını okumanın niçin tekrar olmadığına şuradan bakalım; Mesela bir medresede talebe tahsil hayatının ilk günlerinden itibaren uzun bir Nahiv yolculuğuna çıkar; Avamili okur. Bu kitap ona Nahv’in haritasını, anlam dünyasını genel hatlarıyla gösterir. Sonra el-Acrumiyye okur. Biz İFAM’da onun Zeyni Dahlan şerhiyle okutuyoruz. O da genel hatlarıyla nahiv dünyasını tarif eder ve talebeye basit bir anlatımla irabın nasıl olacağını öğretir. Daha sonra Birgivî’nin İzhar’ına başlar. İzhar’a hicrî yedinci asrın dili hâkimdir. Talebe İzhar’ı okurken İmam Birgivi gibi büyük bir allamenin rahlesinin karşısında diz çöktüğünü düşünür. Ardından Şerhü’l-Muğni’ye geçer. Aynı mevzuları belki daha mufassal bir şekilde, daha kolay bir anlatımla orada okur, ona muhatab olur. Önceki kitaplarda görmediği bazı mevzuları da orada bulur. Sonra Şerh-u Katri’n-Neda, Kavaidü’l-İ’rab okur. İbn Hişam’ın Kavâidu’l-İrab’ı Nahivcilerin eserlerini telif ederken değinmedikleri bahisleri dört ana bölümde cem eder. İmam Suyuti ve İbn Akil gibi İbn Malik’in Elfiye’si üzerine yazılan şerhler talebeyi hoca olmaya yaklaştırır. Molla Cami’nin el-Fevâidü’z-Ziyaiyye’si ile nahvin zirve noktalarında kelimeye, cümleye, anlam bilim çerçevesinde dilin felsefesini yapar. Ahkâm-ı Fıkhıyye’nin önemli bir bölümü Kur’ân-ı Kerîm’in nazmından çıkarıldığına göre talebe ancak bu basamaklardan çıkarsa Kur’ân-ı Kerîm’e muhatab olabilir. Aksi halde Kur’ân’dan ve Sünnet’ten mahrumiyet, hevaya mahkûmiyet vardır. Mahrumiyet de insanları inkâra sevk eder. Tarihselciliğin bu derece yayılmasının arkasındaki sebeplerden biri de Kur’ân-ı Kerîm’i anlayacak düzeyde bir Arapça’dan mahrumiyettir.
Büyüklerin Gıdaları
Küçükler İçin Zehir Gibidir
Hüküm: Hocam, klasik sistem yerine, yüksek lisans ve doktora programlarında yapıldığı gibi, fakülte mezunu bir öğrenciye doğrudan alanla alakalı üst seviye kitapları okutmak daha makul değil midir?
Cevap: Şamlı Usame Rifai hocanın babası Abdülkerim Rifai (r.a.)’nin şöyle bir sözü var, “Ğizaü’l-Kibâr Semmün li’s-Sığâr/Büyüklerin gıdası küçükler için zehirdir.”. Yeni doğan bir çocuğa “et” verilirse bu onu oldurmaz, öldürür. Eğer bir eğitim sistemi ilimde ancak mübtedi kabul edilebilecek bir talebenin eline sıra kitaplarını okuyan birinin muhatab olacağı Tavzih, Mirât, Beydavî ve Hidaye gibi eserleri verirse bu besliyorum zannıyla onu zehirlemektir. Talebe bu muhteşem kitaplardan ürker, belli bir zaman sonra onların devrinin bittiğini düşünerek kendini teselli eder, boşluğu doldurmak için yeni arayışlara girer. İşte pek çok akademisyen böyle bir mahrumiyetin ardından gelen arayışın neticesinde gidip tarihselciliğe saplanmıştır.
Levhasız Yolda Anarşi Olur
Çizgisiz ve levhasız bir yolda anarşi olur. Sistemler de böyledir. İslam ise “şey” olma hususiyetine sahip her şeye bir nizam tayin etmiştir. İlmin de, onu tahsil edişin de kendi içinde bir nizamı vardır. Eğer bir sistem kendi nizamına riayet etmezse çocuk derecesinde olanlar Ebû Hanifelere meydan okur, fetva vermeye onlardan daha fazla hak sahibi olduklarını düşünür. Bu meydan okuyuşun arka planında nizamsızlık vardır.
Doğru Zannedilen Yanlışlar
Bir eğitim sistemi bir gün öğrencinin eline İbn Kudame’nin Muğni’sini, başka bir gün Şevkanî’nin Neylu-l-Evtâr’ını, bir başka gün de İbn Hazm’ın “Muhalla”sını verir yani bir mezhebin fıkhını okutmadan onu mukaren fıkhın içine çekerse öğrenci ya boğulur ya da “Kendimden başka âlim, allame tanımıyorum!” naraları atar.
Hadiseyi belki şöyle bir örnekle daha müşahhas hale getirebiliriz. Bir öküz arabası gidiyormuş, giderken öküz bir yere ayağını basıp, oraya bevl etmiş. Hikâye bu ya, daha sonra idrarın üzerine bir saman çöpü üşüşmüş. Nihayet bir sinek gelip ona konmuş ve kendi kendine şöyle demiş; “Burası büyük bir okyanus, bu saman çöpü de büyük bir gemi, ben de o geminin üzerindeki kaptanıderyayım!”. Bu hüküm ne zamana kadar devam eder? O güzergâhta başka bir öküz gelip oraya basana kadar… Bunlar vehimler üzerine kurulan saltanatlardır. Talebe tabiî ki İbn Hazm’ı da okuyacak, İbn Kudame’yi de… Lakin bu okumayı mezhepleri kendi eserlerinden tanıdıktan sonra yapacak. Yapacak ki ayakları yere basacak.
Her ilmin, her fennin kendine mahsus ıstılahı var… Talebe kendi başına okursa çok sayıda doğru bildiği yanlışı olur. Çünkü bazı meselelerin cevabı kitabî değil, şifahîdir. O şifahî malumat da ancak ulemanın ağzından alınabilir.
Süleymaniye’den Bakınca
Üniversite
Hüküm: Hocam, üniversite ve medrese, diploma ve icâzet size neyi çağrıştırıyor?
Cevap: Bugün Medrese üniversite ile birlikte düşünüldüğünde birbirlerinin mütemmimidirler. Yani medrese üniversiteyle birlikte olursa daha ideal öğrenci yetiştirebilir. Bunun için yeni bir hale, yeni bir medreseye kadar üniversiteyle birlikte yürümeleri, birbirlerinin eksiklerini ikmal etmeleri münasiptir. Yarın medrese Osmanlı’nın muhteşem zamanlarındaki ilim merkezlerinin seviyesine yükselecektir. Peki bugün, hüküm budur ama yarın ne olacaktır? Yahut şöyle sorayım; “Süleymaniye’den, Beyazıt’tan baktığınız zaman üniversitenin hükmü nedir?”
Eğer bunların ilim iddialarını, ilme mümessil olma iddialarını soruyorsanız, bu zaviyeden aralarında gece ile gündüz kadar fark vardır. Biri sadece iddia makamındadır diğeri ise altı asır ispatta bulunmuştur. Ebu Suud Efendi gibi İstanbul’da yaşayan, Arap ülkelerine gitmeyen bir âlimin telif ettiği “İrşadu’l ’Akli’s-Selîm” gibi bir eser İslam ülkelerindeki en esaslı üç dirayet tefsirinden biri olarak okutuluyor, hayata yön veriyor. Tarihten bugüne, çevreden merkeze hayata bakıldığında Osmanlı’nın inşa ettiği bu büyük ehram görünür. Bir dev, bir de cüce varsa, büyüten ya da küçülten ayna değil, onun karşısında küçülen ya da büyüyen insandır. Osmanlı devdir. Bugünün aynalarının istiab edemeyeceği kadar azametlidir.
Diploma mı, İcâzet mi?
İlim bir emanettir. Bir âlimin önünde yıllarca süren bir yolculuğun neticesinde ancak birazı tahsil edilir. Talebenin okuması gibi, oturup, kalkması da ilmin bir parçasıdır. Tahsil hayatının nihayetinde verilen icazet hem bir nesep beyanı, hem de talebenin ilme, irfana, ihlasa muhatab olduğunun tescilidir. Hoca, verdiği icazetle okunanların ve yazılanların esas itibariyle Allah Rasûlü’ne ﷺ dayandığına şehadet eder. Diploma ise bir belgedir, talebeyi belki hiç görmeyen, ahlakî yapısına şahit olmayan bir rektörün imzasını taşır. Diploma Batı’ya, icazet İslam’a aittir. Atom bombasını yapan mühendislerin diploması, saraydaki karıncalardan kurtulmak için Şeyhülislam’a onları öldürmenin hükmünü soran Kanuni’yi yetiştiren hocaların ise icazeti vardı.
Devlet-i Aliyye’de bir talebe bir âlimin önünde altı yıl, yedi yıl, sekiz yıl, on yıl diz çöker. Hocanın nesebi onu, şehir şebekesi gibi Allah Rasûlü’nün ﷺ ilim ve feyiz vadisine bağlar. İslam’da icazet, Batı da ise anonim bir dünya nazariyesi var… Anonim dünyada kim hoca, kim ruh ve kim fikir dünyasının hamurkârıdır, belli değildir.
Varlığımız Ümmet’in
Varlığına Armağan Olsun
Hüküm: Hocam, bu söylenenlerden hareketle, bu sistemin vakfedilmiş hayatlar istediği ortaya çıkıyor. Selef-i Salihin hangi gayenin tahakkuku için hayatlarını vakfetmiştir?
Cevap: Evet, İslam vakfedilmiş bir hayat ister. Medrese atanmış adamlarla değil, adanmış adamlarla mesafe alabilir. Müslim Şerhi’nin başında ilmî nesebinden bahseden İmam Nevevî, İmam-ı Müslim’le arasındaki senette yer alan muhaddislerden İmam Furavi’ye dair şunları söyler;
İmam Furavi son anlarını yaşarken yanına gelen tabib, “Bundan sonra ders okutamazsın.” der. Dünyadan ayrılmasına belki sadece saatler kaldığı bir sırada Füravî karşısında bekleyen talebelerini davet eder ve onlara şöyle der; “Hubistü lieclihim/Ben bu sürgünler ülkesi dünyaya bu talebelere bu dersleri okutmak için geldim. Bu yüzden hayatımın son anına kadar bu dersleri okutmaya devam edeceğim. ”
Bu ifadelerin benzerini İmam Ebu Yusuf’ta da görürsünüz. O da, son nefeslerini verirken talebesine, Mina’da şeytan taşlama esnasında nerede durulur, hangisinde dua etmeden gidilir, diye sorar. Talebe, “Hocam, şimdi bunları konuşmanın yeri midir?” der ve kapıya varmadan Ebu Yusuf ruhunu teslim eder.
Medresede vakfedilen bir hayat vardır, kendinizi, benliğinizi yok sayacak, îsarda bulunacaksınız, ümmetin varlığını kendi varlığınıza tercih edeceksiniz. O tercih edişten dolayıdır ki otuz dokuzunda vefat eden Abdulhay el-Leknevî geride yüz yirmi eser bırakır. Benzer hal kırk dördünde hayata veda eden İmam Nevevi’de de görülür. Gece sabahlara kadar uykusuz kalan, “Acaba bu gece ben ümmetin hangi meselesini çözdüm.” diye kendine teselli arayan âlimlerde de görülür. Onların dünyasında “ben” yoktur, “ümmet” vardır, ümmetin sorununu çözmek de farzdır.
Ahiret’e Talibiz
Nizamiye Medreseleri kurulduğunda, Mâverâünnehr uleması şunları söyleyerek bu kuruluşa karşı çıkmıştı; “Biz medreseye gelirken tek bir gayemiz vardı; O da Allah ve Rasûl davasına hizmet etmek… Kadı olmak, bürokrat olmak gibi bir amaçla gelmedik biz medreseye.” Bugün ise devlet talebeye, “Şu okullarda okursanız, şu makamlara geleceksiniz’ diyerek onları makam, mevki sahibi olmaya teşvik ediyor… İlim; ufku dünya, hayatı dünya olanların zihinlerine hapsedilirse orada Yavuz Sultan, orada İbn Kemal Paşa yetişmez”.
Ulema, Nizamiye’nin kuruluşuna karşı çıktı; çünkü ilim yoluna girenler sadece rıza-i ilahiyi düşünmelidir. Rıza-i ilahi onları nereye götürürse zuhûrata tabi olup, onlar da oraya gitmelidir. Onun için hocalar talebelerine şöyle der; “Bu yolda makam, rütbe ve itibar bekleyenler peşimizden gelmesinler. Bizim böyle pâye dağıtan meclisimiz de, rahlemiz de yok. Yürüyoruz lakin mükâfatı dünyada değil, Ahirette Rabbimiz’den bekliyoruz. Belki bunun içindir ki İbn-i Abidin gibi bir allame muazzam eseri Reddu’l Muhtar’ı tamamlayamaz dünyada. İmam Nevevi, Mecmuu’nu ikmal edemez. Belki de şunu söyler kader onlara, “Gelin ey ulu hocalar! Bu eserlerin ‘hitamuhu misk’i Ahiret’te olsun, o sevinci orada Peygamber’in ﷺ huzurunda yaşayın”. Dolayısıyla biz mükâfatı orada bekliyor ve hadiseye şu zaviyeden bakıyoruz; “Efendimiz’e ﷺ kâhin ve mecnun diyenlerin bir kısmı iman ettikten sonra Uhud’da Allah Rasûlü’nün ﷺ safında, “Anam babam sana feda olsun Ya Rasûlallah!” dedi. Nerede olduğumuz değil, ölürken nasıl bir akideye sahip olduğumuz önemli.
Mustağribler bizi, bu dünyayı tanıyamadıklarından dolayı mahkûm ediyor ve diyorlar ki, “Bunlar kadim zamanlardaki kitapları okuyorlar”. Aslında öyle değil, biz onları bugünden düne bakarak anlıyoruz. Batı siyasetinin büyük darbe vurduğu ilim saraylarını yani enkaz altında kalan Süleymaniye’yi, Beyazıt’ı yeni bir ruhla nasıl meydana çıkarabiliriz, onun mücadelesi içindeyiz. O gün gelecek… Onlar ilim sarayımızı gördüklerinde Efendimiz’in ﷺ karşısında hasımları nasıl diz çöktüyse bir gün marka Müslümanları da ulu hocalarımız İmam Rabbanî, İmam Gazâlî, İmam Râzî’lere doğru koşacak siz “büyük hocalarsınız” diyeceklerdir.
Hüküm: Hocam, tarihî süreç içerisinde Ulemanın siyasetle münasebeti nasıl olmuştur?
Cevap: Kurucu akıl ilimdir, hallâlül meşâkil/sorunları çözen de ilimdir. Asırlar boyu İslam Devletlerini daim ve kaim kılan Fıkıh, bunun ispatıdır. Bugün de fıkıh hayatın bütün şubelerini İslam’a göre yeniden tayin ve tespite namzettir. Fıkıh dün bunu yaptığı gibi yarın da yapacaktır. İslam siyaset tarihine baktığınız zaman en azametli zamanlar büyük fakihlerin olduğu dönemlerdir. Sorun çözen, ahkâmı istinbat eden akıl fukaha aklıdır.
Ulema her meseleyi çözerken Kitab’ı ve Sünnet’i esas aldı. İsyan şartları oluştuğunda da buna cevaz vermediler. Fitneye mani oldular. Kimseye el de açmadılar. Huzura vardıklarında bir şey kazanmadıkları gibi Sultan’ın “çık dışarı” dediğinde de bir şey kaybetmediler.
Bizim irfan tarihimizde, ilim tarihimizde siyasetçilerin kapılarında kaldırımları yalamak yoktur. Müslüman sadece namazda eğilir.
İmam Malik’in Duruşu
İlimle siyasetin muarefesi inişli, çıkışlıdır. İşte buyrun hadiseye bir de şuradan bakın! Halife Medine’ye geldiği zaman İmam Malik’e, “Üstad hadis okusanız da dinlesek” der, fakat bunu söylerken Efendimiz’in ﷺ meclisinde kurulan hadis halkasında tahtının üzerine oturmuş bir haldedir. İmam Malik’in derste ilk tercih ettiği hadis, “men tevaza’a rafe‘ahullah ve men tekebbere veza‘ahullah”, yani kim ilme karşı tevazu gösterirse Allah onu yüceltir, kim de onunla fahriyet iddiasında bulunur, farklılığını ortaya koyarsa Allah onu yerin dibine geçirir.” Sultan rivayeti dinleyince emreder, tahtı kaldırırlar, ilim talebeleri gibi o da yere oturup hadis-i şerif dinler.
Siyasetle ilmin münasebetinde kurucu akıl ulemadır. İzzet ise ulema ile etle tırnak gibidir. Hani diyorlar ya “Seeltü’l fakra fe eyne ente tukîmu, kale lî fî‘amâimi’lfukahâ/Fakirliğe sordum senin yurdun neresi, nerede ikamet ediyorsun? Dedi ki ben fakihlerin sarıklarındayım, beni orada arayın.”
İmam Malik okuyabilmek için evinin tahtalarını söküp satmıştı. Eğer o zenginlerin konaklarına gidip, onlara yaverlik yapsaydı belki saraylarda lüks bir hayat yaşayacaktı. Lakin ilmi, emanet kabul edip, ne siyasete, ne de servete çiğnetti.
Allah’ın ve Rasûlü’nün buyruklarına uymayan her şeye “La” yani “Hayır” dedi ulema. Onların kırmızı çizgileri, “Allah’a isyan olan yerde insana itaat yoktur.” buyruğuydu. İzz bin Abdisselam gibi zulme meydan okudular, Kemal Paşazade gibi gerektiğinde Yavuz gibi bir devlet adamının yüzüne kapıyı vurup çıktılar. Onun için bu ümmetin bin dört yüz yıllık tarihinin on iki asrına baktığınızda onu ayakta tutan en büyük gücün ulemanın hakkı söyleme ve onu hakim kılma iradesi olduğunu görür. Bu hal, Efendimiz’den ﷺ bugüne kadar bu şekilde tevarüs etmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm bize ulemanın selefi Ashabı Suffe’yi anlatırken “Cahil, onları iffetlerinden dolayı zengin zanneder.” ”(Bakara, 273) buyurur.
İstanbul’un Manevi Fatihi: Akşemseddin
İstanbul’un gerçek fatihi kimdir? sualinin cevabı Akşemseddin Hazretleridir dense sezâdir. Fatih’i, İstanbul’un fethine hazırlayan ve onu teşvik eden O’dur. Fethin merkezinde büyük veli vardır. Malum… İstanbul’un önlerinde başlayan kuşatma Mayıs’ın yirmi dokuzuna kadar devam eder… Savaş meclislerinde Çandarlı’nın geri dönülmesi noktasında Fatih’e ısrarları, diğer paşaların itirazları var… Pek çoğundaki ortak kanaat şuydu;, “Bir aksakallının sözüne bakarak orduyu aldınız, buraya kadar getirdiniz.”. Sultan Fatih, Ahmet Paşa’yı Akşemseddin’e gönderir. Biraz sonra Akşemseddin’den mektup gelir. Mektupta Fatih’e kuşatmanın devam etmesi yönünde teşvikler vardır. Savaş meclisi yine toplanır, yine muhaliflerin itirazları… Fatih tekrar Ahmet Paşa’yı Akşemseddin’e gönderir, cevap gelmeyince bu defa bizzat kendi gider. Fatih’in daraldığı anlar, siyaseten çözemediği müşkiller bunlar… Vüzeraya baksa geri dönecek… Evet, vüzerayı dinliyor, lakin bir yere kadar… Başını secdeden kaldıran Büyük Veli ‘İnşallah sabah ezanı surların içerisinde okunur’ buyurur. Öyle de olur.
Fetihten sonra Akşemseddin Hazretleri İstanbul’dan ayrılır. Fatih gibi bir devlet adamının elinden tutan, siyaset ufuklarında ona yol gösteren Akşemseddin gibi bir ulu hoca “eyvallah” der ve Göynük’e çekilir. İlimle siyaset med-cezir hattında durmuş. İhtiyaç varken meydan yerine koşmuş, sair zamanlarda ise uzak bir yerde durmuş ulema.
Eğer İbn Kemal gibi bir allame olmasaydı Yavuz gibi bir devlet adamı, Ebu Suud gibi bir Şeyhülislam olmasaydı siyaset alanında atılan büyük adımlarda İslam’ın hakimiyeti -belki- bu derece zahir olmayacaktı.
Evvela İffet
Kur’ân-ı Kerîm bize Hz. Yusuf’u anlatırken zindandaki duruşlardan bahseder. Bu duruşlarda ulemanın da nasibi var. Niçin? Çünkü Peygamber ilmi, irfanı temsil ediyor, ilmin de hikmetin de önünü açıyor; Hükümdar, Yusuf (a.s.)’a elçi gönderiyor, elçi onu dışarıya çıkaracak. Elçi geliyor, ona hürriyetin yolunun açıldığını söylüyor, lakin Hz. Yusuf zindandan çıkmıyor; elçiye, “Efendine dön ve sor ona, ‘Ellerini kesen o kadınların zoru neydi?’”(Yusûf, 50). Allah yoluna davet edecek bir velinin, âlimin tertemiz hali millete zahir olmalı. Bunun için Hz. Yusuf millet vicdanında beraatını istiyor. Bu yüzden güzelliği karşısında ellerini kesen kadınlar konuşsun, diyor. Hayatla söz arasında muhkem bir ilişki vardır. Hayatın dili, lisandan daha müessirdir. Bu yüzden kudema “lisân-ı hal, lisân-ı kâlden entâktır.” der.
Hz. Yusuf bu tavrıyla davet adamının iffetiyle temayüz etmesine vurgu yapıyor. İffet, müsellem olunca Hz. Yusuf hükümdarın yanına gidiyor, konuşunca büyüyor, büyüdükçe konuşuyor. Adamlar vardır ki, uzaktan dev görünür, yanına varınca cüce olduğu anlaşılır. Yine insanlar vardır ki uzaktan büyük görünür, yüz yüze gelince daha da büyük oldukları hatta insanlık ehramının zirvesi oldukları anlaşılır. İşte peygamberler bu ikinci gruptandır… Sarayda konuştukça anlaşılan, anlaşıldıkça büyüyendir Hz. Yusuf…
Bugünkü ulema da kudemaya bakmalı, onları anlamalı lakin bugüne konuşmalı. Kur’ân’ın ve Sünnet’in değişmezliğinin ufkunda “ahkam-ı fıkhiyye”yi bugünün sorunlarını çözecek bir nazarla yeniden terkip etmeli ve İslam’ın eşya ve hadiseye hakimiyet yolunun açılması için üzerine düşeni yapmalı.
Said Ramazan el-Buti
Belki bunları yaparken yine gurbet ve yalnızlık ulemanın nasibi olacak. Belki yine çileler, yine tahammülü zor belalara ve sıkıntılara maruz kalacaklar. Lakin yolun sonunda Ebû Hanife gibi, İmam Malik gibi izzet anıtı olup da, doğmak var.
Ümmetin yaşadığı şu krizi çözen kurucu akıl, “Hallâlü’l-Meşâkil” yine ulema olacak… Ne analistler, ne şunlar ne bunlar… Lakin bunun olabilmesi için evvela ilimle birlikte izzeti kuşanmak ve sadece Allah’ın rızasına talip olmak gerek… Tarihe bakın, ilmi izzetle tahsil etmeyen ulema siyasetin oyuncağı olmuş ve miadı dolunca da arşive kaldırılmıştır. Said Ramazan el-Buti ilmin yükselttiği bir adamdı, allameydi, ondan ümmet, hakikate, halidi esaslara dair çok şey öğrendi, biz de öğrendik. Lakin ilmin zirveye çıkardığı bu allame, siyasi yanlışlarından dolayı, gitti bir katilin sarayından yana taraf oldu. Şöyle ya da böyle… En azından tarafsız kalsaydı, belki de Suriye’de bu izmihlal olmayacaktı. Allah-u a’lem… Bu hal ilim adamları için ders olmalı.
Yeniden Diriliş
Hüküm: Muhterem hocam, son olarak, üç asırdır devam eden ilmî, fikrî ve siyasî kriz nasıl ve ne zaman son bulur?
Cevap: Kriz yeniden İslam’a dönerek çözülecektir, bu krizden çıkış kadîm’i reddederek değil, keşf-i kadim ederek olacaktır. “Yeniden dirilişin” esasları, Kapitalizma’da, Sosyalizma’da değil Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün sünnetindedir. Kapitalizmanın cehenneme çevirdiği dünya göstermektedir ki insanlığın aradığı Dünya Cenneti sadece İslam’dadır. Bundan dolayı ulu hocalar, hale çare arayan devlet adamlarına Kitab’a, Sünnet’e ya da Kitab’ın ve Sünnet’in hayata nüfuz ettiği muhteşem zamanlara dönmeyi söyler. Koçi Bey’in risalesinde bunu görürsünüz; O, IV. Murad’a, Yavuz’un ve Fatih’in devrine dönmeyi telkin eder.
Bugün bütün siyaset bilimciler şunu itiraf ediyor ki bu millet üç asırdır siyasi bir kriz içindedir. Nereye gittiyse oralardan çözümsüzlük aldı. Madem ki biz siyasetin merkezinde o en zor coğrafyada şu kadar asır ayakta kaldık, dünyaya hükmettik, zulmün saltanatını yıkıp, adaletin ülkesini inşa ettik. O halde çözüm de çare de bizi merkez yapan o değerlerdedir.
Postmodern Savrulmalar
Neyin Habercisi
Dünyanın bugün geldiği nokta malum… Modern hayatın insanlığı tatmin etmemesinin ardından gelen postmodern savrulmalar esasında hakikate dönme arayışlarıdır. Lakin insanlık izini kaybettiğinden dolayı hakikate yaklaştık zannettikçe ondan uzaklaşıyor. Artık Batı, siyaset üretemiyor, sadece fikir kırıntıları var, o kırıntılarla küllî kaideler, hakikatler izhar etmekten, terkip yapmaktan, sorun çözmekten uzak. Batı’nın daralan, yaşama ümidi kalmayan insanlığa söyleyecek bir çift sözü yok. Sadece eğlence programları, dev statları, disko salonlarıyla sorgulayan zihinlere narkoz veriyor. Bunun sonu ya toptan yok oluş ya da isyandır. Karşımızda müflis bir uygarlık var. Batı, durdukça kokan ölü bir beden gibidir. İslam nizamını çağa hâkim kılma ideali olan müminlerin ilk ameliyesi ise, onu defnedip insanlığa rahat bir nefes aldırmak olacaktır.
Nerede Duruyoruz?!
Hayatın ilim, fikir ve hareket cephesinde mücadele eden müminler Batı’ya yamanma yerine, İslam’a râm olmayı tercih etmeli. Bu; imanlarının gereğidir. Ulema merkeze çekilsin, keşf-i kadîmde bulunsun. Müslümanlar bu iradeyi gösterdikleri gün karşılarında çöken ve adı Batı olan bir uygarlık görecekler adımları doğru bir zeminde atarsak oraya doğru gidiyoruz. Batı, ilklerine kadar bu korkuyu, Müslümanlar da kurtulacaklarına dair umudu yaşıyor. Nerede durduğumuzun ve neye talip olduğumuzun idraki içerisinde olmalıyız. Son bir ay içerisinde yaptığım iki ziyaretimde bir kez daha gördüm ki, Osmanlı madde planında olmasa da, ruh ve mana planında yaşıyor. Sudan, milletini, Osmanlı ruh ve manasıyla döneceği umuduyla, Avusturya’da Osmanlı dönecek korkusuyla bir arada tutuyor.
Beklenen Nizam
Batı’nın siyaset ve fikir mecralarından kan ve gözyaşı akıyor. Artık insanlık yeni bir nizam bekliyor. Âlem-i İslam’da bu özleyiş had safhada. Mağrib’e gidin, Arakan’a gidin insanlar “yeniden İslam, yalnız İslam” diyor. Dünyada bu özlem, bu hasret var. İnsanlığın sorunlarını bizzat bu sorunların müsebbibi olan Batı’nın çöz(e)meyeceği tarihi bir hakikat… Bu noktada devreye girecek ara formüller, yeni arayışlar insanlığın çektiği acıyı artırmaktan başka bir anlam ifade etmeyecek. Batı’nın artık düşüncesi yeni hamurun suyu ya da unu olmaz. Böyle bir terkip ifsattır. Bu ümmetin bin iki yüz yıldır halâsı sadece İslam’la olmuştur ve yine onunla olacaktır. Bu ümmet özüne, esasına döndüğünde yeniden İslam Çağı, yeniden Büyük Doğu Çağı başlayacaktır.
Her şey hazır. Şarktan Garba Bilad-ı İslam emir bekliyor. Bize ise oldurucu adımları atmak düşüyor. Üniversite, medrese, lise, köy, kent topyekûn herkes “Sadece İslam”ın ne olduğunun ve evde, sokakta, çarşıda, devlette nasıl tecelli edeceğinin adımlarını atacak. Lakin bu ameliyenin muvaffakiyet şartı, adımlar İslam’ın hasımlarını müsaade ettiği ölçüde değil, Allah’ın ve Rasûlü’nün emrettiği çapta olmalı.
Hüküm: Size karşı medyanın saldırısının temelinde ne var?
Cevap: Evet… Helaldan ve haramdan bahsedince haramları helal, helalleri haram yapanlar ve bunun üzerinden para kazananların hedefi olursunuz. Faize haram deyince insanlığın alın terini sömüren tefecinin, iffet, tesettür, nikâh deyince de nikâhsız bir hayat yaşayan ahlak yobazlarının saldırısına maruz kalırsınız. Müslüman elbette ki sorunsuz bir hayattan yana tavır alacak lakin küffarın levmetmesinden değil, övmesinden korkacak; Allah’a ve Rasûlü’ne hasım olanlar niçin beni alkışladılar, acaba ben de nifak alameti mi var deyip, titreyecek.
Hüküm: Son olarak neler söylersiniz?
Cevap: Yeni nesil gençlik “Müslümanca Yaşamak” için okuyor, cehdediyor. Müslümanca yaşamak, evde olduğu kadar cemiyette de İslam’la tezâhür etmektir. Biz Kur’ân-ı Kerîm gibi, Buharî-i Şerif’i de, Mirat gibi Hidaye’yi de bu çağın sorunlarını dikkate alan bir nazarla okumalı, her âyet, her hadis ve her satırda insanlığın sorunlarının çözümlerini aramalıyız. İslam’ın devlet ve millet tasavvuru Kur’ân-ı Kerîm, Buharî ve Hidaye okuyan öğrencilerin kaleminden çıkacaktır. İFAM bu noktada, umman kadar büyük olan İslam mirası içerisinde bir damla olabilirse bunu kendisi için büyük bir muvaffakiyet kabul edecektir.
Büyük bir intizarla yürüyoruz; fert ve cemiyet planında bütün insanlığı kurtaracak İslam inkılabını bekliyoruz, özlüyoruz. Olacak, güneş kıyametten önce bir daha doğacak.
Hüküm: Bu keyif veren söyleşiden dolayı teşekkür ediyorum.
Cevap: Ben teşekkür ederim. Allah Azze ve Celle’ye emanet olunuz.