Muzaffer Özak ve Ömer Tuğrul İnançer’in Muâviye (Radıyallâhu Anh) Hakkındaki İddiaları
Muzaffer Özak ve Ömer Tuğrul İnançer’in Muâviye (Radıyallâhu Anh) Hakkındaki İddiaları
Tahkikten uzak bakış açısı tarîkatları; Hazreti Ebûbekir’den (Radıyallâhu Anh) ve Hazreti Ali’den (Radıyallâhu Anh) gelen tarîkatlar şeklinde iki ayırsa da tahkikat bunun aksini söyler. Silsileleri incelediğimizde karşımıza, Sahâbe-i Kirâm’dan (Rıdvânullâhi Te‘âlâ Aleyhim Ecma‘în) diğer zatlara nispet edilen tarîkatların da varlığı ortaya çıkar.[5] Bu Bekrî-Alevî ayrımının bazı cehrî tarîkatlarda neşve-i aleviyye tesiriyle Alevî-Şiî kırılmalara sebep olduğu belirtilir. Vakıaya bakıldığında bu tespitte haklılık payı olduğu söylenebilir. Bundan elbette ki Nakşibendiyye tarîkatının Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) ve ehl-i beyte muhabbet konusunda nakıs olduğu anlaşılmamalıdır. Zira tahkikattan uzak bakış açısının atladığı noktalardan birisi de bir koldan Hazreti Ebûbekir’e (Radıyallâhu Anh) nispet edilen Nakşibendiyye’nin, diğer iki koldan Hazreti Ali’ye (Radıyallâhu Anh) ulaştığı bilgisidir.[6] Dolayısıyla problemin kaynağı, manevî nesebin mahreci değil; tarihî ve ilmî verilere tahkik nazarıyla bakmamak veya bu nazarı sağlayabilecek ilmî birikim ve derinliğe sahip olmamaktır. Dolayısıyla Cehrî tarîkatlarda daha çok ortaya çıktığına şahit olduğumuz bu kırılmanın sebeplerini bazı zümre ve kişilere bağlamak da sorunun tespiti konusunda doğru bir saptama olmaz. Zira bu kırılma, Ahbaş cemaati gibi bir başka sûfî cemaatte de görülebilmektedir.
Cehrî tarîkatlarda –genel olarak- tarîkat hilâfeti için ilim icâzeti şartı yoktur. İlim icâzetine sahip olan zatlar, medreselerde usûl ilimlerini okuyarak ve kelâmî eserlere vukufiyetle yetiştiklerinden tahkik melekesine de sahip olurlar. Bu tür kırılmalara engel olacak aslî ölçü de bu tahkik anlayışı ve usûl bilgisinden başkası değildir. Özellikle Hâlidiyye’de bulunan, halîfenin ilim icâzetine sahip olma şartı, halîfelerin birçok konuda hatadan muhafazasını sağlayan bir şarttır.
Cerrâhîler çok dillendirmeseler de Hazreti Muâviye’ye (Radıyallâhu Anh) karşı olan tavırları en azından onlara yakın olanların pek de yabancı olmadıkları bir tavırdır. Bu tavrın ne zaman ortaya çıktığına dair bir soruşturma yapıldığında karşımıza, merhum Muzaffer Özak Efendi’nin ismi çıkar. Son günlerde özellikle sosyal medyada yer alan radyo programı kaydı sebebiyle Tuğrul Efendi’nin ismi öne çıktıysa da merhum Muzaffer Efendi’nin internette mevcut bulunan 1984 senesine ait ses kaydı,[7] bu tavrın gelişim süreci hakkında ipuçları vermekte olan mühim bir unsurdur.
Şemseddin Yeşil’in Muhtemel Etkisi
İşbu kırılmada Merhum Şemseddin Yeşil isminin tesirinden bahsedebilmek mümkün görünmektedir. Seyyid olan ve Hazreti Ali’nin (Radıyallâhu Anh) hakkını müdafaa ve ehl-i beyte muhabbet hissiyatı gerekçesiyle Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) aleyhinde vaaz ve hutbeler verdiği belirtilen Merhum Şemseddin Yeşil’in[8] vaizlik vesikası bu tavrı sebebiyle dönemin Diyanet Reisi Ahmed Hamdi Akseki’nin talimatıyla İstanbul müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen tarafından iptal edilir. Ömer Nasuhi Efendi (Rahmetullâhi Aleyh) bununla da kalmaz, onun serdettiği şüpheleri cevaplandırmak gayesiyle, “Ashâb-ı Kirâm Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları/Hazreti Muâviye Hakkındaki Suallere Cevaplar” adlı eserini kaleme alır. Merhum Şemseddin Yeşil aynı tavrını vaizlikten ayrıldıktan sonra devam ettiği imamlık vazifesi döneminde de sürdürünce, Şiî propagandası yaptığı iddiasıyla ilerleyen yıllarda imamlık vazifesinden de uzaklaştırılır. Görgü şahitlerinin anlattığına göre Merhum Şemseddin Yeşil âhir ömründe bu görüşlerinden nedametle tevbe edip ehl-i sünnet ulemanın görüşlerine rücu etmiştir.[9]
Merhum Şemseddin Yeşil tevbe ile görüşlerinden rücu etmişse, onun döndüğü görüşlerinin yer aldığı kitaplarının hâlâ onun ismiyle ve onun toplum nezdindeki itibarı üzerinden pazarlanması bir başka ciddi sorun olarak karşımızda durmaktadır. Merhum Şemseddin Yeşil’in varislerinin ve üzerinde hakkı-hukuku bulunanların bu konuda mesuliyetleri bulunduğunu hatırlatmakta da fayda vardır.
Merhum Şemseddin Yeşil, büyük sahaflardandır; imamlıktan ayrıldıktan sonra geçimini, telifleri ve Bayezid’deki sahaf dükkânından elde ettiği gelirle sağlamaya devam eder. Merhum Muzaffer Efendi de aynı dönemde Bayezid Camii müezzinidir ve o da sahaflardandır. Aralarında, talebelik yıllarına dayanan sıkı bir dostluk söz konusudur. Merhum Muzaffer Efendi’nin, Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) ile ilgili yaşadığı kırılmada, Yeşil’le olan sohbet dostluğu, etkileşim ihtimalini doğurmaktadır. Merhum Muzaffer Efendi’nin –ilgili sohbetten de dinleyebileceğiniz- görüşleri tarîkat içerisinde Tuğrul Efendi’nin devrine yani günümüze kadar böylece gelmiş olmalıdır. Tarîkatın daha önceki meşâyıhının aynı kanaate sahip olup olmadığı hususu bizlere açık değildir.
İddialar Yeni Değil
Her şeyden önce, kısa bir şekilde cevaplandırmaya niyetlendiğimiz iddiaların yeni iddialar olmadığını, ulema tarafından geçmişte defaatle cevaplandırılmış iddialar olduğunu hatta konuyla ilgili müstakil eserler kaleme alındığını belirterek başlamış olalım.
1- Bekrî-Alevî Tarîkat Ayrımının Bu Konuda Etkili Olduğu İddiası
Merhum Muzaffer Efendi’nin ilgili sohbetinin başında, muhatabı olan şahıs tarîkatların, Hazreti Ebûbekir (Radıyallâhu Anh) ve Hazreti Ali’ye (Radıyallâhu Anh) nispetle iki farklı koldan geldiğini, Hazreti Ebûbekir’in (Radıyallâhu Anh) bulunduğu koldan gelen tarîkatların müntesiplerinin, Hazreti Muâviye’yi (Radıyallâhu Anh) ictihadında hata etmiş olarak gördüklerini, Hazreti Ali’nin (Radıyallâhu Anh) bulunduğu koldan gelenlerinse gerek ona gerekse de ehl-i beyte bağlılık hassasiyeti iddiasıyla Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) aleyhinde tavır geliştirdiklerini belirtiyor. Bunun doğru olmadığına makalemizin girişinde temas etmiştik. O açıklamayla iktifayı uygun görüyoruz.
2- Hazreti Muâviye’nin İlmî Birikiminin, Müctehid-Fakih Seviyesinde Olmadığı İddiası
Cemel vakasında Hazreti Âişe, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr (Radıyallâhu Anhum) gibi sahâbîleri tebriye ettikten sonra sözü Sıffin’e getiren merhum Muzaffer Efendi ve Tuğrul Efendiler, Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) müctehid olmadığını ve Hazreti Ali’ye (Radıyallâhu Anh) karşı tavrının isyandan başka bir şey olmadığını savunuyorlar.
Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) fazîletine dair, hadîs musannefâtımızda pek çok hadîs-i şerîf kayıtlıdır. Abdullah ibni Abbas (Radıyallâhu Anhumâ) gibi sahâbîler de onun iyi bir fakih olduğu konusunda şahitlikte bulunmuşlar, fakihlerimiz de Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) açıklamalarla beraber naklettiği rivâyetlerdeki fıkhî açıklama ve istidlâllerini dikkate almışlardır. Ehl-i sünnet usûl âlimleri de Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) tavrının ictihada dayalı olduğu yönünde kanaat serdetmişlerdir. Kadîm akâid metinlerinde yer alan ilgili maddeler/pasajlar ve müteahhir dönemde kaleme alınmış olan akâid-kelâm kitaplarımızda da bu konu hep aynı şekilde kaydedilmiştir.
Tuğrul Efendi konuşmasının bir bölümünde Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) yaklaşımının “siyasî ictihad” olarak değerlendirilebileceğine yönelik bir kapı da açmış bulunuyor. Görüş ayrılığının; Hazreti Osman’ın (Radıyallâhu Anh) katillerinin soruşturma ve kovuşturma takibiyle birlikte muhakemelerinin öncelenmesi veya evvela iç güvenliğin sağlanması şeklindeki iki farklı düşünceden kaynaklandığını belirtiyor. Hatta bir yerde: “Hazreti Âişe de Hazreti Ali’nin ictihadının doğruluğuna kani idi fakat bunun sorunu çözmeyeceğini düşündüğünden konuyu güneyden (Basra’dan) halletmek istedi” diyerek Hazreti Âişe (Radıyallâhu Anhâ) validemizin de Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) gibi düşünenlerden olduğunu zımnen ifade ediyor. Buna rağmen ilginç bir şekilde, Hazreti Âişe (Radıyallâhu Anhâ) ile Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) aynı tarafta olduğunu söyleyenlere hakaret ediyor.
Adaletten oldukça uzak görünen bu tavırdan anlaşılan tek şey; sözünü ettiğimiz ihtilâfın rezervli bir şekilde, peşin bir Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) aleyhtarlığıyla değerlendirilmiş olmasıdır.
Kısas Talebi ve Akrabalık
Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) tavrında, Hazreti Osman’ın (Radıyallâhu Anh) akrabası olmasının tesirinden de bahsediyor iddia sahipleri. Bu hakikatin dillendirilmesine rağmen rezervli bakış açılarının iddia sahiplerini adaletten uzaklaştırarak, yalnızca iktidarı ele geçirme bahanesi şeklinde bir değerlendirmeye götürdüğü anlaşılıyor ki, bazı noktalarda gördüğümüz insaflı yaklaşımın kendini burada göstermemesi son derece üzücü bir durum oluyor. Sonuç olarak Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) kısas talebinde kudretli valilerden bir akraba olarak hak sahibidir ve bunu tespit edebilmek hiç de zor değildir.
Anlaşılması Güç Bir Söylem
Tuğrul Efendi, bahis mevzuu yaptığımız “kısas talebi” konusunda Hazreti Ali’nin (Radıyallâhu Anh) haklılığını izah ederken Hazreti Osman’ın (Radıyallâhu Anh), Hazreti Ömer’in (Radıyallâhu Anh) şehadetine sebep olanları kısas edip etmediğini sual ederek dikkatleri topladıktan sonra, önce soruşturma ve kovuşturma yerine sükûneti sağlamayı tercih ettiğini, bunun tesisinin ardından kısas ettiğini söylüyor ki, bu durum tarihî açıdan doğruyu yansıtmamaktadır. Zira Hazreti Ömer’in (Radıyallâhu Anh) şehadetine sebep olan şahıs gerçekleştirdiği kahpece saldırıdan hemen sonra intihar etmiştir. Bu hadisede fail belli olduğundan ve katil de olay yerinde zaten öldüğünden, konuyla ilgili daha sonra herhangi bir soruşturmaya lüzum kalmamıştır. Tuğrul Efendi’nin bu yaklaşımı zühul eseri olmalıdır.
3- “Ümeyyeoğulları ile Çekişmenin, Kâbe-i Muazzama’nın Su İşleri Vazifesindeki Anlaşmazlığa Dayandığı” İddiası
Cemel ve Sıffin vakalarından Kerbelâ’ya kadar uzanan sürecin Bedir’den başlayan Hâşimoğulları-Ümeyyeoğulları çekişmesine bağlı bir intikam duygusunun eseri olduğu iddiası öteden beridir tekrarlanan bir iddiadır. Tuğrul Efendi tarafından konu daha farklı bir kesite götürülerek Mekke’nin fethini müteakip Kâbe’nin “sikāye”[10] (su işleri) hizmetinin Ümeyyeoğullarına değil de Abbasoğullarına verilmesiyle başlayan bir süreç olduğu ifadesi dillendiriliyor.
Sikāye Vazifesi ve Abbasoğulları
Tuğrul Efendi konuşmasında, Kâbe’nin su işleri vazifesi olan “sikāye”nin Ümeyyeoğullarına verilmemesini iki aile arasındaki çekişmenin sebebi olarak takdim ediyor. Oysaki sikāye vazifesi, fetihten önce Hazreti Abbas’a (Radıyallâhu Anh) ait olduğu gibi fetihten sonra da değişiklik yapılmayarak ona bırakılmıştır. Kâbe’nin, sikāye hizmetinin yanı sıra; hicâbe (sidâne), imâre ve rifâde gibi diğer hizmetlerinde de aynı denge gözetilmiş ve vazifelendirmelerde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır.
Sikāye mi Kıyâde mi?
Daha önce de temas ettiğimiz gibi üzerine konuştuğumuz hâdiselerin gelişimini Hâşimoğulları ve Ümeyyeoğulları aileleri arasında cahiliye devrine dayanan bir husumete bağlayanlar mevcuttur. Bu iddiayı ortaya atanların gerekçe olarak ortaya koydukları Kâbe hizmeti ise su işleriyle ilgili olan “sikāye” değil; ordu komutanlığı olarak ifade edebileceğimiz “kıyâde” hizmetidir. Tuğrul Efendi bu ifadelerini, zühul eseri sarf etmiş olmalıdır.
Mekke’nin ordu komutanlığı anlamına gelen “kıyâde” hizmeti, Kusay ibni Kilâb’e dayanır. Ondan sonra Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dedesi Hâşim’in ikiz kardeşi olan Abdüşşems, Mekke’nin hâkimiyetinin elde edilmesinin ardından bu vazifeyi üstlenir. Abdüşşems’in ölümünün ardından vazife oğlu Ümeyye’ye geçer ve Mekke’nin fethine kadar da Ümeyyeoğulları tarafından yürütülür. Mekke’nin fethiyle beraber Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şehirde kurulan yeni düzenle birlikte bu kurumu ilga eder (kaldırır).[11]
Hülâsa; sikāye veya kıyâde vazifeleriyle ilgili görev dağılımının; Ebû Süfyan, hanımı Hind ve oğlu Muâviye’nin (Radıyallâhu Anhum) Hazreti Peygamber’e (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ve nesline, sürüp gidecek bir düşmanlığa sebep olduğu iddiası tarihî açıdan da vakıa açısından da doğruluğa ihtimali bulunmayan bir iddiadır.
4- İman Etmediler İddiası
Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) durumu esasında babası ve babaannesinden de farklıdır. Zira onun, Mekke’nin fethi gününden evvel iman ettiğine ve bu durumunu ebeveyninden sakladığına dair rivâyetler vardır. Fetihten sonra iman etmiş olması fazîlet yönünden önemliyse de konumuza etki eden bir durum değildir. Gerek Hazreti Muâviye, gerek babası Ebû Süfyan gerekse de Hind (Radıyallâhu Anhum), iman ettikten sonra İslâm’a önemli hizmetlerde bulunmuş kimselerdir.
Onların Cahiliyye devrindeki icraatlarını İslâm silip atmıştır. Onlar hakkında Allah’ın (Celle Celâluhû) hükmü budur. Onların iman etmeyip birtakım gerekçelerle kendilerini öyle gösteren kimseler olduklarını söyleyen mutemed bir âlim yoktur. Bu konuda ancak Şiîlerin birtakım iddiaları söz konusudur.[13] Ehl-i sünnet kaynaklarında bu iddialara paralel birtakım rivâyetler bulunduğu söylemi ise doğru olmakla beraber, bu rivâyetlerin söz konusu eserlerde neden yer aldığına dair açıklamalar mühim olup, ileride, “İslâmî Bilgi Usûlünün Önemi” başlığı altında sunulacaktır.
5- Rasûlullâh’ın Hükmüne Râzı Olmadılar, Bunun Karşılığı Ölümdür, Hazreti Ali’nin hükmüne razı olmamanın cezası da aynıdır” İddiası
Tuğrul Efendi sözlerinin devamında sikāye vazifesi kendilerine tevdî edilmediği gerekçesiyle ehl-i beyte ve Abbasoğullarına düşman hâline gediğini belirttiği Ümeyyeoğullarının bu tavrının, Hazreti Peygamber’in (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hükmüne râzı gelmemek olduğunu belirterek Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh) üzerinden anlattığı bir vaka ile bağlantı kurup bunun hükmünün “ölüm cezası” olduğunu ifade ediyor. Sıffin muharebesini de Hazreti Ali’nin (Radıyallâhu Anh) hükmüne râzı olmamak şeklinde değerlendiren Tuğrul Efendi, onun hükmüne karşı çıkmanın da Hazreti Peygamber’e (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) karşı çıkmaktan bir farkının olmadığını savunuyor.
Konunun sikāye vazifelendirmesiyle bir ilgisinin olmadığını daha önce ifade etmiştik. Hazreti Ali’nin (Radıyallâhu Anh) hükmüne râzı olmamanın sonucuna dair iddiasına gelince…
Tuğrul Efendi daha önce Hazreti Âişe’nin (Radıyallâhu Anhâ) tavrının, Hazreti Ali’nin (Radıyallâhu Anh) haklılığını kabulle beraber, fitneyi o an için söndürmeyi sağlayacak bir görüş olmadığı yönünde olduğunu ve alternatif düşünceyi bu sebeple geliştirdiğini söylemişti. Buradaki görüş ayrılığı ile Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) görüş ayrılığının temelde aynı noktaya dayandığı göz önüne alındığında, aradaki farklı hükmün Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) kalbi yarılarak içine bakmakla verilip verilmediğini sorgulamanın lüzumu da ayrıca ortaya çıkmaktadır.
Sahâbî İctihâdı (Kavli) ve Usûldeki Yeri
Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh), Sahâbe-i Kirâm’ın büyüklerinden ve büyük müctehidlerindendir. Ehl-i sünnet itikadına göre bir sahâbînin ictihâdı veya kavli belirleyici ve taklide uygun olmakla beraber, diğer sahâbî müctehidler için böyle değildir. Ayrıca, Sahâbîlerin ihtilâf ettikleri konularda istidlâller incelenerek bir başka sahâbînin ictihadının tercih edilmesinde de bir beis yoktur. Bir sahâbînin ictihadının terki de yine söz konusu iddiada dile getirildiği gibi “ölüm” cezasıyla neticelenecek bir durum değildir. Bu iddia daha çok, Şiîlerin “masum imam” inancını benimseyen bir kimsenin dillendirebileceği bir iddiadır. Zira bu inanca göre imamlar masumdur ve şarî‘in vekili olarak –peygamber gibi- hüküm vaz edebilirler ve verdikleri hükme karşı çıkmak dalâlet olur.[14]
6- “Vahiy Kâtibi Değildi” İddiası
Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh), Peygamber Efendimiz’in (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kâtiplik vazifesinin üstlenenlerden olduğu sabittir. Onu tenkit etmek isteyenler “vahiy kâtipliği” müessesesini yalnızca nâzil olan âyet-i kerîmeleri zaptetmek (yazıya geçirmek) şeklinde sınırlandırarak onun âyet-i kerîme yazmadığını dolayısıyla vahiy kâtibi olduğu yönündeki bilginin doğruyu yansıtmadığını iddia etmektedirler. Tuğrul Efendi’nin konuyla ilgili bu iddiasının çıkış noktası da bundan farklı değildir.
Ulûmü’l-Kur’ân ve tefsir usûlü kitaplarımıza baktığımızda Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) Âyetü’l-Kürsî’yi yazmış olduğuna dair rivâyetlerle karşılaşmaktayız. Muarızlar bu rivâyetlerin, Âyetü’l-Kürsî’nin nüzûlünün çok önce gerçekleştiği bilgisinden hareketle kabule şayan olmadığını savunurlar.
Âyetü’l-Kürsî’nin, Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) kâtip olarak vazifelendirilmeden önce nâzil olması, onun bu âyeti yazmış olmasına mani değildir. Zira vahiy kâtipleri, hem nâzil olan âyeti hemen nüzulünün ardından yazmışlar hem de bazı âyetleri daha sonra farklı zamanlarda yine kaydetmiş, intinsâh etmişlerdir.[15] Ayrıca bazı sûrelerin ve âyet-i kerîmelerin birden çok kez nâzil olduğu da dikkat çekilen bir husustur.[16] Dolayısıyla Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) âyetü’l-kürsîyi bahsettiğimiz farklı sebeplerden birine binaen yazmış olması düşünülebilir. Bu şekilde anlaşılabilecek bir rivâyeti reddetmenin, husumetten başka bir gerekçesi olamaz. Kaldı ki bu âyeti yazmış olan Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) başka âyetleri yazmış olma ihtimali de vardır.
Ayrıca, Peygamber Efendimiz’e (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) inzâl edilen vahyin Kur’ân âyetleriyle sınırlı olmadığını da biliyoruz. Bu durum Hazreti Muâviye’ye (Radıyallâhu Anh) kâtiplik vazifesinin tedvî edilişini bildiren rivâyetlerden de açıkça anlaşılmaktadır.[17]
Söz konusu program esnasında Tuğrul Efendi’nin, Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) kâtipliğini reddederken: “O Müslüman olduktan sonra kaç âyet indi ki âyet yazmış” şeklindeki iddiasını bu bilgiler ışığında değerlendirmek okuyucuları, zannederim sağlıklı bir neticeye ulaştıracaktır.
Vahiy Kâtipliği Fazîlet Değil midir?
Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) fazîletini tenkis etmek isteyen bazılarının, sonraları irtidâd eden bir vahiy kâtibini[18] örnek göstererek vahiy kâtipliğinin herhangi bir fazîleti haiz olmadığına yönelik iddialarda bulunduklarına şahit oluyoruz. Bu iddiaya göre, Sahâbenin fazîlet dereceleriyle ve tabakalarıyla ilgili ortaya konulmuş olan bilgilerin önemli bir kısmı fazîlet vesilesi olmaktan uzaktır. Bir irtidâd örneğinden yola çıkarak bir fazîlet vesilesini yok sayacaksak, aynı durumun “Habeşistan muhacirleri” bağlamında “Sâbikûn” zümresi hakkında geçerli olması için de herhangi bir engel yoktur. Zira ilk muhacirlerden olan, Ümmü Habîbe (Radıyallâhu Anhâ) validemizin birlikte hicret ettiği –o dönemdeki- eşi[19] irtidâd etmiş ve rivâyetlere göre Hristiyan olarak ölmüştür. Bu hâdiseden yola çıkarak hiç kimse, evvelce iman edenlerden olmanın fazîlet sayılmayacağını söylememiştir. Ayrıca, vahit kâtipliği müessesesinin kıymetini yok saymak isteyenler, sözünü ettiğimiz vahiy kâtibinin, iman eden ilk kimselerden olduğu bilgisini de atlamaktadırlar. Söz konusu vahiy kâtibi Mekke’nin fethinde Peygamber Efendimiz’e (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) biat etmek istemiş Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de biatını kabul etmiştir.
Netice olarak, bir zümrede yaşanan irtidâd hâdisesiyle bir fazîleti yok saymak, anlaşılabilir bir şey olmayacağı gibi tutarlılıktan da son derece uzak bir yaklaşımdır.
7- “Hutbelerde Hazreti Ali’ye Sövülüyordu” İddiası
Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) tenkidi için öne sürülen bir başka sebep de ehl-i beyte minberlerden sebbettirdiğine yönelik bilgilerdir. Bu iddia genellikle, “sebbiye” sözcüğünü ve “sebbetme” fiilini bizim günlük hayatta anladığımız “küfür-sövgü” şeklinde anlamaya dayanmaktadır. Bu iddiayı ilgili eserinde ele alan merhum Ömer Nasuhi Bilmen, bu kelimenin önce tahlilini yapmış ve bizim anladığımız şekilde sadece sövgü ve hakaret gibi algılanmasının doğru olmadığını belirtmiştir.[20]
Kaynaklarımızda geçen “sebbetme” işini daha çok günümüz –seviye çok düşmüş olsa da- siyasilerinin ve taraftarlarının birbirlerinin yanlış/kötü olarak değerlendirdikleri işlerini dile getirmeye ve eleştirilerde bulunmaya yönelik yaklaşımlar gibi değerlendirmek daha doğrudur. Aksi takdirde minberden sövülmesinin, küfredilmesinin, lânetler ve beddualar yağdırılmasının infiale sebep olacak türden işler olduğunda şüphe yoktur. Nitekim muhakkikler de konunun bu şekilde anlaşılması gerektiği üzerinde durmuşlardır.[21]
8- Hicr ibni Adiy’in Katli ve Hazreti Âişe Validemizin Tavrı
Sahâbe-i Kirâm’dan olup olmadığı konusunda ihtilâf edilmiş olan Hicr ibni Adiy (Radıyallâhu Anh), muttakî, müstakim bir zat idi. Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) taraftarı biri olarak Sıffin muharebesinde komutan sıfatıyla hazır bulunmuştu. Kûfe valisi olduğu sıralarda Muğire ibni Şube’ye muhalefet ederdi. Aynı muhalif tavrını, Ziyâd’ın Kûfe’ye vali olmasının ardından da sürdüren Hicr ibni Adiy’in (Radıyallâhu Anh) etrafında Kûfeliler teşkilâtlandı ve bu durum zamanla ciddî bir tehdit hâlini aldı.
Vali ve yönetimle arası iyice açılan, arkasındaki destekle muhalefetini daha da güçlendiren Hicr ibni Adiy’i (Radıyallâhu Anh) Kûfeliler, âdetleri olduğu üzere desteksiz ve yalnız bıraktılar. Hicr ibni Adiy (Radıyallâhu Anh) yakalandı. Muhalif tavrından sebep yapılan ikazlara rağmen ısrarından vazgeçmeyince, Muâviye (Radıyallâhu Anh) tarafından hakkında soruşturma başlatıldı. Soruşturma neticesinde şahidlerin görüşleri de dikkate alınarak öldürülmesine karar verildi.
Hicr ibni Adiy’in (Radıyallâhu Anh) ve beraberindekilerin ne şekilde öldürüldüğü konusuna dair ve Hazreti Âişe (Radıyallâhu Anhâ) validemizin Hazreti Muâviye’ye (Radıyallâhu Anh) Hicr ibni Adiy’in (Radıyallâhu Anh) katliyle ilgili tepkisine dair gelmiş olan rivâyetler birbirinden farklıdır.
Bu rivâyetlerden birinde Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) Hazreti Âişe’yle (Radıyallâhu Anhâ), Hicr ibni Adiy (Radıyallâhu Anh) ve beraberindekileri öldürttükten sonra karşılaştığı; diğerinde ise Hazreti Âişe’nin (Radıyallâhu Anhâ) bir mektup gönderdiği ve bu mektubun Hazreti Muâviye’ye (Radıyallâhu Anh), katil hadisesi gerçekleştikten sonra ulaştığı, mektup ulaştığında sağ bulunanların affedildiği, Hicr ibni Adiy’in (Radıyallâhu Anhâ) de aralarında bulunduğu diğer kişiler içinse geç kalınmış olduğu bilgisi yer almaktadır.
Hazreti Âişe ve Hazreti Ali’nin İlgili Mükâlemesi
Onların mükâlemesinin ne şekilde gerçekleştiğine dair rivâyetler çok sayıdadır ve hepsinin ortak noktası, Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) gerekçesinden sonra Hazreti Âişe’nin (Radıyallâhu Anhâ) ona bir şey söylemediği yönündedir. Tuğrul Efendi’nin: “Hazreti Âişe onu fena haşlamıştır…” şeklindeki sözünün çağrıştırdığı ifadeler kaynaklarda geçmektedir; fakat Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) gerekçesini beyanının ardından tartışmanın son bulduğu da yer almaktadır. Bu konuda bize düşen, hem Hazreti Âişe’nin (Radıyallâhu Anhâ) hem de Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) dediği gibi: “Onların hesabı âhirette görülecektir” demek, bu hâdiseler üzerinden cepheleşmekten kaçınmak ve tarihî rivâyetleri insafla ve bütüncül bir bakış açısıyla ele alarak değerlendirmektir.[22]
Hazreti Muâviye’nin Eleştirilere Tahammülü
Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) genel itibarıyla eleştirilere karşı oldukça tahammüllü bir kimse idi. Ashâb’ın ve tâbiûnun uluları kendisini eleştirdiğinde onlara anlayışla yaklaşır, zayıf siyasî figürler dahi eleştiriye en ufak bir tahammül göstermezken, kudretli bir halife olarak son derece müsamahakâr bir tavır sergilerdi. Onun bu tavrını, “yüzü kızarmamak, utanmamak” şeklinde değerlendirmek ne kadar insaflı bir değerlendirmedir?
Problemin Kaynağı, İslâmî Bilgi Usûlü (Kaynak Metodolojisi) Alanındaki Eksikliktir
Yaşadığımız bu tür problemlerin kaynağı, tahmin ettiğimizden daha derindedir. Kendilerini ehl-i sünnete nispet etmelerine ve Şiîleri de büyük ölçüde tenkit etmelerine rağmen bu gibi konularda sorun yaşayanların düştükleri hata; “İslâmî Bilgi Usûlü” ya da kaynak metodolojisi olarak ifade edebileceğimiz hatadır. Nitekim Tuğrul Efendi’nin de Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) ile ilgili görüşlerini serdederken: “Kaynakları inceleyin, satır satır okuyun, göreceksiniz” şeklindeki ifadeleri tam da gelip buraya dayanmaktadır.
Propagandist Şiî râvîler yoluyla aktarılan rivâyetlerin hiçbir kıymeti yoktur; ve bu rivâyetlerden yola çıkarak bazı insanlar hakkında suizanda bulunmak, kul hakkına taalluk eder hatta iftiraya kadar varır. Ehl-i sünnet ulemasından bazılarının bu tür rivâyetleri kitaplarında kaydetmiş olmaları, o rivâyetleri doğru kabul ettikleri anlamına gelmez. Dolayısıyla bu rivâyetlerin kitaplarda bulunduğunu söylemek, iddia sahiplerini haklı çıkarmaya yetmez.
Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) ve Hasan el-Basrî (Rahimehullâh)
Merhum Muzaffer (Özak) Efendi’nin, Hasan el-Basrî’nin (Rahimehullâh) sözü olarak naklettiği: “Muâviye’de dört haslet vardır ki onun helâkine bunlar yeter…” şeklindeki söz, üzerinde durduğumuz konu açısından önemli bir örnektir. Bu söz, sünnî müelliflerden İmam Taberî’nin, İbni Kesîr’in ve İbnü’l-Esîr’in (Rahimehumullâh) tarih kitaplarında kayıtlı bulunmaktadır.[23] İbnü’l-Esîr (Rahimehullâh) bu sözü senedsiz, İbni Kesîr (Rahimehullâh): “Rivâyet olunduğuna göre…” diyerek yani güven vermediğini belirterek naklederken, İmam Taberî (Rahimehullâh) senedle kaydetmekte ve senedde, propagandist Şiî râvîlerin en tanınmış olanlarından ve cerh-tadil âlimlerinin en ağır cerh lafızlarıyla cerh ettikleri Ebû Mihnef yer almaktadır.[24] Dolayısıyla bu sözün Hasan el-Basrî’ye (Rahimehullâh) ait olduğunu söyleyebilmek ve bu söz üzerine Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) hakkında bir kanaat bina etmek, iftira ihtimaline binaen son derece tehlikelidir.
İbni Kesîr (Rahimehullâh) ve daha başkalarının kaydettiğine göre Hasan el-Basrî’ye (Rahimehullâh), Hazreti Ali ve Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anhumâ) arasında cereyan eden hâdise sorulduğunda o şöyle cevap vermiştir: “Ali’nin de Hazreti Peygamber’e yakınlığı vardı, Muâviye’nin de. Ali’nin İslâm’da sebkati vardı, Muâviye’nin sebkatı yoktu. İkisi de iptilâya uğradılar.”[25] Ayrıca Hasan el-Basrî (Rahimehullâh), Hazreti Muâviye (Rahimehullâh) devrinde onun valilerinden ikisinin ordusunda seferlere iştirak etmiştir.[26]
Hasan el-Basrî (Rahimehullâh), tâbiûnun ulularından (bazılarına göre en üstünü) olması hasebiyle çeşitli çevreler tarafından istismar edilmiştir. Mu‘tezilîler ve daha başkaları ondan rivâyet edildiği belirtilen bilhassa ehl-i sünnet itikadına veya dört mezhebin görüşlerine aykırı gibi görünen söz ve kavillere sarılmışlardır. Bu tür sözlerin bir kısmının Hasan el-Basrî’ye (Rahimehullâh) nispeti sahih değildir. Dolayısıyla itikadî olsun fıkhî olsun, ondan geldiği belirtilen kavillerin, üzerine herhangi bir fikir ya da düşünce bina edilmeden evvel dikkatle tetkik edilmesi ve Hasan el-Basrî’ye (Rahimehullâh) ait olup olmadığının incelenmesi lâzımdır. Bunun en çarpıcı örneğini “Kader Risalesi” adlı eser ve onun üzerine geliştirilen propaganda kapsamında müşahede edebilmek de mümkündür…
Muhammed Ebû Zehra Etkisi
Bu söz sabit bir söz olmasa da günümüzde konuyla hasbelkader ilgilenen çevrelerde bilinen bir söz hâline gelmiştir ki bunda Muhammed Ebû Zehra’nın da büyük bir payı vardır. Zira o, bu sözü “İslamda Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihî” adıyla tercüme edilen eserinde herhangi bir uyarıda bulunmaksızın alıp kaydetmiş[27] ve kitabın tercüme edilmesiyle birlikte bu söz ülkemizde de epeyce yaygınlık kazanmıştır. Bu sözün yaygınlık kazanmasına sebep olan ilk kitaplardan birisi de muhtemelen, İbnü’l-Murtazâ’nın Mu‘tezile tabakatı üzerine yazdığı eser olmalıdır. O da bunu senedsiz kaydetmiş, eseri tahkik eden muhakkikler daha önce belirttiğimiz kaynaklara atıf yapmışlardır.
Ehl-i Sünnet Ulemasının, Kitaplarında Birtakım Asılsız Rivâyetlere Yer Vermiş Olmalarının Sebepleri
Mütekaddimûn devrinde tarih ilmi, hadis ilmi kapsamında bir ilim dalı olarak, ehil kimselerin iştigal ettiği bir sahaydı. Dolayısıyla eserleri kaleme alanlar, bu okuyucu seviyesini göz önüne alarak sened zikrettikleri takdirde sorumluluğun, üzerlerinden kalkacağı kanaatini taşıyorlardı.[28] Nitekim değerlendirmede bulunduğumuz Hasan el-Basrî’ye (Rahimehullâh) nispet edilen sözün senediyle kayıtlı bulunduğu eserin sahibi İmam et-Taberî (Rahimehullâh) eserini, hüccet olsun diye yazmadığını belirterek bu tür sözlere yer verişini şöyle açıklamıştır:
“Bu eserimde yer verdiğim geçmiş(tekiler)le ilgili, doğruluk namına aslı astarı olmadığı için okuyucuda nefret uyandıran, işitenin kulaklarını tırmalayan ve gerçekte doğruluk payı da bulunmayan bazı rivâyetler, bilinmelidir ki bizim cenahımızdan gelmiş şeyler olmayıp, bilakis bazı nakilan-ı ahbardan tarafımıza ulaşmıştır ve biz de, bize her nasıl ulaştı ise öylece rivâyet etmişizdir…”[29]
Bu açıklamadan sonra ilgililere düşen, bir kimseyle ilgili hak-hukuk söz konusu olabilecek hatta iftiraya varabilecek türden haberleri naklederken ya da bunlar üzerine bir düşünce bina ederken ilgili rivâyetlerin sıhhat durumunu araştırmaktır. Burada temas etmiş olduğumuz iddiaların önemli bir kısmı da kitaplarda, Tuğrul Efendi’nin: “Şiî uydurmaları vardır bazı kitaplarda…” sözleriyle ifade ettiği şekilde yer almıştır.
Hazreti Muâviye’ye Yönelik Hakaretler
Ehl-i Sünnet akaid-kelâm kitaplarının tamamında Peygamber Efendimiz’in (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in Ashâbını (Rıdvânullâhi Te‘âlâ Aleyhim Ecma‘în) hayırla anmanın ve hayrın dışında başka bir şekilde anmamanın itikadî açıdan önemine dikkat çekilmekte, onların arasında cereyan etmiş olan hâdiseleri Allah Te‘âlâ’ya havale etmenin, Ehl-i Sünnet olmanın vazgeçilmez vasıflarından biri olduğu vurgulanmaktadır. Bütün bunlara rağmen: “Ashâbdandır, Peygamber Efendimizin ailesine ve ashabına salât edildiğinde bundan nasipdar da olur” dedikten sonra; “muvaffak bir validir; fakat gasiptir; Onu haklı bulmayız, kendisini tekfir etmeyiz, sevmeyiz ama sövmeyiz de… hilâfeti, Hazreti Hasan’ın hilâfetinden sonra meşru hâle gelmiş, o döneme kadar baği bir kimse olarak hayat sürmüştür. Yüzsüz, umursamaz, yüzü kızarmayan bir adamdır. Hazreti Hasan’a verdiği sözde de durmamıştır…” şeklindeki ifadelerin ne anlama geldiğini, insaf ve vicdan sahibi dimağlara havale ediyoruz.
Son bir şey…
Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh), hilâfeti Hazreti Hasan’a (Radıyallâhu Anh) bırakacağına dair sözünde durmadığı iddiası da asılsız ve boş bir iddiadır. Hazreti Muâviye’den (Radıyallâhu Anh) sonra hilâfetin ne olacağı konusu –rivâyetlerin sıhhatine bakıldığında- net olmamakla birlikte, Hazreti Hasan’a (Radıyallâhu Anh) bırakılacağı yönünde bir durumdan bahsedildiği kabul edilse dahi, Hazreti Hasan’ı (Radıyallâhu Anh), Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) ya da oğlu Yezid’in şehid ettirdiği ya da hilâfeti ehl-i beyte verme imkânını ortadan kaldırdıkları yönündeki kanaat asla sabit değildir; buna dair kaydedilmiş rivâyetlerin durumu da son derece problemlidir. Bu problemin tespiti ve çözümü de üzerine konuştuğumuz konuları tarih kitaplarından satır satır okuduğunu söyleyenlerin boynu üzerinde bir borç olarak bütün ağırlığıyla durmaktadır!
Netice
Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) muvafık bir vali, iyi bir komutan olduğunu, önemli fetihlerde bulunduğunu kabul etmelerine rağmen onu âsi olarak görmekten ve sövmeyi, lânetlemeyi doğru bulmadıklarını söylemelerine rağmen ona birtakım hakaretlerde bulunmaktan kaçınmayan, “kimse bizi düzeltmeye kalkmasın…” diyerek konuyla ilgili tahkikat ve tetkikata kapalı olduklarını da peşinen deklare edenlerin, yeni olmayan ve maalesef birçoğunu düzeltmek zorunda kaldığımız, eskinin kötü birer tekrarından ibaret olan iddiaları elbette burada ele aldıklarımızla sınırlı değildir. Hazreti Muâviye’nin (Radıyallâhu Anh) çok olan fazîletlerini dökmek ve âlimlerin kanaatlerini nakletmek yerine, dijital dünyada bunların kolayca bulunabileceği düşüncesiyle, direkt iddiaları cevaplandırmayı tercih ettik.
İddia sahiplerinin bizzat belirttikleri gibi Hazreti Muâviye’yi (Radıyallâhu Anh) sevmeleri ya da sevmemeleri o büyük sahâbîye bir şey kazandıracak ya da kaybettirecek değildir; ama unutulmamalıdır ki bizim de bu yazıyı kaleme alırken hedef kitlesi belirlediğimiz kesimin, bu iddialardan etkilenerek kaybedecekleri pek çok şeyleri vardır.
Sıralayarak cevaplandırmaya çalıştığımız iddiaları merak eden hâlis niyetli kardeşlerimizden istirhamımız, burada ele aldığımız –ve almadığımız- iddiaları, “İslâmî Bilgi Usûlü” doğrultusunda, insaf ölçüleri ve akıl muvazenesiyle araştırmaları ve konuyla ilgili tavırlarını ondan sonra belirlemeleridir…
DİPNOTLAR:
[1] Cerrâhiyye hakkında malûmat için bkz. Mehmet Cemal Öztürk, Cerrahilik: Hz. Pir Nureddin Cerrahi ve Cerrahi Tarikati, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2009
[2] Merhum Muzaffer Özak Efendi’nin hâl tercemesi için bkz. https://www.muzafferozak.com/ (e.t. 16.01.2018)
[3] Cerrâhiyye, tarihi seyir içerisinde pek çok tekke irşâda hizmet etmiştir. Günümüzde Cerrâhî denildiğinde, aynı zamanda tarîkatın âsitanesi olan Karagümrük’teki tekke akla geldiğinden, tekkenin postnişini ve müntesiplerini belirtme sadedinde bu ifadeyi böylece kullanmayı -bu tavzihatla beraber- uygun bulduk.
[4] Ömer Tuğrul İnançer Efendi bu konuya aynı programın iki farklı celsesinde temas etmektedir.
- Celsenin ses kaydı için bkz. Cemel, Sıffin Vakaları ve Hazreti Ayşe, https://www.youtube.com/watch?v=UTOMamehtKI (e.t. 16.01.2018)
- Celsenin ses kaydı için bkz. Muharrem Ayı ve Kerbelâ, https://www.youtube.com/watch?v=87CCOLqY_B0 (e.t. 16.01.2018)
Önemli Not. Buraya kadar atıf yapmış olduğumuz ve bundan sonra atıf yapacağımız dijital kaynakların kopyaları, ileride muhtelif sebeplerle kalkma ihtimaline binaen kaydetmiş olduğumuz arşivimizde saklı tutulacaktır.
[5] Silsileler hakkında detaylı malûmat için bkz. Muhiddin Usta, Tabibzâde Mehmed Şükri Efendi ve Silsilenâme-i Sûfiyye İsimli Eseri, (Danışman: Mahmud Erol Kılıç), T.C. Marmara Ünv. Sosyal Bilimler Enst. İlâhiyat Anabilim Dalı, Tasavvuf Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006
[6] Nakşibendî tarîkatının Hazreti Peygamber’e (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Ali (Radıyallâhu Anh) üzerinden ulaşan kolları için bkz. Muhiddin Usta, a.g.e. s.44; Muhammed Ustaoğlu, Tarîkatlar ve Silsileleri, Ustaoğlu Kitabevi, c.3, s.35-42, c.4, s.337-341; Hamid Algar, “Nakşibendiyye”, DİA, c.32, s.335
[7] Merhum Muzaffer Efendi’nin ilgili ses kaydı için bkz. https://m.soundcloud.com/www-muzafferozak-com/sohbet-13-haziran-1984 (e.t. 16.01.2018)
[8] Semih Ceyhan, “Yeşil, Şemseddin”, DİA, c.43, s.491-4892
[9] Merhum Şemseddin Yeşil’i yakından tanıyan Kadir Mısıroğlu da bu konuyla ilgili bazı anlatımlarda bulunmuştur. Sohbetlerine devam edenlerden birinin, Merhum Şemseddin Yeşil’in Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) ile ilgili daha doğrusu Sahâbe-i Kirâm’ın arasında cereyan eden hâdiselere karışmış olmaktan dolayı pişmanlık duyduğuna dair bilgiler aktarılıyor. Bunu söyleyen daha başkaları olduğunu da biliyoruz.
[10] Sikāye vazifesi hakkında detaylı malûmat için bkz. Mustafa Sabri Küçükaşçı, “Sikāye”, DİA, s.177-178
[11] Kıyâde vazifesi hakkında detaylı malûmat için bkz. Mustafa Sabri Küçükaşçı, “Kıyâde”, DİA, c.25, s.507-508
[12] Prof. Dr. H. İbrahim Hasan bu hutbeyi, tarihî kaynaklardan sağlıklı bir şekilde derlemiştir. Bkz. H. İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, Kayıhan Yayınları, c.1, s.364-365
[13] Münhasıran Ebû Süfyan (Radıyallâhu Anh) için ortaya atılan bu iddia, İslâmiyet’i kabul etmesine rağmen kendisine ve ailesine Müellefe-i Kulub’dan hisse verilmesi ve Huneyn gazvesi esnasında geri dönmeye yönelik bir tavır takınmasıdır. Bu gazvedeki tavrı soru işaretlerine sebep olsa da netice olarak Ebû Süfyan (Radıyallâhu Anh) sonradan mücahid bir mü’min olmuş, iki ayrı gazvede birer gözünü İslâm ordusunun muzafferiyeti için feda etmiş ve ahir ömrünü âmâ olarak geçirmiştir. Bu konuda Şiîlerin peşine takılarak iftira furyasında yerlerini alanlar, bir Ebû Süfyan’ın (Radıyallâhu Anh) âhir ömründeki fedakârlıklarına bakmalı, bir de kendilerinin bugüne ne kadar ne yaptığına! Kalplerdekini bilen yalnızca Allah Te‘âlâ’dır. Önümüzde duran mutemed bütün tarihî verilere rağmen aynı düşünceleri hâlâ zikredenler, kendilerinden 15 asır önce vefât etmiş olan insanların kalplerini yarıp bakarak mı iman-nifak durumlarını müşahede etmişlerdir acaba?
[14] Sahâbî Kavlinin hücciyeti konusunda bkz. Zekiyüddin Şa‘bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları, Trc. İbrahim Kâfi Dönmez, İstanbul, Ankara, 2015 -22. Baskı-, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s.213-215
[15] Subhi es-Salih, Kur’ân İlimleri, Hibaş Yayınları, s.58-61
[16] Fâtiha Sûresi’nin iki kez nâzil olduğu belirtilir. İki kez inen âyet-i kerîmelerden bahsedilir ve bazı örnekler zikredilir. Meselâ “Mülâane” âyeti olarak bilinen en-Nûr Sûresi’nin 6-9 âyet grubu, bu örneklerdendir.
[17] Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), Hazreti Muâviye’ye (Radıyallâhu Anh)a kâtipliğini ifadeyle: “Vallahi ben sadece Allah’tan gelen bir vahiy üzerine seni yanıma kâtip yaptım. Yaptığım büyük küçük her iş mutlaka ilahi vahye dayalıdır…” buyurmuştur. İbni Kesîr’in (Rahimehullâh) Taberânî’den (Rahimehullâh) naklettiği rivâyet, el-Mu‘cemu’l-Evsat (2/233) ve Mecma‘u’z-Zevâid (9/359)’de -râvîlerden birinin rivâyetinde tek kalmış olması gerekçesiyle- zayıf görülen bir senetle kayıtlı bulunmaktadır.
[18] Bu sahâbînin künyesiyle beraber tam adı, Ebû Yahyâ Abdullah ibni Sa‘d ibni Ebî Serh el-Kureşî el-Âmirî’dir.
[19] Bu zât, Ubeydullah ibni Cahş’tır.
[20] Ömer Nasuhi Bilmen, Ashâb-ı Kirâm Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, Hisar Yayınevi, İstanbul, s.125-126
[21] Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1977, Sahâbenin Fazîletleri, No.32
[22] Detaylar için bkz. İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Çağrı Yayınları, c.8, s.90-99
[23] İmam Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, c.5, s.279; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-Târîh, c.3, s.82
[24] Ebû Mihnef hakkında detaylı malûmat için bkz. Selman Başaran, “Ebû Mihnef”, DİA, c.10, s.188-189
Hasan el-Basrî’ye (Rahimehullâh) nispet edilen sözü senedsiz olarak kaydeden İbni Kesîr (Rahimehullâh), Ebû Mihnef hakkında bir başka vesileyle şunları yazmıştır: “Hazreti Hüseyin’in öldürülmesiyle ilgili olarak Şiîler ve Râfızîler, çok yalan ve asılsız haberler nakletmişlerdir. Burada bu haberlere örnek olarak yeteri kadar nakilde bulunduk. Bazı nakillerimizde de şüphe vardır. İbn Cerîr ve diğer hadis hafız ve imamları, eğer bunları anmış olmasalardı, bu haberleri buraya almazdım. Naklettiğim haberlerin çoğu, Şiî olan Ebu Mihnef Lut ibni Yahya’ya aittir ki o da hadis imamları nezdinde rivâyet bakımından zayıf bir kimsedir. O, sadece haber hıfzeden bir kimse olup bu gibi haberler başkasının nezdinde mevcut olmayıp onun nezdinde mevcuttur. Bu sebepledir ki konuyla ilgili eser tasnif eden müelliflerin çoğu ona dil uzatmışlardır. Doğrusunu Allah bilir.” (İbn Kesîr, a.g.e. c.8, s.327-333)
[25] Hasan el-Basrî (Rahimehullâh), Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ali (Radıyallâhu Anhumâ) ile ilgili bir soruya karşılık da benzer bir cevap vermiştir. Buradaki sebkattan maksat, Sahâbe’nin önde gelenlerinden olmakla yani fazîlet derecesiyle ilgilidir. Nitekim onun Hasan el-Basrî’nin (Rahimehullâh) aynı soruya verdiği bir başka cevap da şöyledir: “Sübhanallah, ikisi eşit olamazlar. Ali, Muâviye’den önce İslâm’a girmiştir. Muâviye, daha sonra girmiştir. Ali’nin bazı hizmetleri olmuştur ki, Muâviye’nin o hizmetlerde ortaklığı vardır, ama Ali, Muâviye’den daha fazîletlidir.” (İbn Kesîr, a.g.e. c.8, 202-241)
[26] İbni Sa‘d’ın tabakātında kaydettiğinde göre Hasan el-Basrî (Rahimehullâh), Hazreti Muâviye (Radıyallâhu Anh) devrinin Horasan valilerinden olan Rebî‘ ibni Ziyâd ve Mühelleb ibni Ebû Sufre komutasındaki ordularda fiili olarak bulunmuştur.
[27] Eserin ilgili pasajının dipnotuna bakıldığında Muhammed Ebû Zehra’nın bu rivâyeti, İmam Taberî (Rahimehullâh) kanalıyla aldığı görülüyor. Sözün sıhhat durumuyla ilgili değerlendirme daha önce geçmişti.
[28] Konuyla ilgili detaylı malûmat için bkz. Halil İbrahim Kutlay, Hadisin Senediyle Nakledilmesi İlmî Sorumluluğu Ortadan Kaldırır mı? Hadis Tetkikleri Dergisi, c.9/1, 2011, s.25-46
[29] İmam et-Taberî, a.g.e. c.1, s.8