Ümmeti, Putperestliğin Da’vetçilerinden Sakındırmak
(Yazıda geçen Dârimî Dârimî el-Secezî dir)
Beni, ne şeytânın boynuzunun doğduğu yerdeki şu âlim olmadığı halde âlimlik taslayan kişinin yerden bitmesi, ne Müseyleme ile olan bağı, ne peşinden gidilen (müctehid) imâmlardan -Allah celle celâlühû onlardan râzı olsun- birinin tâbi’lerinden olduğunu göstererek Ezher’liler arasında gizlenmesi, ne de perdesi yırtılıp işi ortaya çıktıktan sonra, İslâm’ın bağlandığı son yerin şerefini korumak için Ezher-i şerîften tard edilmesi ve kovulması ile alâkalı olan işi üzmemektedir. Çünki bunlar, üzerinde perde olmayan âşikâr işlerdir. Hatta bunları, bu memleketin ve sâir mıntıkaların ahâlisinin çoğu bilmektedir.
Beni ve gayreti çok olan her Müslümanı, sadece ve sadece, onun gibi birisinin, ‘Selef-i Sâlihîn’in mezhebine da’vet etmek’ manzarası ile Müslümanların umûmundan temiz kalbli kimselerin arasında gözükmesi ve onların arasında öldürücü zehirini Sünnet ismiyle yayıp da, memleketin ve İslâm’ın ismini kötüye çıkarması üzmektedir.
İşte bu yüzden, şu yanında olmayan ile iftihâr eden[1] birikmiş kum yığınını (Kasîmî’yi), Müslümanların arasında fesâd yaymaya bırakmayacak ve en sağlam bir iple, putperestlikte tamamlanan inancını gizlemek için, bahsimizin mevzû’unu, onunla alâkası olmayan boş serseriliklere genişletmesine müsaade etmeyeceğiz. Aksine, her ne zaman kurtulmaya teşebbüs ederse, onu kulağından tutacak, da’vet etmiş olduğu açık sapıklık mevzû’una çevirecek ve sadece da’veti etrâfında konuşmaya onu mecbûr bırakacağız.
Sen, ey Ümmeti alenen ve âşikâr olarak cemâatinin sadece bir ay önce bastığı, imâmın olan Dârimî’nin[2] kitâbındaki ve Ahmed İbnu Hanbel’in oğlu Abdullah’ın kitâbı olduğunu ikrâr ettiğiniz “Kitâbu’s-Sünne”deki(akîde)lere çağıran da’vetçi!.. Ben seni, tevbe edene, hakka dönene ve bu iki kitâbdaki putperestlik desîselerin-den ve dinden çıkaran açık küfürden uzak olduğunu ortaya koyuncaya kadar, bu iki kitâbda bulunan câhillikler ve ahmak putperestliklerle Müslümanları kandırmaya bırakmayacağım.
Ben, geçmiş bir makâlemde, üzerlerine hiçbir ta’lik[3] yapmadan Dârimî’nin kitâbındaki küfür sözlerinden bir tomar zikretmiştim. Bugün ise onlardan teker teker bahsedeceğim. Tâ ki, sözün sırası zikri geçen Kitâbu’s-Sünne’dekilere gelsin. O zaman inşâellah cumhûrun ikna olmasına kadar konuşacağım.
Yardımcılarının mecmû’asında meydan okuduğun makâlende, Dârimî’nin bu kitâbında bulunanları mahza[4] Sünnet’ten saymaktasın.
Kitâbın başında da İbnu Teymiyye’nin bunu cidden beğendiği ve şiddetli bir şekilde tavsiye ettiği geçmektedir. İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye hakkında da aynı şeyleri söylemektesiniz.
O takdîrde, zikri geçen kitâbın mes’eleleri için söylenen söz, kendi i’tirâfınızla senin, sünnetinin yardımcılarının, Harran’lı Şeyh(İbnu Teymiyye) nin ve talebesi İbnu Zefîl(İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye’)nin hakkında bir söz olmaktadır. Bu, cevâbın mesâfesini kısaltmakta ve inancınızın îzâhı husûsunda kesin bir netîceye ulaşmayı kolaylaştırmaktadır.
[Bir] Dârimî’yi yakaladığım ilk kelimeler, kitâbının dördüncü sayfasında hasımlarını,
‘Vâhid’inin/Bir’inin mekânını -ki Allah sübhânehû ve teâlâ’yı kasdetmektedir- bilmemek’ ile ayıplamasıdır.
Bu, o kimse tarafından kitâbda defalarca tekrarlanmaktadır. Dolayısıyla onun i’tikâdı, bir mekânın Allah’ı içinde bulundurduğu, bir sathın, bir yerin onu taşıdığı şeklinde olmaktadır.
Bu da tecsîm[5] ile hükmetmektir. Kim de Allah sübhânehû ve teâlâ’yı bir mekânda yer tutmuş sayarsa, o bir putperesttir, Müslümanların cemâatinden çıkmıştır. Nitekim akâid imâmlarından birçoğu bunu açıkça ifâde etmişlerdir. Allah celle celâlühû iftirâcıların iftirâsından çok yücedir.
[İki] O sözlerden biri de yirminci sayfadaki şu sözüdür:
“… Hayy ve Kayyûm (olan Allah sübhânehû ve teâlâ) dilediğini yapar, dilediği zaman hareket eder, dilediği zaman iner ve yükselir; dilediği zaman da (ellerini) çeker ve uzatır, kalkar ve oturur. Çünki diriyle ölü arasındaki alâmet hareket etmektir. Her bir diri mutlaka hareket eder. Her ölü çâresiz hareketsizdir.”
Dârimî’nin sözünün ibâresi budur ve söz kitâbında tekrârlan-maktadır. O halde bu hüsrana uğrayan kimsenin ibâdet ettiği, ayağa kalkmakta, oturmakta ve hareket etmektedir. Belki de bu i’tikâdı, şu Siczî,[6] komşuları olan sığıra ibâdet eden kimselerden miras almıştır.
Kim ki, âlemlerin ilâhı hakkında böyle inanırsa, söz birliği ile kâfir olur. O hâlde yazıklar olsun, namazda böyle bir kimseye uyana, yâhud onunla nikâhlanana!.. Öyleyse, bu kitâba râzı olan ve onu şiddetle vasiyet eden, yâhud içindekilere da’vet etmek için onu basanın hâli ne olur? Sizin (insanları) da’vet ettiğiniz tevhîdiniz işte budur. Üstâz Mensûrî’nin, bu i’tikâdla gönlü hoş olsun, sevinsin. O Protestanların râzı olacağı bir tevhîd arıyordu. (İşte buldu; yumulsun!..)
[Üç] Onlardan biri de yirmi üçüncü sayfadaki şu sözüdür:
“Allah teâlâ’nın bir haddi vardır.. Mekânının da bir haddi vardır. O semâvâtının üstünde olduğu halde arşının üstündedir. İşte bu ikisi iki haddir. Herkes Allah’ı ve mekânını Cehmiyye’den daha iyi bilir…”
Bu söz, sâhibini, mücessime olmaktan uzak olduğunu söylemeye mecâl bırakmayacak bir sözdür. Allah celle celâlühû’ya cisim isnâd etmek, putperestlikten başka bir şey değildir.
Yazıklar olsun o kimseye ki, ibâdet ettiği varlığı işte bu şekilde arşın ve kulaçla ölçmeye kalkar.
Onlar, istivâ âyetine nasıl tutunmuş olabilirler?!.. Halbuki lugatta, istivânın bir çok ma’nâsı vardır ve Arşın da bir takım ma’nâları vardır. Ehl-i Hakk olan Ehl-i Sünnet’in icmâı ile Allah Teâlâ’ya nisbet edilecek olanda yerleşmek, yer tutmak, ayakta olup da oturmak, yatıp da oturmak ve binmek ma’nâları yoktur. Aksine âyetin hükmü, ‘tenzîhle[7] beraber tefvîd’[8] veya ‘mülk’, ‘mülkü kendine seçmek, tercîh etmek’, ‘emir ve nehiy vermeye başlamak’ gibi, lugatın ve karşılıklı konuşma dilinin gereğince -yerinde açıklanmış olan- bunların benzeri ma’nâlara yormaktır. Allah teâlâ için, ‘hareket’, ‘oturmak’ ve ‘sınırlar’ bulunduğunu söylemek, hakkında iki keçinin birbirini süsmeyeceği ve yine hakkında iki Müslümanın çekişmeyeceği hususlardandır.
[Dört] Onlardan biri de yirmi beşinci sayfadaki Âdem aleyhisselâm hakkındaki şu sözüdür:
“Adem aleyhisselâm’ı, (O’na) dokunarak eliyle yaratmıştır.”
Bu da kitâbda tekrâr eder. Sen onu, Allah Teâlâ’nın Âdem aleyhisselâm’ı yaratmasını, organ yardımıyla toprak kullanılmasına yorarken görürsün. Bu, (kişiyi) rezîl edecek bir dil bilmemek ve açık bir küfürdür. Allah teâlâ’nın Adem aleyhisselâm’ı iki eliyle yaratmasının ma’nâsı, husûsî bir inâyeti demektir. Arab dilinde, (يداك اوكتا)/‘iki elin (ahdi, anlaşmayı) sağlamlaştırdı ve bağladı’ (ifâdesi) vardır. Bunu Allah teâlâ’nın ‘Allah celle celâlühû’nun katında ‘Îsâ aleyhisselâm’ın meseli, Âdem aleyhisselâm’in meseli gibidir; onu topraktan yarattı; sonra da ona ol dedi, o da olur’[9] âyeti doğrulamaktadır.
[Beş] Onlardan biri de, yetmiş dördüncü sayfadaki şu sözüdür:
“Şübhesiz ki O, kürsünün üzerine oturur, O’ndan dört parmaktan fazla bir yer artmaz…”
Bak şu akılsız ahmağa!.. Nasıl da, Allah sübhânehû ve teâlâ için, Kürsî’nin üstünde oturmak olduğunu ve Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem’i oturtmak için bir yanında da bir yer bıraktığını söylüyor?!.. Nitekim bu, mübtezel Barbahârîlerin mezhebidir. “Kuûd”/oturmak, dilcilerin örfünde bacağı kıvırıp, kabaları yere koymak demektir. Şunların Allah teâlâ ve Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem hakkındaki îmânları işte böyle oluyor. Bu o sünnettir ki, ondan uzak olanlar onlara göre İslâm’ın düşmanı oluyor. Allah kahretsin onları, Allah’a karşı ne şaşırtıcı bir cesâret sâhibidirler!..
[Altı] Onlardan biri de, seksen beşinci sayfadaki şu sözleridir:
“Şâyet dilese elbette bir sineğin sırtına oturur ve kudretiyle ve Rablığının lütfuyla o sinek onu yüklenir ve taşırdı. Ya bu, büyük arşın üzerinde olursa, ne olur?!.”
Allah sübhânehû ve teâlâ hakkındaki sözü işte budur. Sanki, ma’bûdunun sineğin sırtına oturması olmuş bitmiş ve kabûl görmüş bir iş de bununla, Allah teâlâ’nın, sineğin sırtından daha geniş olan Arşın üzerinde karar kılmasına delîl ileri sürüyor! Allah celle celâlühû bundan çok büyük bir yücelik ile yücedir. Bu Siczî’den, Harrânlı’dan ve bu ikisinin yandaşlarından evvel, insanlardan, böylesi boş ve akılsızca bir söz söyleyen bir kimseyi bilmiyorum. (Allah celle celâlühû’nun) dileme(si)nin muhâle[10] tealluk etmeyeceğini kim bilmez?!.. Bu, “dilerse, elbette yer, içer, evlenir, kendi gibisini yaratır” ve başka imkânı olmayan şeylerin söylenmesi gibidir. Allah celle celâlühû bunların hepsinden yücedir. Allah sübhânehu ve teâla büyük üstâz allâme Hammâmî’yi mükâfatlandırsın. Ğavsü’l-‘İbâd isimli kitâbında, bu kelimeye, gizli yanlarını açığa çıkaran geniş bir îzâh düşmüştür ki, burası onu nakletmeye müsâid değildir. O yüzden işâretle yetindik. Onda, kalbler için şifâ vardır.
İnancını insanların kalemleriyle savunan ve insanların beyniyle düşünen bu boş davuldan öteden beri hep taaccüb ede gelmişimdir. Öyle ki, Allah Teâlâ’nın ‘hiç şübhe yoktur ki Allah herhangi bir şeyi, sineği ve (küçüklükte) onun üstündeki bir şeyi mesel vermekten hayâ etmez’[11] âyeti ile delîl getirerek, şu şen’î kelimeyi te’vîle kalkışmış ve miskîn darb-ı meselin ma’nâsının ne olduğunu bilmemiştir. Çünki onun belâğati, ona bir mevhîbedir; bu yüzden kitâblarla işi yoktur. Allah Teâlâ’nın ‘Allah için meseller de vermeyin’[12] âyetini hatırlamamıştır. Hattâ bu âyet, ‘Allah sübhânehû ve teâlâ için yarattıklarının hakkında mesellerden dilediğini verme hakkının olduğu’ manasınadır; ‘şânının, sineğin O’nu sırtında taşıyacağı bir hadde kadar küçültülmesinin mübâh kılınması’ ma’nâsında değil. Bu öyle bir cinnet getirmektir ki, üzerinde hiçbir cinnet getirmek yoktur. Allah, şunların (O’nu) vasfettiklerinden çok büyüktür. Kahrolsun kendisi için sineğin taşıdığı bir ma’bûd tasavvur eden. Onun gibisi, muhâtab alınmaktan düşen birisi olur.
[Yedi] Onlardan birisi yüzüncü sayfadaki şu sözüdür:
“Dağın başı göklere dibinden daha yakındır. Minârenin başı Allah’a dibinden daha yakındır…”
Bu sözü, O’nun dağların başından, minârelerden ve gözetleme yerlerinden ma’bûdunu gözlediğini göstermektedir. Nitekim bu ecrâm-i ulviyyeye[13] ibâdet eden Harrân Sâbiîlerinin yaptığı bir iştir. Müslümânlara gelince.. Onlar, Allah sübhânehû ve teâlâ’nın mekândan münezzeh olduğuna, mekânların O’na nisbetinin bir/ayni olduğuna, O’na yakınlığın mesâfe ile olmadığına ve O’na uzaklığın da yine mesâfe ile olmadığına inanırlar. Allah teâlâ, ‘secde et ve yaklaş’[14] buyurmuştur. Resûl salavâtüllâhi aleyhi de ‘kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde ettiği ândır’ buyurmuştur. Bu hadîsi, Nesâî ve başkaları rivâyet etmiştir.
Halbuki bu hüsrâna uğrayan adam ve taraftarları, ‘aksine, dağ başına çık, gözetleme kulesinin üstüne yüksel ve ma’bûda yaklaş’ diyorlar. Bundan öte bir küfür mü olur?!.. Miskîn bir yerde de, metin ve sened bakımından muztarib olmasına rağmen ‘eynellâh’/‘Allah nerededir?’ hadîsinden söz ediyor. Bununla beraber, ‘eyne’/‘nerede?’ kelimesi bazen ‘mekân’, bazen de ‘mekânet’/‘rütbe’ için bir suâl olur. Buna göre hadîsin ma’nâsı ‘sence Allah’ın makam ve rütbesi nedir?’ demek olur. Nitekim bunun tafsîlâtını Ebû Bekr İbnü’l-Arabî’nin Ârıdatü’l-Ahvezî’sinde bulacaksın. Arablar arasında ‘fülânın mekânı semâdadır’ sözü bilinen bir sözdür. (Bununla), aslâ ne semâyı ve ne de orada yer tutmayı düşünmeden, o kişinin şânının yüceliğini kasd ederler. Benî Ca’d’ın Nâbiğa’sı radıyellâhu anhu’nun (aşağıdaki) sözü bu kabîldendir:
Semâya ulaştık, büyüklüğümüz, şerefimiz ve tâlihlerimiz… (göklere vardı)…
Şübhe yoktur ki biz, elbette, bunun üstünde bir mazhar istiyoruz..[15]
Ben, şu (zihinleri) iğfâl edilen kimselere, -dağ başında bulunanın Allah’a yakın olması hakkındaki- sözlerini medreselerdeki küçük talebelere işittirmemelerini tavsiye ediyorum. Yoksa onları ağızlarının dolusunca bu söze ve onu söyleyenlere güldüreceklerdir.[16] Çünki aralarında yeryüzünün yuvarlak olduğunu bilmeyen bulunmayacaktır. Bu kıt’adaki dağın tepesinde bulunan adamın başının tarafı, meselâ Amerika’daki dağın tepesinde duran adamın başının tarafına ters düşecektir. Yeryüzünün yuvarlak oluşu, -münâkaşa kabûl etmeyen bir fennî sâbit oluşu bir yana- İbnü Hazm’ın, el-Fısal’de de anlattığı gibi, Kitâb ve Sünnet ile sâbittir.
[Sekiz] Onlardan biri de “ellerimizdeki Kur’ân Allah sübhâ-nehû’nun yaptığı şeylerdendir; o yüzden yaratılandır” diyene cevâb sadedinde söylemiş olduğu yüz yirmi birinci sayfadaki şu sözüdür:
‘Biz Allah’ın yaptığı ve var ettiği her şeyin yaratılan bir şey olduğunu kabûl etmiyoruz. İcmâ’ ve ittifak etmişizdir ki, hareket, inmek, yürümek, koşmak, arşın üzerine ve semâya istivâ kadîmdir.’
Müellif (Dârimî), bütün bunların Allah sübhânehû ile beraber vâr olduğuna inanmaktadır. Arşın üstünde istivâ etmenin kaçınılmaz bir netîcesi olarak Arş da kadîm olmaktadır. Hareketin ve yürümenin kadîm olduğunu düşün(ebil)mek şu önderlerin akıllarının şânıdır!!.. Kim böylesi bir açık putperestlik inancına sâhib ise, onun, yeryüzünde bozgun çıkarmaya, müslümanlara imâmlık yapmaya ve onlarla nikâhlanmaya bırakılması doğru olmaz.
Kim bu kepâze înancın rezîlliklerini geniş bir şekilde bilmek isterse, İbnü’l-Cevzî’nin ‘Def’u Şübehi’t-Teşbîh’ini, Takıyy el-Hısnî’nin ‘Def’u’ş-Şübeh’ini, Takıyy es-Sübkî’nin, İbnü’l-Kayyim’in Nû-niyye’sine reddiye yazdığı ‘es-Seyfu’s-Sakîl fî’r-Reddi Alâ İbni’z-Zefîl’ kitabını, zikri geçen reddiyeye yazdığımız Tekmile’yi ve İmâm Beyhakî’nin ‘el-Esmâ ve’s-Sıfât’ını okusun. El-Esmâ ve’s-Sıfât yeniden bir daha basıldı. Kim bu kitâbı güzel mütâlaa ederse, ona şu mücessimenin husûsıyyetlerinden hiçbir gizli şey gizli kalmaz ve vazîfesini da’vetçilerine karşı yerine getirir.
İçinde Ezher-i şerîf’in bulunduğu bir beldede, Dârimî’nin kitâbını neşreden ve peşine takılan gibilerin açıkça “Allah’ın hareket ettiği, yürüdüğü, ayağa kalktığı ve bir kadîm yere oturduğu” inancına da’vet etmeye cesâret etmeleri ğarîb bir gayrettir. Âlemlerin ilâhı bu putperestliklerden yücedir. Bu kitâbın nâşiri, Müslümanların, namazlarında imâmlığını, hatîbliğini ve vaaz etmek vazîfesini üstlenmektedir. Bu aklı kıt adamın ve kandırdıklarının böyle bir vakitteki, en zararlı kitâblarından olan bir kitâbı basmak ve cumhûrun arasında neşretmek vaktindeki şamataları, ancak, sâdık azîmetlerin, gayretlerin sâhiblerini, şu kepâzelik, sözü geçen kitâbın neşri kepâzeliği üzerine yazılar yazmaktan çevirmek içindir. Yoksa onun gibi birisinin hezeyânına hiç aldırmaz, aksine onu dilediği saçmalamaları yapmaya terkederdim. Nice defa söylemişimdir: ‘Hakâret, âcizin gayreti, acâizin[17]hüccetidir.’ İbret alınacak nokta, -anlattığımız gibi- ilk putperestlik da’vetçilerinin Ümmet’e şirke girme iftirâsını atmış olmalarıdır.
Umulur ki Ezher-i şerîf, Dârimî’nin Kitâbı’na karşı, cumhûrun, inancını korumak hırsı gereği ve şu kitâbı yayanları hududlarında durdurmak için, üzerine düşen vazîfeyi yerine getirmekten geri kalmaz.
* Makâlatü’l-Kevserî (301)
Köşeli olsun olmasın parantezler arasındaki rakam ve sayılar ile koyulaştırmalar, anlaşılma kolaylığı için tarafımızdan konulmuştur. (Mütercim)
[1] Câhilliğine rağmen âlimlik taslayan.
[2] Buradaki Dârimî, meşhûr Sünen sâhibi Dârimî değildir.
[3] Ta’lik: Söz ilâve etmeden, haklarında konuşmadan.
[4] Mahza: Süzme ve katıksız
[5] Tecsîm: Allah celle celâlühû’ya cisim yakıştırmak.
[6] Siczî: Sicz isimli yere mensûb kimse (Buhârî gibi).
[7] Tenzîh: Yani Allah celle celâlühû’yu, O’na yakışmayacak şeylerden uzak görmek.
[8] Tefvîd: İşin hakîkatini Allah celle celâlühû’ya bırakmak.
[9] Sûre-i Âl-i ‘İmrân:59
[10] Muhâl: Olması imkânsız olan
[11] Bakara:26
[12] Nahl:74
[13] Yükseklerdeki gök cisimlerine
[14] Sûre-i Alak:19
[15] Nâbiğa radıyellâhu anhu şöyle dedi: Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’e vardım ve şu beytleri okudum… (Yukarıdaki beytin de içinde bulunduğu beytleri okudu.) Bunun üzerine Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ‘nereye?’ buyurdu. Ben de, ‘cennet’e’ dedim. O da ‘inşâellâh’ buyurdu. Ben şu beytleri de okuyunca Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem Allah celle celâlühû dişlerini kırmasın, sökmesin, buyurdu. Râvî, ‘(Nâbiğa) insanların en güzel dişli olanı idi; dişi düştüğü zaman yerine bir başkası biterdi’ dedi. [Hârisî, İbnu Hacer el-Askalanî, el-Metâlibu’l-Âliyye:4/100, H:4065, Heysemî, Muhtasaru İthâfi’s-Sâdeti’l-Mehâreh, zayıf bir isnâd ile:8/328,]
Burada geçen [عَلَوْنَا السَّمَاءَ مَجْدُنَا وَ جُدُودُنَا وَاِنَّا لَنَبْغِى فَوْقَ ذَالِكَ مَظْهَرًا] beyit, ulaştığımız başka değişik tefsîr ve hadîs kaynaklarında,
[بَلَغْنَاالسَّمَاءَ مَجْدُنَا وَ جُدُودُنَا وَاِنَّا لَنَبْغِى فَوْقَ ذَالِكَ مَظْهَرًا], yani (عَلَوْنَا) yerine (بَلَغْنا) şeklinde geçmekte ise de, şâhid getirme noktası yanıyla farketmez; birisi ‘yükseldik’ diğeri de ‘ulaştık’ demek olduğundan aynı ma’nâyı ifâde ederler. Belki böyle bir rivâyeti de mevcûddur. Yine bazılarında da [بلغنا السماء مجدنا و جدودنا وانا لَنَرْجُو فوق ذالك مظهرا], yani (لَنَبْغِى) yerine, (لَنَرْجُو)bulunmaktadır ki, bunlar da aynı ma’nâdadırlar. Keşşâf’ın beyitlerinin şârihi(مَجْدُنَاوَجُدُودُنَا) kelimelerinin iki mef’ûl olduğunu söylüyorsa da bu bizce yanlıştır ve ma’nâya uymaz. Nâbiğa radıyellâhu anhu -Allahu a’lem- ‘maddî ve fizîkî olarak değil de, büyüklükleri, şerefleri ve nasîbleri bakımından göklere yükseldiklerini, çok yükseklere çıktıklarını’ anlatmak istiyor.
[16] Koca üstâdımızın affına sığınarak, O’nun şu ifâdelerine katılamayacağızı ifâde etmek istiyoruz; çok yanılıyor; çünki, bu dünyada, sığırlara tâpınan yüz milyonlar var; şübhesi olmasın ki, şu maskara edici söz de nice müşteriler bulacaktır ve nitekim bulmaktadır…
[17] Acâiz: Kocakarılar
Muhammed Zahid Kevseri
Kaynak: http://www.gurabamecmuasi.com/Dergi/index.php/13-sayi/120-ummeti-putperestligin-davetcilerinden-sakindirmak.html