İstanbul'un katli
İstanbul’un fethi gibi muazzam ve mukaddes bir hadise bizlere nasip oldu. Fethi gerçekleştiren büyük kumandan Fatih ve askerlerinden, fethin manevi mimarlarından Allah binlerce kez razı olsun.
Fethi müjdelenen bir şehrin yüzyıllardır sahibiyiz çok şükür. Ancak bugün gelinen noktada bunun farkında olduğumuzu söyleyebilecek tek bir kişi bile çıkmaz. İstanbul, şayet tarihten gelen kültürel, tarihi, estetik birikimini bir yana koyarsak, özellikle son 50 yılda tarafımızdan bir yağmaya uğramış vaziyette. Bunun sebepleri, sonuçları tartışılabilir ama bu yağmayla beraber şehri soktuğumuz cenderenin tartışılır tarafı kalmamış durumda.
İstanbul gibi bir mukaddes şehri bugün özetlemeye kalksak ne diyoruz? “Beton yığını” geliyor ilk olarak akla mesela. “Çok kalabalık” diyoruz, “trafik sıkışıklığı” diyoruz, hep olumsuz özellikler sayıyoruz. Şehrin tarihten tevarüs etmiş hasletleri olmasa, sıradan bir şeye dönüştürdük dönüştüreceğiz neredeyse.
İstanbul’u ve Türkiye’yi idare edenlerin İstanbul algısı nedir peki? Sanki “cazibe merkezi” değilmiş, sanki yeterince büyük değilmiş gibi akıllarına her esen “çılgın projeyi”(!) İstanbul’a tatbik etmek! Halihazırda bir göç olgusu varken ve İstanbul’un canına okunmasında bu göç olgusunun ciddi bir payı bulunurken, İstanbul’a yeni bir nüfus hareketi başlatmanın manasını çözebilmek mümkün değil.
Son 50-60 yıllık süreç, İstanbul’u tarihi, kültürel ve estetik kimliğinden giderek uzaklaştırdıysa, muhtemeldir ki bu durumu “göç” olgusundan başlatmak da yanlış olmaz. Tarımda makineleşmenin artması ve muhtemeldir ki yanlış tarım ve sanayileşme politikaları ve neticesinde Anadolu’da işsiz kalan köy nüfusunun şehirlere akın etmeye başlaması, güzide şehrimizi de yiyip bitirmeye başladı. Çaresiz insanların “iş umuduyla, taşı toprağı altın diyerek büyük şehre” göç etmeleri, “gecekondu” illetini İstanbul’a musallat etti.
İstanbul gibi bir şehrin birçok ilçesi baştan ayağa kaçaktı ve çoğunda yapılar sonradan “legal” hale getirildi. Hukuken illegal olan yapılar, estetik olarak da tipsiz, şekilsiz ve çirkindi haliyle. Topyekun bir kuralsızlık alıp başını yürüyünce, şehrin öteden beri süregelen tarihi, kültürel ve estetik kimliği de aşınmaya başladı.
Çarpık yapılaşma ve gecekondunun yerini bugün “ruhsatlı ama yamyam” bir zihniyet almış durumda. İstanbul, adeta bir müteahhit akınına maruz vaziyette. Vatandaşın hayrına olup olmadığı tartışmalı olan kentsel dönüşüm ile birlikte “merkez”deki pahalı arsalar, orta direk vatandaştan “arındırılıyor” ve orta direk “çevre”ye sürülüyor. Merkezi konumdaki pahalı arsalar müteahhitlerin pahalı, gösterişli ama şehre hiçbir değer katmayan heyulalarına teslim ediliyor. En az gecekondu yapması kadar tehlikeli bir gidişat!
Her bir yanı rezidans, lüks site, AVM, “karma proje” adı altında dikilen beton yığınlarıyla doldurulan İstanbul’un tarihi, kültürel ve estetik kimliği alenen can çekişiyor. Bu yapılan yeni “şeyleri” herhangi birine gösterseniz, bunlar için bir İslam şehrine ve medeniyetine ait olduklarını söyleyen çıkabilir mi? Tarihten kopup gelmiş yapıları çıkarıp alsanız, bu yeni yapılanların hepsi en basit bir Sinan camii veya en basit bir Osmanlı konağı eder mi peki?
Estetik olarak canına okunması yetmezmiş gibi bir de insan yoğunluğu olarak da İstanbul’un nefesi kesiliyor iyice. Bir habere göre, son iki yılda inşaatı biten ve devam eden rezidans sayısı 705, AVM sayısı ise 72 olmuş. 95 km’lik E-5 hattında biten ve yapımı devam eden 76 lüks rezidans bulunuyormuş. Trafik yoğunluğu da yüzde 90’lara çıkmış. TEM üzerinde ise son iki yılda biten ya da tamamlanan rezidans sayısı 45’miş. 120 AVM’nin bulunduğu şehirde son iki yılda biten ve inşaata başlanılan AVM sayısı ise 72’ymiş!
Bunun adına yapılaşma, kentsel dönüşüm veya imar faaliyeti denemez. 563 sene önce fethedilen bu mukaddes şehrin “katledilmesi” denebilir sadece olan bitene.
Burak Kıllıoğlu – Milli Gazete