Mü’mine kafir demenin hükmü
{ مَنْ قَالَ لِأَخِيهِ يَا كَافِرُ فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا }
“Kim kardeşine ‘ey kâfir!’ derse, şübhe yoktur ki onu (kâfirliği, ‘ey kâfir’ diyen ve kendine kâfir denilenin) ikisinden birisi kendisine döndürür (ikisinden biri kâfir olur).”
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
Bundan sonra…
Bu hadîsi nasıl anlayacağız?…
Günümüzde bir kimseye ‘kâfir demek’ veya ‘kâfir diyememek’ muhkem ilim ölçülerine göre olmayınca, çokları tarafından Mü’min’e kâfir, kâfir’e de Mü’min denilebilmektedir. Ölçüsüzlerde öncelikler zamanla değişmektedir. Bir zamanlar ellerde lastik veya patates damgalarla geziliyor, hemen her Mü’min’e bilir bilmez ‘kâfir’ damgası vuruluyordu. Bu denli ‘radikal’ olanların çoğu şimdilerde gördükleri engin dünyevî maslahat ve menfaatler yüzünden âdetâ tevbe edip ‘radika’ otu hâline geldiler. O kadar ki şerîat sâhibi olduklarını i’lân edip alternatif şerîatler (anayasalar ve yasalar) îcâd etmeye başladılar. Nerdeyse tamamen değiştiler. Onlar içün ‘değişmeyen tek bir yanları kaldı’ dense yeridir. O da câhillik, geri zekâlılık ve faydacılık…
Anlayacağınız, devrân değişince ve hedefler çok farklı hâl almaya başlayınca, artık işler de tersine döndü. Şimdilerde nihâyet kâfirliği tartışılamayacak olanlara bile Mü’min denilmeye başlandı. Birinci ifrat hâlinde işin asıl sebebi (büyük ölçüde dînî bir kaygı olmakla beraber) câhillik iken, ikinci tefrît hâlinde ise câhilliğin yanındaki temel sebeb dünyevîleşmek ve maddeperestliktir denilebilir. Karşı çıkılamayacak derecede muhkem tekfîr sebebleri bile artık kimseleri kesmezken, elinde böylesi kavî mesnedler bulunananlar, kâfire kâfir dedikleri içün birilerince karşı atağa geçilip haber-i vâhidlerle dahî tekfîr edilebilmektedirler. Hâsılı, ölçüsüzlük ölçü olunca, işler iyice karıştı. Dikkat edilecek başka bir husûs da şudur ki her iki noktada olanlar, biri diğerinin yerine gitmekle zaman zaman yerlerini değiştirseler de, hep aynı akıl, idrâk ve cehâlet sâhibi kişilerdir.
Bu iki ucun da yanlışta olduğunu geçtiğimiz hicrî on üçüncü asırda ilk görenlerden biri yaklaşık seksen sene önce Âhirete göçen büyük insan merhûm Enver Şâh el-Keşmîrî idi. O, İkfâru’l-Mulhidîn isimli eşsiz eseriyle bu karışıklığı ortadan kaldırdı. İngilizlerin ve başka hâricî ve dâhilî mihraklarının ifsâdlarıyla, yağmurlu havalarda yerden bir günde mantar bittiği gibi, hızla Müslüman yaftalı kâfirler türetildi. İslâm âlimlerinin gayret-i dîniyye sâhibi firâsetli kimseler olmaları ve bu muhteşem eserin de yardımıyla iplikleri tezden pazara çıkarıldı.
Bilhassa bu gün, siyâsî ve iktisâdî hedeflerle ve şan, şöhret, makam, mevkı ve aktörlük sâikıyle, İslâm ve îmân da’vâsı iyice sulandırılmaktadır. Sözü edilen za’fiyetleri keşfedilenler, önce kiralanmak, sonra da satın almak usûlüyle İslâm’ın yıkılışında vazîfelendirilmekte, daha sonra da isbât-ı rüşdlerine göre yıkım ihâlesi bizzat onlara verilmektedir. Böylece baştaki gaflet nihâyette hiyânetle noktalanmaktadır. Artık Âlem-i İslâm sanki Lawrens’leri hiç görmemiş veya duymamış olmanın verdiği rahatlık içindedir. Nihâyet munâkaşasız kâfirler, şehidler veya İslâm hâmîleri olarak görülüp gösterilmeye başlandı. Bunun içün de yine İslâm, Kur’ân, Sünnet ve büyüklerin sözleri âlet edilir oldu.
Rivâyetin Değişik Lafızlarından Bazısı
Mü’minlerin bilerek veya bilmeyerek yanıltılmasına âlet edilen bu hadîsin birçok tarîkı ve lafızları vardır. Bir kısmını buraya alalım:
{ مَنْ قَالَ لِأَخِيهِ يَا كَافِرُ فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا }
‘Kim Mü’min bir kardeşine ‘ey kâfir!’ derse, kâfirlik ikisinden birine döner.’[1]
{ إِذَا قَالَ الرَّجُلُ لِأَخِيهِ يَا كَافِرُ فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا }
“Kişi kardeşine ‘ey kâfir!’ derse, şübhesiz ki kâfirlik ikisinden birine döner.”
{ إِذَا قَالَ الرَّجُلُ لِأَخِيهِ اَنْتَ كَافِرٌ اَوْ يَا كَافِرُ فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا }
“Kişi kardeşine ‘sen bir kâfirsin’ veya ‘ey kâfir!’ derse, şübhesiz ki kâfirlik ikisinden birine döner.”[2]
{ إِذَا كَفَّرَ الرَّجُلُ أَخَاهُ فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا }
“Kişi kardeşini kâfirlikle suçlarsa, şübhesiz ki, kâfirlik ikisinden birine döner.’[3]
{ أَيُّمَا رَجُلٍ كَفَّرَ رَجُلاً فَأَحَدُهُمَا كَافِرٌ }
Hangi adam bir adamı kâfirlikle suçlarsa, onlardan biri kâfirdir.”[4]
{ أَيُّمَا رَجُلٍ كَفَّرَ رَجُلاً فَإِنْ كَانَ كَمَا قَالَ وَإِلَّا فَقَدْ بَاءَ بِالْكُفْرِ}
“Hangi adam bir adamı kâfirlikle suçlar ve eğer o kişi dediği gibi (kâfir) ise (bir mes’ûliyyeti yoktur) ; değilse, o kâfirliği (kendine) döndürür.”[5]
{ أَيُّمَا امْرِئٍ قَالَ لِأَخِيهكَافِرٌ فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا إنْ كَاَنَ كَمَا قَالَ وَإِلَّا رَجَعَتْ عَلَيْهِ }
“Hangi kişi kardeşine kâfir derse, şübhesiz ki kâfirlik ikisinden birine döner; eğer dediği gibiyse (bir vebâl gerekmez) aksi hâlde (bu suçlama) kendine döner.’[6]
{ أَيُّمَا رَجُلٍ قَالَ لِأَخِيه يَاكَافِرُ فَقَدْ بَاءَ بِهَا أَحَدُهُمَا }
“Hangi adam kardeşine ‘ey kâfir!.’ derse, kâfirlik ikisinden birine döner.”[7]
‘Ehl-i Kıble’den hiçbir kimseyi, hiçbir günah sebebiyle -o günahı helâl saymadıkça- kâfirlikle suçlamayız.’[8]
‘Kişi îmândan, ancak onu îmâna sokan şeyler(in hepsini, yâhud bir kısmını veya birin)i inkâr etmekle çıkar.’[9]
‘Doksan dokuz şey bir kimsenin mü’minliğini, bir şey de kâfirliğini gösteriyorsa, ona kâfir denemez, mü’minliğine hükmedilir.’[10]
Şimdi yukarıdaki sözleri nasıl anlayacağız?
Sıradan câhil kimselerin, yâhud öz İslâmî anlayışı raydan çıkmış az buçuk mürekkep yalamışların veya cüz’î İslâmî ma’lûmâtını İslâm dışı bilgiler ve zihniyyetlerle karıştırıp beynini ve kalbini mozaik beton hâlinde dondurarak kayalaştıranların anladığı gibi mi, yoksa İslâm âlimlerinin ve âriflerinin anlayıp anlattığı gibi mi anlayacağız?
Mes’eleye girmeden önce birkaç Husûsun bilinmesi lâzım geldiğine inanıyoruz. Bunlardan her biri bir bakıma sorulan şu suâle başlı başına birer cevâbdır.
Birinci Husûs
Büyük Günâhı İşleyeni Tekfîr Etmemek, Onu Günâha Cesâretlendirmek ve Azmettirmek İçin midir?
Evet, ilmî çerçevede kesin ve sahîh, te’vîl kabûl etmez Şer’î dayanak bulunmadan, olur olmaz bir şekilde, önüne geleni tekfîr etmek, sapık tâifelerin, tekfîr etmemek de Ehli Sünnet’in şiârıdır.
Ancak ihtimâlli noktalarda ise, şimdilerde yapıldığı gibi lâubâlî ve lâkaydî davranmak aslâ câiz olmayıp, hakkında küfre girmek ihtimâli bulunan kimselerin mutlaka küfür tehlikesiyle korkutulmaları lâzımdır.
Hattâ -değil küfür ihtimâli- kâfir yapmayacak olan haramlarda bile gerek şu günahı işleyen, gerekse onu gören Mü’minlerin son derece korkması ve dehşete kapılması gerekir. Zîrâ,
Ahmed İbnu Hanbel, Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesâî’nin Abdullâh İbnu Mes’ûd radıyellâhu anhu’dan merfû’ ve mevkûf olarak[11] yaptığı rivâyette şöyle buyrulmuştur:
{ إِنَّ الْمُؤْمِنَ يَرَى ذُنُوبَهُ كَأَنَّهُ فِي أَصْلِ جَبَلٍ يَخَافُ أَنْ يَقَعَ عَلَيْهِ وَإِنَّ الْفَاجِرَ يَرَى ذُنُوبَهُ كَذُبَابٍ وَقَعَ عَلَى أَنْفِهِ قَالَ بِهِ هَكَذَا فَطَارَ }
‘Şübhe yoktur ki Mü’min, günahlarını, sanki dibine oturduğu ve başına yıkılmasından korktuğu bir dağ gibi görür. Yine şübhe yoktur ki fâcir,[12] günahlarını, sanki burnuna konan ve eliyle kovalayınca hemen uçacak olan bir sinek gibi görür’ [13]
İkinci Husûs
Belli Bir Mü’minin Kâfirliğine Dâir Hükmü Kim Verebilir?
Müftînin ‘kâfir olur’ demesiyle, kâdı efendinin ‘kâfirdir’ demesi arasındaki farkı, cahiller bilmese veya göz ardı etseler de, âlimler bilmek ve göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Kâdı efendinin hükmü belli bir kişi içün son ve kesin hükümdür. Müftînin hükmü ise küfrü îcâb ettiren söz, yâhud fiil bakımından olup, çok kere muayyen bir şahıs içün değildir. Belli bir kişi içün olsa bile, son ve kesin hüküm değildir.
Üçüncü Husûs
Kâdı Efendinin, Dinden Döneni Öldürmeye Hükmetmesi Nasıl Olur?
Kâdı efendinin hükmü, öldürmeyi, tevbeye çağrılmadan önce câiz, sonra ise İslâm devletine vâcib kılar. Müftînin hükmünde ise öldürmek olmaz; fiilin hükmü bildirilir. Bu hüküm sözü edilen kişiye mutlak olarak izâfe edilemez.
Dördüncü Husûs
Kâfire Mü’min demek, Mü’mine kâfir demekten Daha mı Ehvendir?
Zâhiri Mü’min olup tartışmasız bir şekilde küfrü îcâb ettirecek inanç, söz veya fiiline rastlanmayan bir kişiye kâfir demek bir şekliyle kişiyi nasıl kâfir yaparsa, zâhiri münakaşasız küfür olup, o küfrü hükümsüz kılacak îmânî ve İslâmî söz veya fiiline şâhid olunmayan birine Mü’min demek de şu sözün sâhibini kâfir yapar. Zîrâ birincide îmâna küfür, ikincide de küfre îmân denilmiş olur ki, her ikisi de küfürdür.
Beşinci Husûs
Kâfire ‘Kâfir’ Dememek Modası Ne Zaman Çıkmıştır?
Kâfire kâfir dememek, kâfirlerin Müslümanlarla eşit hâle getirildiği, ardından da hâkimiyet elde etmeye başladığı Tanzîmât’tan i’tibâren âdet hâline getirilen şahsiyyetsizlik damlayan çirkin bir bid’attir. Bu, daha sonra hep -İslâm ile alâkasız olarak- İslâm dışı siyâset îcâbı bir muâmele olagelmiştir. Bu tavrın, kimilerince İslâmî bir kılıfla aslî hüvviyyeti örtülmeye çalışılsa da İslâmî hassâsiyyetle uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur.
Zâhirde kâfir, hattâ açık ve azılı İslâm düşmanı olanlara kâfir demek, aslâ bir sû-i zan değildir. Bunun sû-i zann olduğunu söylemek, mes’eleyi bilmemek veya yalan söylemek, buna âyetten veya hadîsden delîl getirmek ise, kelimeleri tahrîf etmiş olmakla Allah’a ve Resûlüne iftirâ etmektir. Asıl hâli küfür olan insanlara kâfir deyip kâfir muâmelesi yapmak, Şerîat’in emri olup işin zâhirine bakar ve kesin bilgiye muhtâc değildir. Aksi bir iddiâ Şerîat’in birçok ahkâmını iptâl eder.
Bu husûslar bilindi ve anlaşıldıysa, deriz ki; bu hadîsi ve bu vâdîdeki hadîsleri birkaç Cihetten ele almak lâzımdır:
Birinci Cihet
Doksan Dokuz Şey Küfrünü, Bir Şey de İslâm’ını Gösteren Kişiye ‘Kâfir’ Denemez mi?
‘Doksan dokuz’ ve ‘bir’ sözü, ya ilim, akıl ve idrâk kısırlığı yüzünden anlaşılmıyor veya hâinlik olduğundan farklı anlaşılıyor ve anlatılıyor. Zîrâ, değil doksan dokuz şey küfrünü, bir şey de İslâm’ını gösterdiği takdîrde, dokuz yüz doksan dokuz mes’ele îmânı, bir mes’ele de açık ve kesin olarak küfrü gösterdiği takdîrde bile bu vasfı taşıyan kişiye Mü’min denilemez, kâfir denilir: Bunun böyle olduğunu, İslâmî ilimlerden azıcık haberi olan her akıl ve idrâk sâhibi bilir.
‘Bir kişinin doksan dokuz mes’ele küfrünü, bir mes’ele de Müslümanlığını gösterse, o kişi mü’mindir’ sözü, hiçbir akâid kitâbında bulunmayan saçma bir sözdür. bazı kitâblarda yer alan söz tamamen farklıdır. Doğrusu, ‘yüz ihtimâlden doksan dokuz ihtimâli küfrü, bir zayıf ihtimâl de îmânı gösteren bir mes’ele’den dolayı bir Mü’mine kâfir denilemez’ şeklindedir. Aralarındaki fark ise aklı ve ilmi olanlar katında çok açıktır.
İkinci Cihet
Kişi Her Zaman Kendini Îmâna Sokan Şeyleri İnkâr Etmedikçe Dinden Çıkmaz mı?
Kişi kendini îmâna sokan şeyler(den hepsi veya bir kısmı, yâhud da birin)i inkâr etmedikçe dinden çıkmaz, sözü doğrudur. Ancak bu doğru söz, doğru anlaşılmadıkça ne kıymeti var? Kişiyi îmâna sokan, tasdîk veya tasdîk ve ikrârdır. Bunların inkârı ise tekzîble, yani yalanlamak ile olur. Bazı söz ve fiiller dinde, îmânı yalanlamak, bazıları da îmânı yalanlamak alâmeti olarak kabûl edilmiştir. Mevâkıf ve Seyyid Şerîf Şerhi,[14] Şerhi Âkaid[15] ve Hâşiyesi Hayâlî,[16] Hızır Bey’in kasîde-i Nûniyye’si ve Şerhleri, Hayâlî,[17] Dâvûd-i Karsî[18] ve Uryânî[19] ve başka eserlerde bunun böyle olduğu ve husûsan Şerhu’l-Mevâkıf’da bu husûsta icmâın bulunduğu ifâde edilmektedir.
Âlimlerimiz her iki sûrette de kişinin îmândan çıkacağını söylemişlerdir.
Üçüncü Cihet
“Ehl-i Kıble Tekfîr Edilemez” ne Demektir?
‘Ehli kıble tekfîr edilemez’ sözü de doğrudur ve fakat şiddetle îzâha muhtâcdır. Bu söz, küfrü kesin îcâb ettirecek bir söz, fiil ve tavır bulunmadığı takdîrde, zann, şekk ve vehim mertebesindeki delîllerle hiçbir Mü’minin kâfirlikle suçlanamayacağını ifâde etmektedir. Yoksa namaz kılıp, îmân esâslarını, farzları, sübûtu ve ma’nâyı göstermesi kesin delîllerle sâbit İslâm’ı, Kur’ân ve Sünnet hükümlerini inkâr eden kimsenin -namaz kılsa da- kıble ehli kabûl edilmesi mümkin değildir. Aksi hâlde namaz kılan ama şimdi Allah’ın kanunları geçerli olamaz diyenlerin Mü’min kabûl edilmeleri lâzim gelecekti ki, bu düşüncenin bâtıl olduğunda en küçük bir tereddüt yoktur.
Burada hiçbir zaman akıldan çıkarılmaması îcâb eden mühim bir nokta da vardır ki, o da şudur: “Zann, şekk ve vehim mertebesinde olan delîllerle hiçbir Mü’mini kâfirlikle suçlayamayacağımız,” onlara bu tehlikeyi hâtırlatmayacağımız, onları bu tehlikeyle korkutmayacağımız demek değildir. Aksine hiçbir sûrette unutmayacağız ki, bir Mü’min içün olan, -değil büyük- en küçük bir küfür ihtimâl ve tehlikesi yüzünden yırtınırcasına bağırmak en büyük İslâmî ve insânî vazîfelerimizdendir.
Dördüncü Cihet
Mü’min Bir Kardeşine, ‘Ey Kâfir!’ Diyenin Hükmü Nedir?
‘Kim mü’min bir kardeşine, ey kâfir!.. derse ve kâfir değilse, kafirlik kendine döner’ hadîsi sahîhtir. Lâkin böyle bir sözün söylenme şeklinin birkaç İhtimâli vardır ki, her ihtimâlin hükmü ayrıdır.
Birinci İhtimâl
Müctehidin Hatâlı Te’vîl ve İctihâdıyla Bir Mü’mine Kâfir Hükmünü Vermesi.
Müctehidin isâbetsiz te’vîl ve ictihâdıyla bir mü’mine kâfir hükmünü vermesi, muhaddislerin ve fukahânın ‘Kur’ân mahlûktur’ diyenlere kâfir demesi, cumhûrun âyet ve hadîslere dayanan te’vîllerle de olsa Allah’a cisim ve mekân isnâd edenlere kâfir demesi, bazı âlimlerin küfür değildir dediği söz ve fiillere, başka bazı âlimlerin küfürdür hükmünü vermesi işte bu türdendir ki; bunlar akâid ve fıkıh kitâblarında bolca mevcûddur. Oysa küfür olup olmadığı ihtilâflı mes’elelerde taraflardan birisinin, verdiği bu hükmüyle kâfir olacağını söyleyen hiçbir âlim yoktur. İctihâda dayanan, ama isâbetsiz olan bir tekfîr, bu hükmün sâhibini kâfir yapmayacağı gibi, ortada dîni muhâfaza gayreti ve ictihâd olduğundan dolayı ecir sâhibi de yapabilir.
Nitekim İmâm Buhârî, evvelâ yukarıda aldığımız hadîslerin başlığını ‘Kardeşini te’vîlsiz olarak kâfirlikle suçlayanın, (kardeşine kâfir) dediği gibi kendisin kâfir olacağı bâbı’ şeklinde attıktan sonra, “bunu (‘ey kâfir!’ sözünü) te’vîl ederek veya bilmeyerek söyleyeni kâfir olmakla suçlamak görüşünde olmayan(lar) bâbı” biçiminde bir başlık koymuş ve buna dâir rivâyetler serdetmiştir.
İkinci İhtimâl
Bir Mü’mine Bilmeden Kâfir Demek
Hakâret maksadıyla veya câhillik îcâbı olarak bir mü’mine ‘ey kâfir’ demek: Bunun hükmü, kâfirlik olmayıp, fâsıklıktır. Tabiîdir ki bu da büyük bir şeydir. Neûzü billâh…
Üçüncü İhtimâl
Bir Mü’mine Hakâret Maksadıyla Kâfir Demek
Bir mü’mimine, bilmeden, câhillik îcâbı kâfir demek, en fazla günâh olur.
Dördüncü İhtimâl
Bir Mü’min’e, Onun Mü’min Olduğunu Bildiği Hâlde, Kasıdlı Olarak Kâfir Demek
Bir Mü’min’e, onun Mü’min olduğunu bildiği hâlde, kasıdlı olarak kâfir demek:
Bu ‘kâfir’ demenin hükmü, bunu söyleyenin kâfir olacağıdır. Çünki bu noktada îmâna küfür demiş olur. Bu ise küfürdür. Öyleyse bu sözü sarf eden kâfir olur.
Birinci ve ikinci İhtimâllerdeki başlıklar İmâm Buhârî’nin Sahîh’ine koyduğu başlıklardır. Oradan aldığımız bu başlıklar -ki bunlar O’nun yaptığı rivâyetlerden ictihâdıyla çıkardığı manalardır- bu dediğimizi te’yîd etmektedir.[20]
Hâsılı, bir yanda dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz mes’ele güçlü şekilde Müslümân olduğunu gösteren bir kimseyi, yukarıda geçen üstelik hem (mütevâtir olmayıp haber-i vâhid olduğundan) sübûtu, hem de ma’nâyı göstermesi zann bildiren hadîse dayanarak kâfirlikle suçlayabilen, diğer yandan da doksan dokuz ayrı mes’ele kuvvetli bir şekilde kâfirliğini gösterdiği hâlde, bir zayıf mes’ele zayıf bir biçimde mü’minliğini gösteren birini Mü’min i’lân edebilen bir zavallıyı her yönüyle (îmânî, ilmî, tıbbî vb.) müşâhede altına almaktan başka ne yapabilirsiniz?..
Netîce
İslâm Düşmanları Övülüp Mü’minlere İyi Gösterilebilirler mi?
Kesin bir kâfirin… Hele bilhassa, asrımızda İslâm’a en büyük darbeyi vuran… Dünya Müslümanlarını başsız bırakıp çil yavrusu gibi dağıtan… Zamanındaki ve kendinden sonraki dünyanın diğer zâlim ve kâfir zorbalarına önder ve model olan… Milyonları îmânsızlaştıran… İrili ufaklı sayısız korkunç îmânsızlık tezgâhları ve faprıkaları kuran… Kur’ânda la’netlenen Ashâb-ı Uhdûd’u çok gerilerde koyan… On binlerce İslâm âlimini ve Müslüman’ı -Müslüman olduğu içün- asan ve kesen… Âkıbeti i’tibârıyla îmânına dâir sahîh bir delîl şöyle dursun hiçbir zayıf karîne bile bulunmayan… Kâfirliğini gösteren sarîh ifâdeleri kendinin ve kullarının kitâblarında açıkça okunan… Ve daha nice kâfirlik vasfını taşıyan zorba kâfirlerin îmânla göçmek ihtimâlini (!) göz önünde bulundurarak haklarında hüsn-i zann yapmak veya mü’minlere hüsn-i zann yaptırmak ve onları aldatmak -hangi maksadla olursa olsun- affedilmez bir hatâ, hattâ ileri derecede bir hiyânettir.
Müslümanlar, kâfirlerin cenâze namazlarını kılmazlarken, onların îmânla göçmüş olmaları çok zayıf, hattâ güçlü bir ihtimâl bile olsa, bunu onların zâhir hallerine bakarak yaparlar; çünki onlarda asıl olan küfürdür. Mü’minlerin de kâfir olarak ölmüş olmaları kuvvetle mümkin ve muhtemel bile olsa küfürlerini gösteren açık ve kesin bir delîl görmedikçe namazlarını kılarlar. Çünki onlarda da asıl olan îmândır. Başkasının küfür ve îmânını kesin bir şekilde bilmek imkânsız olduğu içün, dünyada kâfire kâfir, Mü’min’e de Mü’min muâmelesi yapmak, kâfir’in kâfir olarak, Mü’minin de Mü’min olarak öldüğünü bilmek ve ona göre davranmak zâhir alâmetler ve zanna dayanarak olur. Buralarda yakîn/kesin bilgi imkânsızdır ve yakînin imkânsız olduğu yerde zann yakîn yerine kâimdirhükmünce yakîn aranmaz.
Bir hocamız -hafızahullâh- bize yirmi sene kadar önce şöyle bir hâdise nakletmişti:
Şark vilâyetlerinde velî olduğuna hüsn-i zann edilen âlim ve fadıl bir zât vardı. Allah ona rahmet etsin. Bir küfür önderine, on binlerce Mü’min’in kâtili bir zâlime bedduâ etmeyi ve la’net okumayı her gün içün kendisine vird edinmişti. Bağlılarından bir zât ‘seydam, bu insanın âkıbetini biz bilmiyoruz. Belki îmânla göçmüştür. Ona neden böyle bedduâ ve la’net okursun?’ dedi. O da‘ya! öyle mi?’ deyip bedduâ ve la’net okumaya son verdi. Bir zaman sonra rü’yâsında o zorba zâlimi görmüş; eline bir kazma almış, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimizin kabrini yıkıyordu. Bunun üzerine sabahı beklemeden seher vakti ona bu sözü söyleyen kimseyi çağırtmış ve ‘gördün mü bana yaptığını, ben şimdi o terk ettiğim bedduâ ve la’netleri nasıl kazâ edeceğim?!..’ demiş.
Başkaları ne der bilemem ama bence anlatılan bu hâdisede akıllı ve hassâs mü’minler içün ibretler vardır.
{ أَلا لَعْنَةُ اللَّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ الَّذِينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاً }
“Hey!… Allah’ın la’neti, (insanları) Allah’ın yolundan engelleyen ve onda eğrilik arayan (veya Allah’ın yolunu yâhud yolunda olanları eğriltmeye çalışan) zâlimlerin üzerine olsun…”[21]
{ قُتِلَ أَصْحَابُ الْأُخْدُودِ }
“Ashâb-ı Uhdûd[22] gebersin!..”[23]
وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا كُلَّمَا ذَكَرَهُ الذَّاكِرُونَ وَ غَفَلَ عَنْ ذِكْرِهِ الْغَافِلُونَ وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَينَ
[1] Mâlik, el-Muvatta’, Kitâbu’l-Kelâm, Mekrûh Olan Kelâm Bâbı (2/984, H:1), Ahmed (2/112) İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’dan.
[2] Ahmed (2/47), İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’dan
[3] Ahmed (2/60), Müslim (60/111), Humeydî (698), Ebû Avâne (48)
[4] Ahmed (2/60), İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’dan,
[5] Ahmed (2/23), İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’dan
[6] Müslim (60), Tirmizî (2637), Tirmizî, ‘hasen, sahîh, garîb’dir’ dedi. İbnu Hibbân (250) ve diğerleri.
[7] Buhârî (6104), Müslim (60)
[8] İmâm Tahâvî, Akîdetü’t-Tahâviyye, İbnu Ebî’l-İz Şerhi (316), el-Mektebu’l-İslâmî,1408
[9] İmam Tahâvî, Akîdetü’t-Tahâviyye, İbnu Ebî’l-İz Şerhi (331), el-Mektebu’l-İslâmî,1408
[10] Bu uydurma ve asılsız bir söz olup doğru şekli metinde gelecektir.
[11] Hem Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz’in hem de kendi sözü olarak rivâyet ettiği.
[12] Bezzâr’ın Müsned’inde (5/81-82, H:1654) yaptığı bir başka rivâyette ise ‘fâcir’ yani günahkâr kelimesi yerine ‘münâfık’ lafzı geçmektedir. Eğer bu lafız ‘fâcir’ lafzını açıklıyorsa, ma’nâ bellidir; değilse, amelî münâfıklıkdemek olan sahtekârlık damlayan bir fâcirlik, yâhud bir başka tehlikeli mana murâd edilmektedir. Allâhu a’lem…
[13]Buhârî (6308), Tirmizî (2497), İbnu Mes’ûd radıyellâhu anhu’dan merfû’ (yani burada Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in sözü) olarak. Kezâ Ahmed (1/383), İbnu Mes’ûd radıyellâhu anhu’dan mevkûf (kendi sözü) olarak.
[14] Adududdîn el-Îcî ve Seyyid Şerîf el-Cürcânî, el-Mevâkıf ve Şerhu’l-Mevâkıf, (8/361-362), İlmiyye, 1419
[15] Teftâzânî, Şerhu’l-Âkâid (142) Kestelî Hâşiyesi ile beraber, târîhsiz.
[16] AllâmeHayâlî, Hâşiyetü Şerhi’l-Âkâid (98) Derseâdet, Mahmûd Beg Matbaası,1322
[17] Allâme Hadır İbnu Celâl, el-Kasîdetü’n-Nûniyye ve Hayâlî, Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye,Dâvûd el-Karsî hâmişi(120)
[18] Dâvûd el-Karsî, Şerhu’l-Kasîdeti’n-Nûniyye (120) Matbaatü Şirketi Sahâfiyye, istanbul,1318
[19] Uryânî, Şerhu’l-Kasîdetü’n-Nûniyye (156), Muhammed Es’ad Matbaası,1301
[20] Bu mes’elede benzer bilgiler içün ayrıca bakınız: Buhârî Şerhleri, Kirmânî (21/181), Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî,1430, Umdetül-Kari (10/398-400), Âmire, Fethu’l-Bârî (12/143-146), Dâru’l-Fikir,1411, el-Kevserü’l-Cârî (9/470-473), Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî,1429 ve İrşâdü’s-Sârî (9/62-63) Osmanlı baskısı. Tarihsiz.
[21] Kehf:18-19
[22] Ve onların vasıflarını üzerlerinde bulunduranlar…
Ashâb-ı Uhdûd: Geçmişte Mü’minleri mü’minlikleri yüzünden hendeklerde yakarak öldürüp yok eden zâlim ve zorbalar. Zâten geberip yok olan bu zâlimler içün ‘gebersinler’ denilmesi o vasıfları bulunduranların da bu bedduâya dâhil olduklarını bildirmektedir. Mes’ele kezâ Ebû Leheb’de de aynıdır.
Ashâb-ı Uhdûd’un Kur’ân’da Burûc sûresinin başında anlatılan zâlimliklerinin tafsîlâtı içün bakınız: Ahmed (6/16,17,18), Müslim (3005), Tirmizî (3340) ve İbnu Hibbân (873)
[23] Burûc:4
Hüseyin Avni Kansızoğlu Hocaefendi – Guraba Mecmuası