Kur’an’ın Kitab-ı Mukaddes’ten İktibas Olduğu İddiası
Allah Resulü, etrafı dağlarla çevrili bir beldede Mekke’de dünyaya geldi. O doğduğunda insanlar ne Roma okullarını, ne Yunan filozoflarını, ne de Hind felsefesini biliyordu. Kâbe’den dolayı Arap Yarımadası’nın çekim merkezi olan Mekke’de okur-yazar olanların sayısı on yediydi. Tevrat ve İncil İbranice olduğundan ümmi olan halk doğal olarak Ehl-i Kitab’ın kültürüne yabancıydı. İnsanlar tarihi ve medeni birikimlerini şifahi olarak paylaşır, nesiller arasında irtibat şiirle sağlanırdı.
Allah Azze ve Celle peygamberini çevresi engin çöllerle sarılı, ümmiliğin hâkim olduğu(bkz. Cum’a: 2; Al-i İmran:75.) böyle bir şehirden seçti. Ümmi Peygamber(bkz. Araf: 157-8) okuduğu ayetlerle Mekkelilere hiç duymadıkları hâdiselerden, gaybî hakikatlerden, iman esaslarından bahsetti. Onu, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an-ı Kerim’in Allah Resulü’ne yazdırıldığını iddia ederek vahiy çevresinde şüpheler oluşturup Kur’an-ı Kerim’i engelleyebileceklerini düşündüler. Kur’an’ın Allah Resulü’ne Rum asıllı Hristiyan köle Cebr en-Nasrânîtarafından yazdırıldığını iddia ettiler. Ne var ki daha sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından, “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki o bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyerek (Kurtubî, a.g.e., , X, 117) hem iddiaları reddetti, hem de onun etrafında oluşturulmaya çalışılan şüpheleri izale etti.
Müşriklerin Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle, hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr, Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar bana aittir.” demez miydi?! Ya da “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla ona değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terk edip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca “muallaka-i seb’a(yedi askı)” şairlerinin dahi bir sûresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin iddialarını çürütüp, yok etti.
Kur’an-ı Kerim’in “Lâ ilâhe” derken Allah’tan başka bütün hâkimleri, İslam’dan başka bütün sistemleri reddetmesi; bütün Ebû Cehillerle, bütün Karunlarla, bütün Be’lamlarla hesaplaşması, cihadın hüküm yalnız Allah’ın oluncaya kadar süreceğini ilan etmesi, Ona iman edenlerin emperyalist devletleri yıkıp parçalamaları, küresel güçleri ürkütmüş ve her devirde onları Kur’an merkezli İslam’ı itibarsızlaştırma çalışmalarına sevk etmiştir. Bunun kurgu aşamasında bizzat kendileri, dağıtım-pazarlama ayağında ise adı Hüseyin, adı Mustafa olanlar rol almıştır.
Her asırda İblis’in parlamentosu yıllık planları görüşürken İslam’ı yegâne tehlike olarak masaya yatırır, onun rükn-ü esâsîsi olan Kur’an’a karşı yürütülen mücadelede inandırıcılığını yitiren iddialar revize edilir, yalanları müdafaa edemeyen ya da dağıtımda isteksiz olan personelin tasfiye kararı alınır.
Müşrikler, Kur’an’a karşı “Cahiliyye”yi korumak için o günün şartlarında bütün yollara başvurmuş fakat Allah Resulü’nün ümmi oluşunu inkâr etmemişlerdi. Bu yüzden Kur’an’a hep hariçten kaynaklar aramışlardı. Ne var ki Kur’an’a kaynak bulma gayretleri her defasında akamete uğramıştı.
Kur’an okundukça çöl sustu, edebiyat meclisleri itibarını yitirdi, Arap’ın kültür ve medeniyet hafızası olan şairler yenildi. 23 yıllık bir mücadelenin sonunda bütün bir yarımada ümmi peygamberin okuduğu Kur’an’ın etkisiyle hem sîretini, hem de sûretini değiştirdi.
Müşrikler gibi, oryantalistler de sarsıldı Kur’an-ı Kerim karşısında. “Muhammed ümmî olduğu halde bu kadar geniş bir yelpazede, bu kadar farklı konudan nasıl bahsedebilir ve insanlar üzerinde nasıl bu derece müessir olabilir, Kur’an’daki bu ilmi nereden aldı?”diye kendilerine defaatle sorular yönelttiler. Rıhtıma kadar geldiler, ama gemiye binemeyip, iman edemediler. Tarih boyu Kur’an düşmanlarının Onunla olan mücadelesini ve mağlubiyetlerini incelediler. Ulaştıkları bütün sonuçlar onlara; “Kur’an’ın rüchaniyeti onun vahiy, tebliğ eden Hz. Muhammed’in de Allah’ın Resul’u olduğuna delildir.” dedi. Fakat onlar vazifelerine sadakat gösterip delillere rağmen inkârı seçtiler, yeni bir cephe açıp Allah Resulü’nün okur-yazar olduğunu iddia ettiler. Tarihi veriler onun ümmi olduğunu ispat edince, çaresiz “Biz ne diyorsak odur.” dediler. Bu çerçevede “Kur’an’ın kaynakları” başlığını taşıyan eserler kaleme aldılar. Allah Resulü’nün Kur’an-ı Kerim’i, Tevrat ve İncil’e bakarak yazdığını iddia ettiler. Ümmiliği inkârla başlayan bu iftirayı o derece ileri götürdüler ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hıristiyan tarafından hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk baskısının “mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi açıklanırken “Efendimiz’in önünde İncil, elinde kalem işlevi gören bir tüy olduğu halde ondan nakilde bulunuşunu (!) gösteren bir resim yayınladılar.” (bkz. Abdulmuhsin el-Matîrî, Da’va’t-Tâînîn, Beyrut, 206, 217)
Kur’an’ın önceki kitaplardan intihal olduğu iddiasına insanları inandırabilmek için, bunu imkânsız hale getiren Allah Resulü’nünümmi olamayacağını söylediler, bu noktada muasır akademisyenlerden kendilerine şahidler de buldular. Kimi gönüllü, kimi de oynanan oyundan habersiz olan bu taife, ümmiliğin zıddının okur-yazar, cahilin karşıtının ise âlim olduğunu temyiz edemeden, “Tabi ki Peygamber okur-yazardı.” diyerek ümmiliği reddetti. Bu reddedişle de oryantalizmin Kur’an’ın vahiy olmadığı yönündeki iddiasına zemin hazırladı. Oysa ki Allah Resulü hayatının hiçbir devresinde ne bir metin yazdı, ne de yazılı bir metni bakarak okudu. (Ayrıntı için bkz. İhsan Şenocak, Ümmilik, İnkişaf, sy., 9, 12-21)
Allah Resulü’nün ümmî olduğundan bahseden ayet-i kerimeler Medenî’dir. Sadece okur-yazar olmadığını bildiren ayet Mekkîdir (Ankebut: 48). Konu ile alakalı hadislerin tamamı ise Medenî’dir. Bu durum ümmîliğin onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını ve değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir.
Mektebe gitmeyen, hiçbir hocadan ders almayan ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların bilgisinden bahseden Kur’an’ı tebliğ etmesi ve bu Kitab’ın dünyanın en çok okunan kutsalı olması ilim tarihinin en büyük hadisesidir. Bu durumu gölgelemek isteyenler Allah Resulü’nün ümmî olduğunu reddederek, Kur’an’ın ilahi oluşu etrafında şüpheler oluşturmak istemektedir.
Siyer kitapları, Onun hayatını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine rağmen okuduğundan ya da okumayı öğrendiği bir şahsın adından bahsetmemektedir.
Bilgiye ulaşmanın vasıtası olan yazı, Allah Resulü’nün kaynağının vahiy olması bağlamında değerlendirildiğinde görülecektir ki, ümmîlik Allah Resulü için bir nakısa değil bilakis onun nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir.
İhsan Şenocak Hocaefendi, Kur’an-ı Kerim Müdafaası