Bütün zamanların müctehidi Ebu Hanife
İlim, Allah Teala’dan Efendimiz’e (s.a.v.), sonra ashabına, sonra tabiuna, sonra Ebu Hanife’ye, sonra da talebelerine intikal etti. Dileyen buna razı olsun, dileyen gücensin. Hakikat değişmez.[1]
Kültür Mahşeri: Kûfe
İslam coğrafyası Hz. Ömer (r.a.) zamanında ciddi anlamda bir imar faaliyetine sahne oldu. Bir çok yeni şehir kuruldu. Bu bağlamda hicretten 17 yıl sonra Basra ve Kûfe[3] şehirleri inşa edildi. Hz. Ömer (r.a.) Kûfe’ye ayrı bir alaka gösterdi. Fasih Arapça konuşan kabileleri şehrin çevresinde konuşlandırdı. Abdullah b. Mesud’u (r.a.) halka ilim öğretmesi için Kûfe’ye gönderdi. Sa’d b. Ebi Vakkas, Huzeyfe, Ammar b. Yasir, Selman el-Farisi, ve Ebu Musa el-Eşari (r. anhum) gibi alim sahabiler de şehrin irfanına katkıda bulundu; İbn Mes’ud’a yardımcı oldular. Kûfe bir irfan şehrine dönüştü. Hz. Ali (r.a.) şehre geldiğinde fakihlerin çokluğundan memnun olup şöyle demişti: “Allah’ın rahmeti İbn Mes’ud’un üzerine olsun. Bu şehri ilimle doldurdu. Onun talebeleri şehrin kandilleridir.”[4]
Hz. Ali (r.a.) en az İbn Mes’ud (r.a.) kadar ilme önem verdi. Halka fıkıh öğretmeye devam etti. Kûfe’yi İslam Devleti’nin başkenti yaptıktan ve alim sahabilerin şehre gelmesinden sonra Kûfe, İslam şehirleri arasında fakihleri, muhaddisleri, Kur’an ve Arap dili ile iştigal eden alimlerinin çokluğu ile benzersiz bir şehir haline geldi.[5]
Muhammed b. Rebi’ el-Cîzî ve Suyuti Mısır’da yerleşen sahabileri sayı itibariyle kıymetlendirirlerken ancak üç yüz kişiyi tespit edebilirler. el-İclî ise sadece Kûfe’ye yerleşen sahabilerin bin beş yüz kadar olduklarını, bunların yetmiş kadarının da Bedir ashabı olduğunu bildirir.[6]
Sahabenin bereketli çalışmaları bütün bir şehri üniversiteye çevirdi. Enes b. Sirin Kûfe’yi anlatırken şunları söylemektedir: “Kûfe’ye geldiğimde baktım ki şehirde dört bin kişi hadis, dört yüz kişi de fıkıh tahsil etmekte idi.”[7] Şehrin ilimle bütünleşen bu yapısından dolayıdır ki Kûfe, Emevi zulmünün yaşandığı dönemde mustazaf müminlerin sığınağı olmuştur.
– Çarşıya.
Ebu Hanife (r.a.) tahsile başlayacağı sırada bütün ilimleri göz ününe aldı ve her birini ayrı ayrı tahsil etti. İlk olarak “alet ilimleri”nin en önemlilerinden biri olan “Nahiv” ile ilgilendi. Sırasıyla diğerlerini de ikmal etti. Bu alanda iyi bir seviyeye gelince gaye ilimlerinin okutulduğu ders halkalarına katıldı. O yıllar itibariyle Kûfe mescitlerinde üç çeşit ilim halkası faaliyet göstermekte idi:
Akait ile alakalı temel meselelerin müzakere edildiği ve çeşitli fırka mensuplarının katıldığı Kelam meclisleri. Hadis müzakerelerinin yapıldığı ve rivayet kriterlerinin konuşulduğu hadis meclisleri. Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarma ameliyesinin yapıldığı ve fetvalarının verildiği fıkıh meclisleri.[9]
Ebu Hanife’nin (r.a.) bütün mesaisini ilme adadığı yıllarda Kûfe’de yoğun bir şekilde itikadi tartışmalar yaşanmakta idi. Müslümanlar hem kendi aralarında hem de zındıklarla tartışıyorlardı. Ebu Hanife şartların etkisi ile kelam meclislerini tercih etti. Öyle ki kelam ilminde parmakla gösterilecek bir konuma ulaştı. Basra’da Kelam’la alakalı ciddi münazaraların akdedilmesi ve farklı fırka mümessillerinin orada olması ilgisini çekti. Yirmi küsür defa Basra’ya gitti. Bunun için bir yıl kadar Basra’da ikamet etti. O yıllar itibariyle kelamı en üstün ilim addetmekte idi. Zamanla bakış açısında ciddi değişmeler oldu. Şöyle düşündü: “Allah Resulü’nün (s.a.v.) ashabı ve tabiun bizim bildiğimiz her meseleye vakıftı. İlmi meselelerde daha fazla bir kudrete ve müktesebata sahiptiler. Fakat kelami tartışmalara dalmadılar. Bilakis bundan geri durdular ve yapılmasını şiddetle nehyettiler. Onlar, şeriatla alakalı konuları fıkhi meseleleri konuştular. Bunun için meclisler akdettiler. Bu tür derslerde hazır bulundular. İnsanları şeriatın esasını öğrenmeye çağırdılar. Fetva verdiler, fetva aldılar.”[10] Fakat kelami tartışmalarda taraf olmadılar. Bu fotoğraf gözünün önünde canlandıkça Kelam’a karşı soğukluk hissetmeye başladı.
Ebu Hanife’nin zamanla fıkha karşı ise ilgisi arttı. Kelam meclislerinde üstadlığı bırakıp fıkıh halkalarında talebe olmayı tercih etti. Züfer b. Hüzeyl Ebu Hanife’nin (r.a.) fıkhı tercih etmesine neden olan hadiseyi anlatırken şunları nakleder: “Mescitte fıkıh dersleri okutan Hammad b. Ebi Süleyman’ın yakınında oturur kelam dersleri okuturdum. Bir gün yanıma bir kadın gelip; “Adamın cariye bir hanımı var. Sünnet’e uygun bir şekilde onu boşamak istiyor. Kaç talakla boşamalıdır?” şeklinde bir soru sordu. Cevabını bilemeyince suali Hammad’a sormasını, sonra da gelip Onun cevabını bana bildirmesini söyledim. Kadın Hammad’a sordu; O da şu şekilde cevap verdi: “Temizlik halinde ve cinsel ilişkiye girmeden onu bir talakla boşar, sonra ona yaklaşmaz ta ki kadın iki hayız dönemi geçirir ve ardından gusül abdesti alır. Bu durumda kadının evlenmesi helal olur.” Kadın dönüp bana Hammad’ın fetvasını nakletti. Bunun üzerine “Kelamla uğraşmaya değmez” dedim; Ayakkabılarımı alıp Hammad’ın meclisine gittim. Onu dikkatle dinleyip açıklamalarını ezberledim. Konuları en iyi ben kavrardım. Bu yüzden talebelerine; ‘Derste halkanın baş tarafında benim yanımda Ebu Hanife’den başkası oturmayacak’” demişti.[11]
Ebu Hanife (r.a.) ilimle olan münasebetini anlatırken şöyle demektedir: “Ben ilim ve fıkıh ocağı Kûfe’de yetiştim. Ulema meclisine oturdum. Özellikle bir büyük fakihin dersine sürekli katıldım.”[12] Ebu Hanife’nin (r.a.) dersini aksatmadığı fakih Hz. Ali ile İbn Mes’ud’un fıkhına varis olan Hammad b. Ebî Süleyman’dır.
O (r.a.), 18 yıl Hammad b. Ebî Süleyman’ın derslerine devam etti. Bir anlamda Hammad’a asistanlık yaptı. Hammad, şehir dışına çıkınca yerine ders okuttu, gelen soruları cevapladı.[13] Bir defasında Hammad iki ay Kûfe dışında kaldı. Bu esnada derse devam eden Ebu Hanife’ye (r.a.) hocasından duymadığı meseleler de soruldu. Onları da cevapladı fakat hocası dönünce ona arz etmek için tamamını kayda geçti. 60 kadar olan bu meseleleri Hammad dönünce kendisine arz etti. Hammad 40 fetvada Ebu Hanife’ye muvafakat 20’sinde ise muhalefet etti.[14]
Ebu Hanife’nin (r.a.) uzun yıllar ders halkasına iştirak ettiği Hammad’a fart-ı muhabbeti vardı. Ölene kadar birlikte olduğu hocasını ahirete irtihal ettikten sonra da hiç unutmadı. Kıldığı her namazdan sonra anne babası ile birlikte Hammad için de istiğfar etti. Sadace Hammad için değil ders okuduğu ve okuttuğu herkes için de dua ederdi.[15]
Ebu Hanife (r.a) Hammad’ın dışında daha bir çok alimden istifade etti. Ebu Hafs hocalarını sayı itibariyle kıymetlendirirken 4 bin rakamından bahseder. Bazı biyografi yazarları ise bu sayının sadece tabiinden olan hocalarını ifade ettiğini söylerler.[16] Bu rakam hiç de mübalağa değildir. Çünkü Ebu Hanife (r.a.) 55 defa hacca gitmiştir. Her hac mevsiminde İslam dünyasından çok sayıda müfessir, muhaddis ve fukahanın Harameyn’de bir araya geldiği muhakkaktır. Buna göre Ebu Hanife (r.a.) her bir haccında yetmiş alimle görüşüp onlardan Kitap ve Sünnet’in bilgisini alsa sadece hac süresince ders aldığı alimlerin sayısı dört bine yaklaşır.
O (r.a.) hac ibadeti dışında Emevilerin Irak Valisi İbn Hubeyre’nin zulmünden kurtulup Mekke’ye iltica etmesinden (h. 130)[17] Ebu Cafer el-Mansur’un saltanatı devralmasına kadar olan süreçte de Mekke’de ikamet etti. Ebu Cafer hicri 137 yılında sultan olduğuna göre, İmam-ı Azam Hazretleri Mekke’de yedi yıla yakın bir zaman kaldı demektir.[18] Bu zaman zarfında Abdullah b. Abbas’ın (r.a.) talebesi Ata b. Ebi Rabah, İbn Abbas’ın mevlası İkrime, İbn Ömer’in talebesi Nafi’nin ders halkalarına iştirak etti.[19]
Kûfe ve Mekke Ebu Hanife’nin (r.a.) ilim tahsil ettiği iki ana merkezdir. İlkinde İbn Mes’ud’un (r.a.) ilmine, ikincisinde ise İbn Abbas (r.a.) ve İbn Ömer’in (r.a.) ilmine varis oldu. Kendisine ilimdeki nesebi sorulduğunda ilk olarak bu isimlerden bahsederdi. Bir defasında Abbasi Devlet başkanı Ebu Cafer’in yanına gitti. İsa b. Musa da orada idi. İsa b. Musa, Mansur’a;
– Bu gün dünyanın tek alimi bu Ebu Hanife’dir.
Mansur:
– Ey Ebu Hanife! İlmi kimden aldın?
Ebu Hanife:
– Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes’ud’tan okuyanlar vesilesiyle onların talebelerinden okudum. Öğrencilerinin derslerine katıldığım Abdullah b. Abbas’ın öyle geniş bir ilmi vardı ki, yaşadığı dönemde yeryüzünde ondan daha alimi yoktu.[20]
O (r.a.), her çiçeğe konup onlardan öz alan sonra da bütün özleri terkip edip yeni bir hale dönüştüren arı gibi, Kûfe’den Hz. Ali ile İbn Mes’ud’un; Mekke’den İbn Abbas ve İbn Ömer’in (r. anhum) daha başka şehirlerde yaşayıp da hac yoluyla ilimleri Harameyn’e intikal eden diğer alim sahabilerin malumatını bir araya getirip muazzam bir hasıla oluşturdu.
Ebu Hanife (r.a.) hakkında kaleme alınan biyografi kitaplarının tamamı Onun bazı sahabilerle görüştüğünü rivayet ederler. Biyografistlerin bir kısmı da -özellikle muhakkik Hanefi alimler- sahabeden hadis rivayet ettiğine vurgu yaparlar.[21]
Kişinin “Tabiun”dan olabilmesi için ashabı görmesi yeterlidir. Hadis rivayet etme şartı yoktur. Nitekim İbn Hacer Askalani “Tabiun” tanımıyla alakalı farklı mülahazalar içerisinde en muteber olanının bu görüş olduğunu bildirmektedir. İmam Nevevi de “Tabiun”u tarif ederken “Sahabi ile karşılaşan/görüşen kişi” demektedir.[22]
Kişinin Tabiun”dan kabul edilebilmesi için rivayet şartını ileri sürmek Müslim’in naklettiği hadise de aykırıdır. Allah Resulü (s.a.v.): “Tabiun’un en hayırlısı Uveys denen adamdır.” buyurmaktadır. Efendimiz’in (s.a.v.) tabiunun en hayırlısı olarak nitelediği “Uveys” sahabeyi sadece görmüştür. Onlardan hadis rivayet etmemiştir.
Muhal farz Ebu Hanife’nin sahabeden rivayeti olmadığı zannedilse dahi yine o tabiundan kabul edilir. İbn Hacer Askalani bu noktada şunları söylemektedir: Ebu Hanife (r.a.) hicri 80 yılında Kûfe’de dünyaya geldikten sonra şehirde yaşayan bir çok sahabiye yetişti. Bu açıdan tabiun kuşağından addedilir. Bu cihetle muasırı olan diğer fakihlerden daha üstündür.[23]
Ebu Hanife’nin (r.a.) kendileri ile görüşüp onlardan hadis rivayet ettiği bir çok sahabi vardır. Onlarla görüşmesinin kronolojik açıdan imkanını şu şekilde tahlil edebiliriz:
1. Enes b. Malik: Enes b. Malik’in (r.a.) vefat tarihi ile alakalı üç farklı rivayet vardır. Bunlar sırasıyla hicri 91, 92 ve 93 yıllarıdır.[24] Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumu ise 80’dir. Bu durumda Enes b. Malik’in vefatıyla alakalı en erken tarih muteber kabul edilse dahi yine Ebu Hanife’nin Onunla görüşmesine mani bir durum söz konusu değildir. Nitekim muhakkik alimler de bunu ikrar etmişlerdir. Muhammed Zahid Kevseri bu noktada hayli kabarık bir isim listesi vermiştir.[25]
2. Abdullah b. Cezi ez-Zebidi(Zübeydi) (r.a.): Ebu Hanife (r.a.) hicri 96 yılında 16 yaşında iken babası ile birlikte yaptığı hac ibadeti esnasında akdettiği hadis halkasında Allah Resulü’nden işittiklerini rivayet eden Abdullah’ı (r.a.) görmüştür. Abdullah (r.a.), hicri 97 yılında ahirete irtihal etmiştir. [26]
3. Abdullah b. Ebi Evfa (r.a.): Hicri 87 yılında vefat eden Abdullah’ı (r.a.) Ebu Hanife (r.a.) son defa gördüğünde 7 yaşında idi.[27]
4. Abdullah b. Uneys (r.a.): Hicri 94 yılında Kûfe’ye gelen Abdullah (r.a.) ile Ebu Hanife (r.a.) karşılaştığında O 14 yaşında idi.[28] İmam-ı Azam Abdullah’tan (r.a.) hadis dinlediğini bildirmektedir.[29]
5. Vasile b. el-Eska’ (r.a.): Ebu Hanife 85 yılında vefat eden Vasile (r.a.) ile (r.a.) görüştüğünde 5 yaşında idi.[30]
6. Ebu’t-Tufeyl Amir b. Vasile: Ebu’t-Tufeyl (r.a.) en son vefat eden sahabidir. 102 yılında Mekke’de ahirete irtihal etmiştir.[31]
Ebu Hanife’nin (r.a.) ilim adamlarına karşı olan rağbeti herkesçe malumdur. O ticarette aktifken dahi ilim meclislerine devam eder, Ehl-i Sünnet’i müdafaa noktasında akdedilen münazaralarda yaptığı mübahaselerle devrin alimlerinin takdirini celp ederdi. Bu durumdaki bir ilim adamı için yaşadığı dönemde Kûfe’de ikamet eden sahabilerle görüşmemiş olması nasıl düşünülebilir?! Ya da onlarla görüştüğü halde hadis rivayet etmemesi nasıl tasavvur edilebilir?! Bu, Ebu Hanife’nin kadrini idrak edemeyenlere ait mücerred bir iddiadır. Bunu söylerken İmam-ı Azam’ın (r.a.) hayatını delil olarak kullanıyoruz. Nitekim O (r.a.) şöyle bir hadise nakletmektedir: Hicri 96 yılında 16 yaşında iken babamla birlikte Hacca gittim. Mescid-i Haram’a girince büyük bir ilim halkası gördüm. Babama, bu kimin halkasıdır dedim. Babam: “Allah Resulü’nün (s.a.v.) ashabından Abdullah b. Cezi ez-Zebidi’nin (r.a.)” dedi. Bunun üzerine Ona doğru ilerledim ve Peygamberimiz’den (s.a.v.) duyduğunu söylediği şu hadisi işittim: “Kim kendini Allah’ın dinine adarsa Allah Teala da Onu endişe duyduğu şeylerden korur ve hesap etmediği yerden Onun rızkını karşılar.”[32]
Bazıları Ebu Hanife’nin (r.a.) Enes b. Malik’le (r.a.) görüştüğünü kabul ediyor, fakat Ondan (r.a.) hadis aldığını reddediyor. Diğer bir kısım ise yaş itibariyle bir grup sahabiye yetiştiğini söylüyor fakat onlarla görüşüp hadislerini rivayet ettiğini inkar ediyor. İkinci grup red meselesinde bir adım daha ilerde duruyor; fakat her iki grup da nefy üzere şahadet ediyor. İddialarını delillendirirken de “Sahabe ile görüştüğünü falan falan alim rivayet etmedi” diyorlar. Böyle bir itiraz geçersizdir. Çünkü “yokluk” üzerinden fikir yürütüyorlar. Bu noktada Kerderi şunları söylüyor: “Bazı muhaddisler Ebu Hanife’nin sahabe ile görüştüğünü inkar ediyor; Talebeleri ise sahih isnatlarla bunu belgeliyor. Talebeleri, Ebu Hanife’nin (r.a.) durumunu daha iyi bilmektedirler. Bu yüzden Onun sahabe ile görüşüp onlardan hadis rivayet ettiğini kabul edenlerin görüşü karşı çıkanlardan daha güçlüdür.[33]
Ebu Hanife, “Tabiun”[34] kuşağına ahirde yetişen -sahabe devri müstesna- İslam tarihinin en büyük müçtehididir. Tabiun olması hasebiyle şu ayette övülen kadroya da dahildir: “(İslam’a girme noktasında) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya! İşte Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.”[35]
Ebu Hanife’nin (r.a.) derslerine devam ettiği Hammad, 120[36] yılında vefat edince Iraklılar onun yerini dolduracak bir halef arayışına girdiler. İlk olarak yerine oğlu İsmail’i geçirmek istediler. Fakat onda aradıklarını bulamadılar.[37] Çünkü İsmail, fıkıhtan ziyade şiire ve Araplarla alakalı önemli olayları/hikayeleri öğrenmeye meyilli idi.[38] Bu yüzden babasının meclisinden geri durdu. Hammad’ın ders halkasına Musa b. Ebi Kesir oturdu. Kûfeliler fıkıhta kabiliyeti olmayan Musa’nın büyük alimlerin meclislerinde bulunmasından dolayı bu görevi ifa edebileceğini düşünmüşlerdi. Fakat O, talepleri karşılayamadı.[39]
Musa hacca gidince Kûfeliler, yerine Ebu Hanife’nin geçmesi noktasında görüş birliğine vardırlar. O da vazifeyi kabul etti. Niçin kabul ettiği kendisine sorulduğunda ise şöyle demişti: “İlmin yok olmasına gönlüm razı olmadı.”[40]
Kûfeliler, Ebu Hanife’nin (r.a.) ders halkasına gidip gelmeye başlayınca her konuda onun meclisinde kapsamlı ilim olduğunu gördüler. Derslerine devam ettiler, sair ders meclislerine gitmeyi bıraktılar. Dinde alim oluncaya kadar Onun yanında merhale merhale yetiştiler.[41]
Günler ilerledikçe Ebu Hanife’nin (r.a.) ilim ve dehası daha iyi idrak edildi. Şöhreti Kûfe sınırlarını aştı. Sadece talebeler değil, ulema da Onun derslerine ilgi duydu. Çünkü O (r.a.) en zor meseleleri çözen, her işkali def eden olağan üstü bir zekaya sahipti. Fadl b. Musa es-Sinani Onun ders halkasını diğerleri ile mukayese ederken şunları söylemektedir: “Hicaz ve Irak’taki alimlerin derslerine devam ederdik; Ebu Hanife’nin meclisinden daha bereketli ve daha faydalı bir ders halkası yoktu.”[42]
İlminin bereketi fark edildikçe diğer hocaların ders halkaları küçüldü. Çünkü talebeler en ayrıntılı bilgiyi Onda buldular. Abdullah b. Mübarek Onun ilme katkısını anlatırken şöyle demektedir: “İlim tahsili için bir çok alime ve şehre gidip geldim. Ebu Hanife ile karşılaşıncaya kadar helal ve haramın illetlerini bilmiyordum.”[43]
Çağının tanığı bir çok alim O ders okutmaya başlayınca talebesizlikten ders okutamaz hale geldi. Kimi “İhkak-ı Hak” kabilinden “Ebu Hanife’nin ders okuttuğu bir zamanda bize ancak talebe olmak yakışır” deyip Onun ders halkasına katıldı. Kimi de hasedinden hakkında türlü iftiralar uydurup, onların tevziatı ile meşgul oldu. Hatib Bağdadi’nin “Tarih”i başta olmak üzere bazı eserlerde yer alan menfi ifadelerin çoğu, Ebu Hanife’nin (r.a.) ders okutmaya başlaması ile itibarlarını kaybeden haset sahiplerine aittir.
Ebu Hanife’nin (r.a.) ders takrir etmeye başladığı yıllarda İslam coğrafyasının sınırları İspanya’dan Güney Asya sahillerine kadar uzanmıştı. Farklı inanç ve kültüre ait bir çok millet İslam ülkesinin sınırları içerisinde yaşamakta idi. Bunların bir kısmı İslam’ı seçerken diğerleri “zimmi” statüsünde kendi dinlerini yaşamaya devam etti. Kûfe’nin Abbasilerin gözde şehirlerinden biri olması, devletin sınırları içerisinde yaşayan “zimmi” ve “müste’men” statülerine sahip gayri müslimleri buraya yerleşmeye ya da bura üzerinden İslam şehirlerine açılmaya sevk etti. Öyle ki Hz. Ömer’in Müslüman Arap kabilelerini yerleştirerek iskana açtığı şehir, kurulduktan bir asır sonra İslam coğrafyasındaki mezhep ve ideolojilerin bir hasılası konumuna geldi.
İslam’ın ilerleyişi karşısında yeni stratejiler belirleme yoluna giden gayri müslimler ümmetin birliğini parçalayabilmek, mezhepler arasındaki anlayış farklılıklarını fürudan usule taşıyabilmek için Kûfe gibi büyük şehirlerde Müslüman kılığında yoğun bir faaliyet içerisine girdiler. Akşamdan sabaha kadar hadis uydurup, sabah yalan yanlış senetlerle onları tevzi ettiler. Bu yüzden Kûfe’de ders okutmak ayrı bir dikkat gerektiriyordu. Hem sorun çoktu hem de yanlış doğrunun içerisine karıştırılmıştı.
Böylesine karışık bir ortamda ders okutmaya başlayan İmam Azam (r.a.) öncelikle Hz. Ömer Efendimiz (r.a.) zamanında uygulanan şura içtihadını aktif hale getirdi. Bunun için 40 kişiden müteşekkil bir fıkıh akademisi kurdu. Akademinin üyeleri fıkıh, hadis Kur’an ilimleri ve Arap dilinde derin ilme sahip seçkin öğrencilerden oluşmakta idi.[44]
Ebu Hanife’nin (r.a.) meseleleri istişare ettiği müçtehit talebelerden bazıları şunlardır: Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, Züfer b. Hüzeyl et-Temimi, Hasan b. Ziyad el-Lü’lui, Veki’ b. el-Cerrah, Abdullah b. Mübarek, Bişr b. Ğiyas el-Merîsi, Afiyet b. Yezid, Davud et-Tai, Yusuf b. Halid es-Semti, Malik b. Miğvel ve Nuh b. Ebi Meryem.[45]
İslam’a ve Müslümanlara karşı olan sorumluluğu Onu böyle bir akademi kurmaya yöneltti. Zira İslam toplumundaki çok kültürlü yapı, beraberinde siyasi, içtimai, iktisadi, itikadi ve de ahlaki bir çok sorun üretmişti. Devletler arası hukuktaki tıkanmışlıktan, medeni ve kazai davalarda çözüm bekleyen sorunlara kadar hayatın bütün şubelerinde Kur’an ve Sünnet’ten hareketle çözümler getirilmeliydi. Evzai, Malik b. Enes gibi geniş müktesebata sahip bir çok müçtehit vardı; fakat sorunlar bir anda çözülebilecek gibi değildi. Bu yüzden Ebu Hanife’nin dersleri ayrı bir alaka gördü. Hac mevsimi Mescid-i Haram’da oturduğunda doğu ve batıdan büyük fakihler etrafında toplanır, onlara fetva verirdi.[46]
Kollektif bilginin etkin olduğu akademide Ebu Hanife (r.a.) ortaya bir mesele atar öğrencilerine görüşlerini sorardı. Onlar da söz alır, görüşlerini ve delillerini serd ederlerdi. Ebu Hanife gelen itirazlara cevap verir; derken mesele olgunlaşır ve en sonunda görüşünü beyan ederdi. Mesele karara bağlanınca içeriden “Allahü Ekber” sesleri yükselirdi.[47]
Birisi, Ebu Hanife’ye (r.a.) sahabenin bile ihtilafa düştüğü bir konuyu nasıl çözdüğünü sorduğunda O şöyle cevap verdi: “Zannediyor musun ki ben bu görüşe gelişi güzel ulaştım? Bu önemli konu hakkında yirmi yıl düşündüm, bununla ilgili bütün bilgi ve hükümleri topladım ve sahabenin her birinin fikirlerini teker teker inceledim.”[48] Neticede bu hükme ulaştım.
Ebu Hanife (r.a.) öğrencileri ile müzakere ettiği konuyu tam bir dikkat ve derin bir tahasssus içerisinde incelerdi. Bazen bir meseleyi onlarla bir ay ya da daha fazla tartıştığı olurdu. Konu üzerinde genel bir kabul oluşunca meclisin katibi Ebu Yusuf hükmü kayda geçerdi.[49]
O, müçtehitlerin hocasıydı. Mutlak müçtehit olarak kabul edilen fakat talebelerinin içtihatlarını tedvin etmemelerinden dolayı mezhepleri günümüze kadar ulaşmayan ya da ulaşan müçtehitler işkallerini ona arz ederlerdi.
Büyük hadis alimi Ameş hacca gitmek istediği zaman hac menasikini kendisi için düzenli bir şekilde yazması için ona haber göndermişti. Ameş etrafındakilere şöyle derdi: “Hac menasikini Ebu Hanife’den öğreniniz. Zira haccın ne farz ne de nafilesini Ondan daha iyi bilen birisini tanımıyorum.”[50]
Fıkhın en canlı dönemi hicri ikinci asrın ilk yıllarından başlayıp dördüncü asrın ortalarına kadar devam eden “müçtehit imamlar” devridir. Bu dönem fıkhın “Altın çağı”dır. Meşhur ve muteber dört mezhebin kurucuları bu dönemde yaşamıştır. En fazla içtihat bu dönemde yapılmıştır. Bu dönemin dolayısıyla da Saadet Asrı sonrası bütün zamanların en büyük müçtehidi Ebu Hanife’dir. Çünkü O, bütün ümmetin “İmam-ı Azam”ıdır.
Ebu Hanife’nin (r.a.) fıkıh alanında çözüme kavuşturduğu meseleler beş yüz bine ulaşmaktadır(Rakkam hususunda ittifak yoktur).[51] Bu sayı ilk planda insana mübalağa gibi görünebilir. Vakıayı doğru değerlendirebilmek için öncelikle Kûfe’nin siyasi/içtimai konumunu ve diğer müçtehitlerin yaşadığı şehirlerle münasebetini iyi bilmek gerekmektedir.
Mesela İmam Malik Medine’de; Allah Resulü’nün (s.a.v.) yaşadığı şehirde sahabe çocuklarına fetva veriyordu. Medine’de mekan ve insan itibariyle ciddi bir değişim olmadığından hadis-i şerifler Ona yöneltilen soruları içtihada ihtiyaç duymadan karşılayabiliyordu. Kûfe’de ise tam bir kültür ve inanç mozaiği vardı. Bunun için problemler hem sayı itibariyle çok hem de değişikti. Böyle bir ortamda beş yüz bin meselenin oluşmasını imkansız kılacak bir durum yoktur. Ayrıca Ebu Hanife’ye (r.a.) özellikle hac mevsiminde devrin fakihleri tarafından çözülemeyen problemlerin de getirildiği ve Onun sadece olmuş olaylara değil olması ihtimal dahilinde olan hadiseler (takdiri meseleler) hakkında da fetva verdiği göz önünde tutulmalıdır. Bu usulle verdiği fetvaların 60 bin civarında olduğu düşünülmektedir.[52]
Vuku bulmayan fakat vuku bulması farz edilen konularda fetva vermek anlamına gelen “takdiri fıkhı” Ebu Hanife (r.a.) çokça kullanırdı. Katade ile arasında geçen şu konuşma buna niçin baş vurduğunu açıklamaktadır: Ebu Hanife:
– Ey Ebu Hattab! Kendisinden haber alınamayan bir adamın eşi hakkında görüşünüz nedir?
– Hz. Ömer’in fetvasını söylerim; Dört yıl bekler eğer bu sürede kocası gelirse onunla evliliği devam eder. Kocası dönmezse, eşleri ölen kadınlar gibi 4 ay 10 gün iddet bekler, ardından bir başkasıyla evlenebilir.
– Bu durumda ilk eş döner ve evlenen hanımına “Ey kötü iş yapan kadın! Ben yaşadığım halde sen başkası ile evlendin.” der; Sonraki koca da “Ey kadın! Eşin olduğu halde benimle evlendin” diye çıkışırsa kadın kimin eşi kabul edilir ve hangi adamla lanetleşir?[53]
– Bu hadise gerçekleşti mi?
– Hayır.
– O halde olmamış bir meseleyi bana niçin soruyorsun?
– Alimler belaya hazırlanırlar, gelmeden önce ondan korunurlar. Gelince de onu tanırlar, nereden girip nereden çıkacaklarını bilirler.[54]
Bu ön bilgiden sonra, beş yüz bin fetvayı Onun aktif olarak içtihat ettiği 30 yıla (H. 120-150) yayarsak her gününe 45 mesele düşmektedir. 40 müçtehitle birlikte meseleleri müzakere eden ve sabahtan yatsıya kadar bütün zamanını ilme adayan[55] Ebu Hanife gibi bir müçtehit için bu sayı hiç de kabarık değildir.
500 bin mesele hakkında hüküm beyan eden Ebu Hanife’nin kıyas ve istihsanı çok kullanmasından dolayı içtihatlarındaki yanılma oranı selefilerin iddia ettiği gibi yüksek midir? Bu sorunun en doğru cevabı Onu herkesten daha iyi tanıyan öğrencileri tarafından verilmiştir. Nitekim bir adam, talebelerinden Veki’in huzurunda İmam-ı Azam’ın yanıldığını söyleyince Veki’ şöyle diyerek adama karşı çıkmıştı: “Böyle diyen kişiler hayvanlar gibidirler; Hatta benimsedikleri yol itibariyle onlardan daha da aşağıdırlar. Yanında Ebu Yusuf ve Muhammed b. Şeybani gibi fıkıh alimleri, hadis imamları, Arap dili uzmanları, Fudayl ve Davud et-Tai gibi züht ve vera’ abideleri olan bir Ebu Hanife nasıl hata edebilir?! Böylesine muazzam bir öğrenci/müçtehit kadrosuna sahip birisi hata edemez. Çünkü yanıldığında müçtehit talebeleri müdahale ederek Onu doğruya yönlendirirler.”[56]
İmam-ı Azam (r.a.) bu gün olduğu şekliyle fıkıh ilmini tedvin eden ve bab bab, kitap kitap tertip eden ilk alimdir. İmam Malik (r.a.) de “Muvatta”yı telif ederken Onun tedvin usulünü takip etmiştir.[57]
Bu noktada Muvaffak b. Ahmed el-Mekki şunları nakletmektedir: “Ebu Hanife (r.a.) şeriat ilmini ilk tedvin eden kişidir. Ondan önce kimse bunu yapmamıştır. Çünkü ne sahabe ne de tabiun (r. anhum) şeriat ilmini sistematik bir şekilde bab ve kitaplara ayırmıştı. Onlar idrak güçlerine itimat ederlerdi, kalplerini bilgilerine dağarcık yapmışlardı. Onlardan sonra yetişen Ebu Hanife (r.a.) ilmin yayıldığına tanıklık eti. Yeni neslin ilmi zayi etmesinden korktu. Nitekim bu noktaya dikkat çeken Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: “Allah Teala insanların elinden çekip almak suretiyle ilmi ortadan kaldırmaz. İlmi, alimlerin ölmesiyle söküp alır. Geriye cahil reisler kalır; İlimleri olmadığı halde fetva verirler, hem saparlar hem de sapıtırlar.” İşte bunun için Ebu Hanife (r.a.) fıkhı tedvin etti. Onu baplara ayırdı. Bölüm bölüm tertip etti.[58]
Bölümlerin tasnifine ilk olarak “Taharet” ile başladı sonra “Namaz” ve peşi sıra diğer ibadetleri yazdı. İbadetleri takiben “Muamelatı” kaleme aldı. Tertibi “Miras”la bitirdi. O (r.a.) fıkhın tedvinine “Taharet”le başlayıp “Namaz”la devam etti. Çünkü kişinin sağlam bir akideden sonra, sorumlu olduğu ilk ibadet namazdır. Namaz ibadetlerin en özeli ve vücub itibariyle de en genelidir. “Muamelat”ı da ibadetten sonra getirdi. Çünkü -esas olan- kişi taraf olmadıkça “Muamelat” yok hükmündedir. Yani ibadet gibi mükellef, evvel emirde ondan sorumlu değildir. Ebu Hanife (r.a.) fıkhın tedvinini “Vasiyet” ve “Miras”la tamamladı. Çünkü bunlar insanın son anlarıyla alakalı hükümlerdir.[59]
Ebu Hanife’den (r.a.) sonra gelen müçtehitler Onun bu tasnif sisteminden faydalandılar. Ona uydular. Kitaplarını Onun eserlerine bakarak şekillendirdiler. Bunun içindir ki, İmam Şafii; “Alimler, fıkıhta Ebu Hanife’nin çocukları mesabesindedir.” demiştir.[60]
Muvaffak Mekki, fıkıh ile alakalı meseleleri Ebu Hanife (r.a.) tedvin etti derken, bunu Onun yönetiminde öğrencilerinin yaptığını kastetmektedir. Mekki’nin ifadelerinde “Mecaz-ı Akli” vardır. Bu, tıpkı “Hz. Ömer (r.a.) Kûfe’yi inşa etti.” cümlesindeki manaya benzer. Burada şehri gerçekte inşa eden Hz. Ömer (r.a.) değil Onun görevlendirdiği mühendis ve işçilerdir. Hz. Ömer’in (r.a.) inşa emrini vermesi fiilin Ona isnadını mümkün kılmaktadır. Fıkıhla alakalı eserlerin tedvinine sebep olan, bunu imla yoluyla bizzat yaptıran da Ebu Hanife olduğundan tedvin ameliyesinin Ona isnat edilmesi uygundur.
İmam-ı Azam (r.a.) fıkıh ilmine yaptığı büyük katkıya rağmen bizzat kendisi fıkha dair bir eser telif etmemiştir. Her ne kadar “el-Fıkhu’l-Ekber”in fıkıhla alakalı bir kitap olduğu 60 bin ya da daha fazla meseleyi içerdiği söylense de eldeki “el-Fıkhu’l-Ekber” nüshaları akide ile alakalı olduğundan, olmayan bir şey hakkında konuşup hüküm vermek doğru değildir.[61]
İmam-ı Azam’ın (r.a.) bizzat telif ettiği bir fıkıh kitabının olmaması Onun adına bir eksiklik değildir. Çünkü kitap telifi Ebu Hanife’nin ahirete irtihalinden sonra ya da hayatının son anlarında şuyu’ bulmuştur.[62]
Sahabe asrındaki müçtehitler fetva ya da içtihatlarını tedvin etmekten sakınmışlardı. Hatta dinin esasına dair bir araya getirilen tek kitap Kur’an-ı Kerim olsun diye hadisleri bile -daha sonraki zamanlarda görülen keyfiyette- tedvin etmemişlerdi. Sonraki dönem alimleri hadisleri ve fetvaları bir araya getirme zorunluluğu duydular. Medine Fakihleri Abdullah b. Ömer, Aişe, İbn Abbas (r. anhum) ile onlardan sonra gelen tabiun kuşağı fetvalarını bir araya getirdi. Onlara bakar, meseleleri onlar üzerine bina ederlerdi. Iraklı fakihler de İbn Mesud’un fetvaları ile Hz. Ali, Şüreyh ve diğer Kûfe kadılarının fetva ve hükümlerini bir araya getirdiler. Kûfe fakihlerinden İbrahim Nehai, fetvaları ve fıkhi esasları bir risalede cem etti. Hammad da benzer bir çalışma yaptı. Bu risalelerin hiç biri fıkhi bablara göre tasnif edilmemişti. Halka dağıtılmayan bu çalışmalar unutma durumunda müçtehidin müracaat edeceği şekilde hazırlanan özel notlardan ibaretti.[63]
İmam-ı Azam’ın (r.a.) fıkıhla alakalı içtihatlarını günümüze taşıyan eserler öğrencileri tarafından kaleme alındı. “Sahibeyn/imameyn” diye bilinen mezhebin iki önemli şahsiyeti Ebû Yusuf ve İmam Muhammed başta olmak üzere Züfer b. Hüzeyl, Hasan b. Ziyad gibi diğer talebelerinin Ondan rivayet ettikleri fıkhî meseleleri İmam Muhammed, “Zâhiru’r-Rivâye” adıyla şöhret bulan altı kitapta bir araya getirdi. Fakat, “Zâhiru’r-Rivâye” kitaplarının içerikleri hakkındaki yaygın kanaat, bunların üç imamdan ya da onların bir kısmından nakledilen meseleler olduğu istikametindedir.[64] Altı kitaptan oluşan ve tamamı İmam Muhammed tarafından tedvin edilen ‘Zâhiru’r-Rivâye’ kitaplarına bu ismin verilmesi, onların, İmam Muhammed’den güvenilir bir rivayet zinciriyle nakledilmelerinden dolayıdır.[65]
Mütevatir bir rivayet zincirine sahip olmadıklarından dolayı “Nevadir” başlığı altında toplanan[66] kitaplarda da Ebu Hanife’nin çok sayıda içtihadı yer almaktadır.[67]
İmam-ı Azam (r.a.) kelam ilminde de geniş bir müktesabata sahipti. Devrin ihtiyaçlarını dikkate alarak akide ile alakalı meselelerde de ümmete yol gösterdi. Bu alandaki mütalealarının bir kısmı öğrencileri tarafından kayda geçirildi. Bir kısmı da kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplarla şekillendi. Maturidi mezhebinin de temelini oluşturan bu kitaplar şunlardır: “el-Fıkhu’l-Ekber”, el-Fıkhu’l-Ebsat”, “el-Alim ve’l-Müteallim”, “er-Risale”, “el-Vasiyye”.[68]
Ebu Hanife (r.a.) içtihat ederken deliller arasında nasıl bir sıralama takip ederdi; Nelere öncelik verirdi? Birilerinin iddia ettiği gibi O sahih hadislere rağmen “Kıyas” ve “İstihsan”a başvurur mu idi? Sahih kabul ettiği hadislerin yekünü 17 adet mi idi?[69]
Sünnet’e rağmen bir İslam oluşturmayı hedefleyen modernist Müslümanlar düşüncelerine meşruiyet kazandırabilmek için Ebu Hanife’yi (r.a.) kendilerine göre tanımlama gayreti içerisine girdiler. Halbuki O, değil Sünnet’i devre dışı bırakmak, sahabe sözünü bile hüccet kabul ederdi. Nitekim içtihat usulünde izlediği yolu anlatırken şöyle demektedir: “Öncelikle Allah’ın Kitabı’nda olanı alırım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Kitap ve Sünnet’te bulamadığım takdirde sahabe sözüne başvururum. Onların sözlerinden dilediğimi alır dilediğimi terk ederim. Sahabenin sözünü bırakıp da başkasının sözünü almam. Fakat iş İbrahim en-Nehai, Şa’bi, İbn Sirin, Hasan Basri, Ata, Said b. Müseyyeb’e… ulaşırsa bunlar içtihat eden bir topluluktur. Ben de onlar gibi içtihat ederim.”[70] Muvaffak Mekki devamla Ebu Hanife’nin (r.a.) içtihat sistemini açıklarken şunları söyler: “O, meseleleri kıyas yaparak bir sonuca bağlardı. Kıyas uygun olmuyorsa “istihsan”da bulunurdu. İstihsanla da bir sonuca ulaşamadıysa Müslümanların aralarında dikkate aldıklara muameleye/örfe müracaat ederdi.[71]
Yukarıdaki ifadelerden bedihi bir şekilde anlaşılmaktadır ki, Ebu Hanife (r.a.) bir konuda hüküm verirken öncelikle Kitab’a, ardından Sünnet’e sonra da sahabe görüşüne müracaat ederdi. Eğer sahabe arasında icma yoksa yine de onların görüşlerinin dışına çıkmaz, sözleri arasından Kur’an ve Sünnet’e en uygun olanı seçerdi.[72] Söz konusu delillerde konuyla alakalı bir hüküm bulamadıysa sırasıyla kıyas ve istihsan yapar ya da sahih örfü dikkate alırdı.
Buna göre Ebu Hanife’nin (r.a.) hüküm çıkarırken kullandığı deliller şunlardır: Kitap, Sünnet, sahabe icmaı, sahabe kavli, kıyas, istihsan, örf ve icma.
Ebu Hanife’yi (r.a.) tenkit edenlerin ifadeleri tahlil edildiğinde görülecektir ki; münekkitler ya kıskanç ya cahil ya da mutaassıb kimselerdir. Bazı ilim adamları ilimdeki dirayetine, ümmet nezdindeki itibarına haset edip Ona iftira ettiler. Böylece Onun gölgesinden kurtulacaklarını düşündüler. Cahiller de gayreti diniye adına haset sahibi alimlerin yalanlarını hakikat diye müdafaa ettiler. İmam-ı Azam’ı (r.a.) tenkit eden taifenin üçüncüsü ise taassubun görme melekelerini öldürdüğü kişilerdir. Bunların başında bir çok esere imza atan Hatib Bağdadi gelmektedir.
Bağdadi’nin Hezeyanları
Bağdadi meşhur eseri “Tarihu Medineti’s-Selam/Bağdat”ın XV. cildinde 444’ten 587’ye kadar olan sahifelerde (143 sayfa) Ebu Hanife’yi anlatır. İlk 60 sahifede Ebu Hanife’nin ilmi, takvası ve cömertliği ile alakalı nakillerde bulunur. İlk bölümün sonunda Onun (r.a.) sahabe sözünü dahi kendi içtihadına tercih ettiğini anlatır. Bunun hemen akabinde Ebu Hanife’yi (r.a.) cerhe başlar ki muzahrafat tam 82 sahife devam eder. Bağdadi’nin Ebu Hanife’ye (r.a.) dair naklettiği iftiralar altı ana başlıkta toplanır: 1. Ebu Hanife aleyhinde konuşan alimlerin ifadeleri. 2. Ebu Hanife’den iman konusunda rivayet edilen sözler. 3. İmam-ı Azam’a isnat edilen “halku’l-Kur’an” ile alakalı görüşler. 4. Devlet adamlarına başkaldırmak ile alakalı nakiller. 5. Din hakkında uydurulup Ebu Hanife’ye isnat edilen çirkin sözler. 6. Onun içtihatlarını yeren ve Ondan sakınmayı öğütleyen bazılarının sözleri.
Birinci başlık altında rivayet edilen nakillerle alakalı şunlar söylenebilir: Ebu Hanife’yi (r.a.) tenkit edenlerin ifadelerine bakıldığında görülmektedir ki, bunlar Onun ilmini çekemeyen insanlardır. Ayrıca Hatib Bağdadi’nin naklettiği sözlerin senetlerinde yer alan bir çok ravi yalanda şöhret bulmuş kişilerdir. Bu yüzden rivayetleri metruktur. Ravide problem olmadığı farzedilse dahi çağdaş iki alimden birinin diğerini tenkit etmesi, tenkit edilenin değerini düşürmez. Bundan dolayı zan altında da bırakılmaz. Zira muasır alimlerin birbirlerini tenkit etmeleri sahabe devrinden günümüze kadar hep devam ede gelmiştir. Aynı devirde yaşayan alimlerin, birbirlerini anlatırken kullandıkları üslubun sert, ifadelerin ön yargılı olması, söz konusu açıklamalara ihtiyatla yaklaşılmasını gerekli kılmıştır. İnsan psikolojisinin dayanılmaz baskısı altında söylenen ithamları değerlendirirken İbn Abbâs’ın şu sözünü zihinde canlı tutmak doğru hükmün kılavuzu olacaktır: “Alimlerin bilgisini kabul edin, fakat birbirleri hakkındaki kanaatlerinde onları doğrulamayın. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, onların vuruşan iki koçtan daha farklı durumları yoktur.”[73] İmam Taceddin es-Subki talebelerine, ulemanın birbirleri hakkında sarf ettikleri sözlere, aralarında cereyan eden olaylara karşı sessiz kalmalarını telkin eder.[74] İbn Abidin de muasır alimlerin birbirlerinin yargılarına göre değerlendirilmelerinin doğru olmadığını belirtir.
Haset sahibi insanların iftiralarını dikkate alarak Ebu Hanife’yi (r.a.) tenkit edenler hakikatle yüzleştiklerinde tövbe edip Allah’tan mağfiretlerini istemişlerdir. Nitekim Onun muasırlarından Şam diyarının fakihi Evzai (r.a.) Abdullah b. Mübarek’le karşılaştığında “Kûfe’de ortaya çıkan ve Ebu Hanife künyesiyle şöhret bulan bu bidatçi kimdir? diye sorar. İbn Mübarek kim olduğunu söylemeden muğlak meseleleri, onları anlama usullerini ve o konudaki fetvaları zikretmeye başlar. Evzai:
– Bu fetvalar kime aittir?
– Irak’ta karşılaştığım bir alime.
– Bu kişi ulemanın büyüklerindendir. Git Ondan daha fazla mesele öğren.
– İşte bu alim az önce bidatçi diye tenkit ettiğin Ebu Hanife’dir.
Daha sonra İmam Evzai ile Ebu Hanife Mekke’de bir araya gelir, İbn Mübarek’in anlattığı konuları müzakere ederler. Ebu Hanife konuları daha da açar. Ayrıldıklarında Evzai İbn Mübarek’e: “İlminin çok ve aklının mükemmel oluşuna gıpta ettim. Allah Teala’dan hakkında söylediklerimden dolayı affımı istiyorum. Apaçık bir yanlışın içerisinde imişim. Sana gelince İbn Mübarek, sakın Ondan ayrılma!”[75]
İmam-ı Azam’ın (r.a.) ilim ve takvasını takdir eden muasırlarına gelince onların tavsifleri hasetçilerin iftiralarına kıyas edilmeyecek derecede çoktur. İmam Malik’e Ebu Hanife’yi (r.a.) gördün mü diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Evet, öyle bir adam gördüm ki, sana bu sütunun altın olduğunu söylese mutlaka -altın olduğuna dair- delillerini getirir.”[76] Ondan daha fakihini görmedim[77] diyen İbn Mübarek “Eğer Allah Teala bana Ebu Hanife ve Süfyan’a talebe olmayı nasip etmeseydi sıradan birisi olurdum.”[78] itirafında bulunmuştur.
Bağdadi, Ebu Hanife’yi (r.a.) cerh etmeye devam ettiği diğer beş bölümde de meçhul ya da mecruh ravilerin hezeyanlarını bilgi diye nakleder. Bağdadi’nin İmam-ı Azam’a (r.a.) isnat ettiği imanla alakalı rivayetlerin önemli bir bölümünün senedinde adalet vasfını yitiren raviler vardır. Bu nevi ravilerin sözlerine itimat edilmez. Diğer taraftan Ebu Hanife’ye isnat edilen Kur’an’ın yaratılmış olduğu şeklindeki iddialar da doğru değildir. Zira İmam-ı Azam (r.a.) akide ile alakalı olan eseri “el-Fıkhu’l-Ekber”de Kur’an’ı Kerim’in yaratılmış olmadığını, Allah Teala’nın kelamı olduğu belirtmektedir.[79]
Bağdadi, Ebu Hanife’ye (r.a.), hiçbir müslümanın söylemeyeceği ifadeleri isnat eder. Bunlar içerisinde en kabul edilmezi “Eğer Allah Resulü bana ya da ben Ona yetişseydim, muhakkak ki bir çok görüşümü kabul ederdi.”[80] iddiasıdır. Bu rivayetin ilk halkasında Yusuf b. Esbad vardır ki, cerh ve tadil otoriteleri Onun rivayetlerinin delil olamayacağını bildirmektedirler.[81] Ne var ki Bağdadi hadis uydurmakla ün yapan böyle bir adamın Ebu Hanife hakkında uydurduğu bir sözü bilgi diye eserine almış, ümmetin imamına iftira etmiştir.
Bağdadi’nin, Ebu Hanife (r.a.) biyografisinin son bölümünde İmam’ın -haşa- “Deccal” olduğunu iddia eden rivayetleri[82] nakletmesi ise ne ilim ne de ahlaki kriterlerle bağdaşır.
İbn Hacer Mekki, Bağdadi’nin Ebu Hanife (r.a.) hakkındaki menfi rivayetleri kritik ederken metinleri nakleden ravilerin neredeyse tamamının mecruh ve meçhul olduğuna vurgu yapar. Mekki, yapılanı sorgularken de şöyle der: “Bu tür rivayetlerle her hangi bir müslümanın şerefini lekelemek icmaen caiz değilken, bunlar nasıl olur da ümmetin müçtehitlerinden bir büyük imama reva görülebilir?”[83]
Abdulhayy el-Leknevi, Hatib Bağdadi’nin taassub sahibi bir alim olduğunu bu yüzden de Ebu Hanife (r.a.) ve öğrencileri hakkındaki cerhlerinin ilmi bir kıymet arz etmediğini belirtir.[84]
Tarih boyu Bağdadi’ye bir çok reddiye yazılmıştır. Onlardan bazıları şunlardır: el-Meliku’l-Muazzam İsa b. Ebi Bekir el-Eyyubi’nin “es-Sehmu’l-Musib fi’r-Reddi ala Ebi Bekr el-Hatib”i, Sıbt-u İbni’l-Cevzi’nin “el-İntisar li İmami E’immeti’l-Emsar”ı ile “Miratu’z-Zaman”ı, Ebu’l-Müeyyed el-Harizmi’nin “Cami’u Mesanidi Ebi Hanife”si (Bu eserin sadece baş tarafında Bağdadi’ye cevap ihtiva eden bir bölüm vardır.) Ezher ulemasından oluşan bir komisyonun eserin Ebu Hanife’yi cerh eden kısmına yaptığı ve eserle birlikte basılan notları, Muhammed Zahid Kevseri’nin “Te’nibu’l-Hatib ala Ma Sakehu fi Tercemeti Ebi Hanifete mine’l-Ekazib”i.[85] Tarih-i Bağdat’taki ilgili rivayetleri hem metin hem de senet itibariyle etraflı bir şekilde tahlil eden Kevseri’nin “Te’nib”i, hem muazzam bir müdafaname hem de bir irfan hazinesidir.
Ebu Hanife (r.a.) karşıtlarının ortak buluşma noktası Ona hadisle alakalı yönelttikleri tenkitlerdir. Onlara göre İmam-ı Azam az hadis bilen ve görüşünü hadise tercih eden bir ilim adamıdır.
Bu iddialara cevap vermek gerekirse şunlar söylenebilir:
Her şeyden önce Ebu Hanife’nin (r.a.) az sayıda hadis bildiği meselesi hilafı hakikat bir iddiadır. Çünkü hadis otoriteleri Onun hadiste “İmam” olduğuna şehadet etmektedirler. Ebu Hanife’nin (r.a.) hadis ilminde geniş bir malumata sahip olduğunu söylenen alimler arasında Ebu Davud, Tirmizi, Hakim, Beyhaki, İbn Kayyım, İbn Kesir[86] gibi büyük hadisçiler vardır.
Muarızlar Ebu Hanife’nin bildiği hadislerin sayılı olduğunu iddia ederlerken Onun talebelerinden Hasan b. Ziyad “Ebu Hanife’nin iki bini Hammad’tan, iki bini de diğer hocalarından olmak üzere dört bin hadis rivayet ettiğini” bildirmektedir.[87]
Ebu Hanife’nin (r.a.) -diğer üç imam gibi- bizzat tedvin ettiği bir hadis kitabının olmamasını istismar edenlere karşı Muhammed b. Mahmud el-Harizmi İmam-ı Azam’a ait hadisleri cem eden bir “Müsned” telif ederek cevap vermiştir. Müellif, Müsned’in hadislerini 15 büyük hadis aliminin Ebu Hanife’nin hadislerini bir araya getirdiği müsnedlerinden oluşturmuştur.[88]
Muvaffak Mekki, Ebu Hanife’nin el-Asar’daki rivayetleri (el-Asar, Ebu Yusuf ve Muhammed’e ait aynı adı taşıyan iki ayrı mecmuadır ki, Ebu Hanife’den rivayet edilen hadisleri muhtevidirler.) 40 bin hadis arasından seçtiğini nakletmektedir.[89]
Hadise bu derece vukufiyeti olan Ebu Hanife (r.a.) niçin rivayetini 4 binlerle sınırlandırmıştır? Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, Ebu Hanife ahad olarak rivayet edilen hadisleri kabulde herkesten daha fazla titiz davranmıştır. Çünkü Onun yaşadığı dönemde zındıklar ve bidatçiler sürekli hadis uydurmakta idiler. İkincisi ise, Ebu Hanife muhaddislerin adeti olduğu üzere oturup hadis rivayet etmemiştir.[90] Fakat muhaddislerin ameliyesinden daha mühim bir vazife ifa etmiştir ki, o da hadisleri tahlil edip onlardan şeriatın maksatları çerçevesinde hükümler çıkarmaktır. Şafii ulemasından Muhammed b. Yusuf es-Salihi bu noktada şunları söylemektedir: “Ebu Hanife (r.a.), hüküm çıkarma ile meşgul olduğundan çok sayıda hadis bilmesine rağmen rivayeti fazla olmamıştır. Aynı sebepten dolayı İmam Malik ve Şafi’den rivayet edilen hadisler de bildiklerine oranla azdır. Bu durum sahabe için de geçerlidir. Nitekim geniş malumatlarına rağmen Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi büyük sahabilerin rivayet ettiği hadisler onların derecelerinde olmayanlara nisbetle az olmuştur.”[91]
Aslında Onun çözüme kavuşturduğu binlerce mesele, hadis ilmindeki vukufiyetini gözler önüne sermektedir. Nitekim Kevseri de bu noktaya dikkat çekmektedir: “Ebu Hanife’nin çok hadis bildiği fıkıh baplarında zikrettiği delillerden ve seçkin talebeleri tarafından tedvin edilen 17 müsnetteki hadislerinden anlaşılmaktadır.”[92]
Önceki sayfalarda Ebu Hanife’nin (r.a.) bir meseleyi çözüme bağlarken ilk olarak Kur’an’a, Onda bulamayınca Sünnet’e, Onda da bulamayınca sahabe kavline müracaat ettiğini nakletmiştik. Sahabe kavlinin olduğu yerde dahi içtihat etmeyen bir müçtehit için nasıl olur da içtihadını hadise tercih ederdi, denilebilir?! Bilakis, ulema arasında şöhret bulan güvenilir ravilerin mürsellerini delil olarak kullanmasına bakarak Onun Sünnet’e aşırı derecede bağlı olduğunu söylemek gerekir.
O, muhaddisler kadar hadis rivayet etmemiştir. Bu doğrudur. Fakat bu doğruluk İmam-ı Azam adına bir nakısa değildir. Çünkü O, hadislerden hüküm çıkarmakla meşguldü. Ona bir hadis ulaştığında onu asıl kabul edip üzerine benzer hükümleri kıyas eder, ona göre fetvalar verirdi. Bazen hadisten çıkardığı hükmü belirtir, metni rivayet etmez, bazen de hem metni rivayet eder hem de hükmü beyan ederdi. Sahabenin müçtehitleri de böyle yapardı.
Dört halife, Abdullah b. Mes’ud ve Ammar b. Yasir (r. anhum) uzun yıllar Allah Resulü’ne (s.a.v.) arkadaşlık yapmalarına, seferde ve hazarda neredeyse Ondan hiç ayrılmamalarına rağmen son üç yılında Allah Resulü’ne (s.a.v.) yetişen Ebu Hureyre (r.a.) kadar hadis rivayet etmemişlerdir. Şimdi bu fotoğraftan hareketle Ebu Hureyre (r.a.) dört halifeden daha fazla hadis dinledi ya da onların gördüklerinden daha fazla şeye tanık oldu da bu yüzden insanlar Ondan diğerlerine nisbetle daha fazla hadis rivayet ettiler mi denilecek?! Dört halife başta olmak üzere müçtehit sahabiler rivayetten ziyade hadislerden hüküm çıkarma ya da onları asıl kabul edip üzerlerine yeni meseleleri kıyas etme işi ile iştigal ettiler. Bu yüzden rivayetleri sınırlı sayıda oldu.
Herkes şu noktada hem fikirdir ki, Ebu Hanife (r.a.) en fazla hüküm çıkaran müçtehittir. Fıkhi hükümlerinin çok olması Onun fazla hadis bildiğine delalet eder. Verdiği fetvaların sahih olması kullandığı delillerin de sahih olduğuna işaret eder. Yine herkes kabul eder ki Ebu Hanife kıyasta diğer müçtehitlerden daha güçlü ve onu diğerlerinden daha iyi bilir. Kıyas da bir ayete ya da bir hadise yapıldığına göre Onun çok kıyasının olması çok hadis bildiğine ve onları etraflı bir şekilde idrak ettiğine delalet eder.[93]
Bazı hadislere muhalefet etmesine gelince, söz konusu hadisler ya sıhhat için belirlediği kriterlere uymamaktadır ya ravisinde bir problem vardır ya nesh edilmiştir ya da daha kuvvetli kabul ettiği bir başka hadisle tearuz halindedir. Bu durumlardaki hadisleri reddetmeyen hiçbir müçtehit yoktur.
Ebu Hanife, haset sahibi insanların, hakkında yaydıkları dedikoduları işittiğinde şöyle demişti: “Bu insanlara şaşıyorum; Ancak bir nassa dayanarak fetva vermeme rağmen şahsi kanaatimi dikkate alarak içtihatta bulunduğumu iddia ediyorlar.”[94]
Bütün bu bilgiler ortada iken İbn Haldun’un kime ait olduğunu belirtmeden “Ebu Hanife’nin rivayet ettiği hadislerin 17 civarında olduğunu söylemesi”[95] Onun aleyhinde bir delil olamaz. Zira İbn Haldun, bu ifadeden hemen sonra bu türlü sözlerin doğru olmadığını, hadis bilgisi az olanın içtihad edemeyeceğini, İmam’ın, hadis konusunda da büyük bir Müçtehid olduğunu söyler. Bu durumda iddia hiç bir kıymet ifade etmez. Çünkü ilmi ölçülere göre eğer bu bir iddia ise delilini, yok eğer rivayet ise senedini belirtmek gerekir. Fakat İbn Haldun delil ve senet bulamadığından ifadesini “Yukalü/denir ki” diye nakletmektedir.
Ebu Hanife’nin hadiste kudreti yoktu diyenlerin iddiası ya senetsiz ya da Onun karşısında itibarını kaybeden haset sahibi insanların iftiralarına dayanıyor. Ümmetin her mezhepten alimleri ise yüksek sesle Onun hadiste “imam” olduğunu söylüyorlar. Hadise karşısında “Hak’tan sonra sadece sapıklık vardır. O halde nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz?”[96] ayetini okumaktan başka ne söylenebilir ki?
Ebu Hanife’nin (r.a.) ilimdeki dirayetini, Kur’an ve Sünnet’e vukufiyetini anlayabilmek için çözüme kavuşturduğu meseleleri tanımak/mütalaa etmek gerekir. Bunun için de asgari bir ilim adamı nosyonuna sahip olmak lazımdır. Bu nosyondan mahrum olanların, Onu (r.a.), çözülmez gibi görünen sorunları halleden “Hallalu’l-Meşakil” kimliğiyle anlamaları aşırı iyimserlik olacaktır. Ebu Hanife’yi (r.a.), bu kimliğiyle en doğru İmam Malik (r.a.) ve Şafii (r.a.) gibi mutlak ya da Ebu Yusuf (r.a.) ve İmam Muhammed (r.a.) gibi müntesip müçtehit ünvanına sahip alimler anladı. İslam’ın yenilenmesinden bahseden kimi modernist ya da selefilerin çözüm üretme yerine Ebu Hanife’yi (r.a.) aşağılar bir tavır içerisinde yer almaları ise, ancak büyük bir marifet içerisinde cahil kalmalarıyla ifade edilebilir.
Hanefi nisbesini taşımak ya da İslam Hukukunda akademik kariyer yapmakla Ebu Hanife’yi (r.a.) anlamak eş değer değildir. Eğer böyle olsaydı Onu (r.a.) en iyi anlayan Ona herkesten daha yakın olan annesi olurdu. Ne var ki annesi, Onun ilimdeki kudretini takdir edemediğinden fetvaları oğluna değil de mahallenin imamına sorardı. Bu noktada Hasan b. Ziyad şöyle bir hadise nakletmektedir: “Bir gün Ebu Hanife’nin annesi yemin etti. Daha sonra da yeminini bozdu. Oğluna fetva sordu, fakat aldığı cevaba razı olmadı. Ebu Hanife’ye (r.a.), fetva hususunda ancak Zuratu’l-Kas’ın dediğini kabul edeceğini söyledi. Ebu Hanife annesini alıp Zura’ya götürdü. Kadın sorusunu sorunca Zura hayret içerisinde “Ey Kadin! Kûfe fakihi yanında olduğu halde mi ben sana fetva vereceğim?!” dedi. Ebu Hanife (r.a.) Zura’ya annesini kastederek ‘Şöyle şöyle diyerek ona fetva ver.’ dedi. Zura Ebu Hanife’den dinlediği fetvayı nakletti de kadın öyle razı oldu.”[2]
Bu gün “Büyük fikir adamı”, “Büyük müçtehit” etiketiyle takdim edilen, görüşleri hakkında doktora tezleri hazırlanan Müslüman modernistlerin ilmi yeterliliği Ebu Hanife’ye (r.a.) kıyasla mahalle imamına bile eş değer olamaz. Fakat bunu idrak etmenin yolu bir takım nisbe ya da kariyerlere sahip olmaktan değil, İmam Serahsi gibi ilim adamı nosyonuna sahip olmaktan geçer.
İslam coğrafyası Hz. Ömer (r.a.) zamanında ciddi anlamda bir imar faaliyetine sahne oldu. Bir çok yeni şehir kuruldu. Bu bağlamda hicretten 17 yıl sonra Basra ve Kûfe[3] şehirleri inşa edildi. Hz. Ömer (r.a.) Kûfe’ye ayrı bir alaka gösterdi. Fasih Arapça konuşan kabileleri şehrin çevresinde konuşlandırdı. Abdullah b. Mesud’u (r.a.) halka ilim öğretmesi için Kûfe’ye gönderdi. Sa’d b. Ebi Vakkas, Huzeyfe, Ammar b. Yasir, Selman el-Farisi, ve Ebu Musa el-Eşari (r. anhum) gibi alim sahabiler de şehrin irfanına katkıda bulundu; İbn Mes’ud’a yardımcı oldular. Kûfe bir irfan şehrine dönüştü. Hz. Ali (r.a.) şehre geldiğinde fakihlerin çokluğundan memnun olup şöyle demişti: “Allah’ın rahmeti İbn Mes’ud’un üzerine olsun. Bu şehri ilimle doldurdu. Onun talebeleri şehrin kandilleridir.”[4]
Hz. Ali (r.a.) en az İbn Mes’ud (r.a.) kadar ilme önem verdi. Halka fıkıh öğretmeye devam etti. Kûfe’yi İslam Devleti’nin başkenti yaptıktan ve alim sahabilerin şehre gelmesinden sonra Kûfe, İslam şehirleri arasında fakihleri, muhaddisleri, Kur’an ve Arap dili ile iştigal eden alimlerinin çokluğu ile benzersiz bir şehir haline geldi.[5]
Muhammed b. Rebi’ el-Cîzî ve Suyuti Mısır’da yerleşen sahabileri sayı itibariyle kıymetlendirirlerken ancak üç yüz kişiyi tespit edebilirler. el-İclî ise sadece Kûfe’ye yerleşen sahabilerin bin beş yüz kadar olduklarını, bunların yetmiş kadarının da Bedir ashabı olduğunu bildirir.[6]
Sahabenin bereketli çalışmaları bütün bir şehri üniversiteye çevirdi. Enes b. Sirin Kûfe’yi anlatırken şunları söylemektedir: “Kûfe’ye geldiğimde baktım ki şehirde dört bin kişi hadis, dört yüz kişi de fıkıh tahsil etmekte idi.”[7] Şehrin ilimle bütünleşen bu yapısından dolayıdır ki Kûfe, Emevi zulmünün yaşandığı dönemde mustazaf müminlerin sığınağı olmuştur.
Ebu Hanife (r.a.), alim sahabiler tarafından ilimle doldurulan Kûfe’de hicretten 80 yıl sonra dünyaya geldi. Ne var ki Onun doğduğu şehir ilk kurulduğu andaki safiyetini yitirmişti. Kûfe, sınırları içerisinde yer aldığı Irak’ın sosyo-kültürel yapısından ciddi şekilde etkilendi. Bu yüzden Şii, Harici, Mutezili ve zındık fırkaların en güçlü isimleri orada faaliyet göstermekte idi. Fakat sahabenin özellikle de İbn Mes’ud’un (r.a.) yetiştirdiği talebeler sayesinde bölgenin en güçlü oluşumu Ehl-i Sünnet’di.
Ebu Hanife (r.a.) böylesine karışık bir coğrafyada dünyaya geldi. İlk olarak ticaretle iştigal etti. Zaman zaman da ilim meclislerine katıldı. Fakat bu süreklilik arz etmiyordu. İlim meclislerinde hazır bulunduğunda akdedilen münazaralara aktif olarak katıldı; Sapık fırkalara karşı Ehl-i Sünnet akidesini müdafaa etti. Ebu Hanife’nin münazaralardaki fevkalade başarısı devrin uleması tarafından takdirle karşılandı. Onlar, Ebu Hanife (r.a.) gibi bir dahinin mesaisinin büyük bölümünü ticarete adamasına rıza göstermediler. Onu ilme teşvik ettiler. Bu bağlamda İmam Şa’bi’nin teveccühü ayrı bir önemi haizdir.
Ebu Hanife (r.a.) İmam Şa’bi vesilesiyle ilme yönelmesini anlatırken şunları söyler: “Bir gün çarşıya giderken İmam Şa’bi’nin yanından geçiyordum; beni çağırıp şöyle dedi:
– Böyle sürekli kime gider-gelirsin?
– Çarşıya.
– Onu kastetmedim. Ulemadan kimlerin dersine gidersin?
– Hiçbir alimin dersine düzenli olarak gitmiyorum.
– İlmi konularda araştırma yap, ulemanın ders halkalarına devam etme noktasında ihmalkar davranma. Zira sende muazzam bir dikkat ve cevvallik görmekteyim.
Şa’bi’nin bu sözü üzerimde etkili oldu. Çarşıya gitmeyi bıraktım ve ilme başladım.”[8]
Ebu Hanife (r.a.) ilim halkalarının müdavimi olunca ticaretten büsbütün kopmadı; Fakat aktif olarak da içerisinde yer almadı. Ticari faaliyetlerini ortakları vasıtasıyla yürüttü. Zaman zaman onları ziyaret edip İslami esaslar çerçevesinde çalışıp-çalışmadıklarını kontrol etti.
Ebu Hanife (r.a.) tahsile başlayacağı sırada bütün ilimleri göz ününe aldı ve her birini ayrı ayrı tahsil etti. İlk olarak “alet ilimleri”nin en önemlilerinden biri olan “Nahiv” ile ilgilendi. Sırasıyla diğerlerini de ikmal etti. Bu alanda iyi bir seviyeye gelince gaye ilimlerinin okutulduğu ders halkalarına katıldı. O yıllar itibariyle Kûfe mescitlerinde üç çeşit ilim halkası faaliyet göstermekte idi:
Akait ile alakalı temel meselelerin müzakere edildiği ve çeşitli fırka mensuplarının katıldığı Kelam meclisleri. Hadis müzakerelerinin yapıldığı ve rivayet kriterlerinin konuşulduğu hadis meclisleri. Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarma ameliyesinin yapıldığı ve fetvalarının verildiği fıkıh meclisleri.[9]
Ebu Hanife’nin (r.a.) bütün mesaisini ilme adadığı yıllarda Kûfe’de yoğun bir şekilde itikadi tartışmalar yaşanmakta idi. Müslümanlar hem kendi aralarında hem de zındıklarla tartışıyorlardı. Ebu Hanife şartların etkisi ile kelam meclislerini tercih etti. Öyle ki kelam ilminde parmakla gösterilecek bir konuma ulaştı. Basra’da Kelam’la alakalı ciddi münazaraların akdedilmesi ve farklı fırka mümessillerinin orada olması ilgisini çekti. Yirmi küsür defa Basra’ya gitti. Bunun için bir yıl kadar Basra’da ikamet etti. O yıllar itibariyle kelamı en üstün ilim addetmekte idi. Zamanla bakış açısında ciddi değişmeler oldu. Şöyle düşündü: “Allah Resulü’nün (s.a.v.) ashabı ve tabiun bizim bildiğimiz her meseleye vakıftı. İlmi meselelerde daha fazla bir kudrete ve müktesebata sahiptiler. Fakat kelami tartışmalara dalmadılar. Bilakis bundan geri durdular ve yapılmasını şiddetle nehyettiler. Onlar, şeriatla alakalı konuları fıkhi meseleleri konuştular. Bunun için meclisler akdettiler. Bu tür derslerde hazır bulundular. İnsanları şeriatın esasını öğrenmeye çağırdılar. Fetva verdiler, fetva aldılar.”[10] Fakat kelami tartışmalarda taraf olmadılar. Bu fotoğraf gözünün önünde canlandıkça Kelam’a karşı soğukluk hissetmeye başladı.
Ebu Hanife’nin zamanla fıkha karşı ise ilgisi arttı. Kelam meclislerinde üstadlığı bırakıp fıkıh halkalarında talebe olmayı tercih etti. Züfer b. Hüzeyl Ebu Hanife’nin (r.a.) fıkhı tercih etmesine neden olan hadiseyi anlatırken şunları nakleder: “Mescitte fıkıh dersleri okutan Hammad b. Ebi Süleyman’ın yakınında oturur kelam dersleri okuturdum. Bir gün yanıma bir kadın gelip; “Adamın cariye bir hanımı var. Sünnet’e uygun bir şekilde onu boşamak istiyor. Kaç talakla boşamalıdır?” şeklinde bir soru sordu. Cevabını bilemeyince suali Hammad’a sormasını, sonra da gelip Onun cevabını bana bildirmesini söyledim. Kadın Hammad’a sordu; O da şu şekilde cevap verdi: “Temizlik halinde ve cinsel ilişkiye girmeden onu bir talakla boşar, sonra ona yaklaşmaz ta ki kadın iki hayız dönemi geçirir ve ardından gusül abdesti alır. Bu durumda kadının evlenmesi helal olur.” Kadın dönüp bana Hammad’ın fetvasını nakletti. Bunun üzerine “Kelamla uğraşmaya değmez” dedim; Ayakkabılarımı alıp Hammad’ın meclisine gittim. Onu dikkatle dinleyip açıklamalarını ezberledim. Konuları en iyi ben kavrardım. Bu yüzden talebelerine; ‘Derste halkanın baş tarafında benim yanımda Ebu Hanife’den başkası oturmayacak’” demişti.[11]
Ebu Hanife (r.a.) ilimle olan münasebetini anlatırken şöyle demektedir: “Ben ilim ve fıkıh ocağı Kûfe’de yetiştim. Ulema meclisine oturdum. Özellikle bir büyük fakihin dersine sürekli katıldım.”[12] Ebu Hanife’nin (r.a.) dersini aksatmadığı fakih Hz. Ali ile İbn Mes’ud’un fıkhına varis olan Hammad b. Ebî Süleyman’dır.
O (r.a.), 18 yıl Hammad b. Ebî Süleyman’ın derslerine devam etti. Bir anlamda Hammad’a asistanlık yaptı. Hammad, şehir dışına çıkınca yerine ders okuttu, gelen soruları cevapladı.[13] Bir defasında Hammad iki ay Kûfe dışında kaldı. Bu esnada derse devam eden Ebu Hanife’ye (r.a.) hocasından duymadığı meseleler de soruldu. Onları da cevapladı fakat hocası dönünce ona arz etmek için tamamını kayda geçti. 60 kadar olan bu meseleleri Hammad dönünce kendisine arz etti. Hammad 40 fetvada Ebu Hanife’ye muvafakat 20’sinde ise muhalefet etti.[14]
Ebu Hanife’nin (r.a.) uzun yıllar ders halkasına iştirak ettiği Hammad’a fart-ı muhabbeti vardı. Ölene kadar birlikte olduğu hocasını ahirete irtihal ettikten sonra da hiç unutmadı. Kıldığı her namazdan sonra anne babası ile birlikte Hammad için de istiğfar etti. Sadace Hammad için değil ders okuduğu ve okuttuğu herkes için de dua ederdi.[15]
Ebu Hanife (r.a) Hammad’ın dışında daha bir çok alimden istifade etti. Ebu Hafs hocalarını sayı itibariyle kıymetlendirirken 4 bin rakamından bahseder. Bazı biyografi yazarları ise bu sayının sadece tabiinden olan hocalarını ifade ettiğini söylerler.[16] Bu rakam hiç de mübalağa değildir. Çünkü Ebu Hanife (r.a.) 55 defa hacca gitmiştir. Her hac mevsiminde İslam dünyasından çok sayıda müfessir, muhaddis ve fukahanın Harameyn’de bir araya geldiği muhakkaktır. Buna göre Ebu Hanife (r.a.) her bir haccında yetmiş alimle görüşüp onlardan Kitap ve Sünnet’in bilgisini alsa sadece hac süresince ders aldığı alimlerin sayısı dört bine yaklaşır.
O (r.a.) hac ibadeti dışında Emevilerin Irak Valisi İbn Hubeyre’nin zulmünden kurtulup Mekke’ye iltica etmesinden (h. 130)[17] Ebu Cafer el-Mansur’un saltanatı devralmasına kadar olan süreçte de Mekke’de ikamet etti. Ebu Cafer hicri 137 yılında sultan olduğuna göre, İmam-ı Azam Hazretleri Mekke’de yedi yıla yakın bir zaman kaldı demektir.[18] Bu zaman zarfında Abdullah b. Abbas’ın (r.a.) talebesi Ata b. Ebi Rabah, İbn Abbas’ın mevlası İkrime, İbn Ömer’in talebesi Nafi’nin ders halkalarına iştirak etti.[19]
Kûfe ve Mekke Ebu Hanife’nin (r.a.) ilim tahsil ettiği iki ana merkezdir. İlkinde İbn Mes’ud’un (r.a.) ilmine, ikincisinde ise İbn Abbas (r.a.) ve İbn Ömer’in (r.a.) ilmine varis oldu. Kendisine ilimdeki nesebi sorulduğunda ilk olarak bu isimlerden bahsederdi. Bir defasında Abbasi Devlet başkanı Ebu Cafer’in yanına gitti. İsa b. Musa da orada idi. İsa b. Musa, Mansur’a;
– Bu gün dünyanın tek alimi bu Ebu Hanife’dir.
Mansur:
– Ey Ebu Hanife! İlmi kimden aldın?
Ebu Hanife:
– Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes’ud’tan okuyanlar vesilesiyle onların talebelerinden okudum. Öğrencilerinin derslerine katıldığım Abdullah b. Abbas’ın öyle geniş bir ilmi vardı ki, yaşadığı dönemde yeryüzünde ondan daha alimi yoktu.[20]
O (r.a.), her çiçeğe konup onlardan öz alan sonra da bütün özleri terkip edip yeni bir hale dönüştüren arı gibi, Kûfe’den Hz. Ali ile İbn Mes’ud’un; Mekke’den İbn Abbas ve İbn Ömer’in (r. anhum) daha başka şehirlerde yaşayıp da hac yoluyla ilimleri Harameyn’e intikal eden diğer alim sahabilerin malumatını bir araya getirip muazzam bir hasıla oluşturdu.
Ebu Hanife (r.a.) hakkında kaleme alınan biyografi kitaplarının tamamı Onun bazı sahabilerle görüştüğünü rivayet ederler. Biyografistlerin bir kısmı da -özellikle muhakkik Hanefi alimler- sahabeden hadis rivayet ettiğine vurgu yaparlar.[21]
Kişinin “Tabiun”dan olabilmesi için ashabı görmesi yeterlidir. Hadis rivayet etme şartı yoktur. Nitekim İbn Hacer Askalani “Tabiun” tanımıyla alakalı farklı mülahazalar içerisinde en muteber olanının bu görüş olduğunu bildirmektedir. İmam Nevevi de “Tabiun”u tarif ederken “Sahabi ile karşılaşan/görüşen kişi” demektedir.[22]
Kişinin Tabiun”dan kabul edilebilmesi için rivayet şartını ileri sürmek Müslim’in naklettiği hadise de aykırıdır. Allah Resulü (s.a.v.): “Tabiun’un en hayırlısı Uveys denen adamdır.” buyurmaktadır. Efendimiz’in (s.a.v.) tabiunun en hayırlısı olarak nitelediği “Uveys” sahabeyi sadece görmüştür. Onlardan hadis rivayet etmemiştir.
Muhal farz Ebu Hanife’nin sahabeden rivayeti olmadığı zannedilse dahi yine o tabiundan kabul edilir. İbn Hacer Askalani bu noktada şunları söylemektedir: Ebu Hanife (r.a.) hicri 80 yılında Kûfe’de dünyaya geldikten sonra şehirde yaşayan bir çok sahabiye yetişti. Bu açıdan tabiun kuşağından addedilir. Bu cihetle muasırı olan diğer fakihlerden daha üstündür.[23]
Ebu Hanife’nin (r.a.) kendileri ile görüşüp onlardan hadis rivayet ettiği bir çok sahabi vardır. Onlarla görüşmesinin kronolojik açıdan imkanını şu şekilde tahlil edebiliriz:
1. Enes b. Malik: Enes b. Malik’in (r.a.) vefat tarihi ile alakalı üç farklı rivayet vardır. Bunlar sırasıyla hicri 91, 92 ve 93 yıllarıdır.[24] Ebu Hanife’nin (r.a.) doğumu ise 80’dir. Bu durumda Enes b. Malik’in vefatıyla alakalı en erken tarih muteber kabul edilse dahi yine Ebu Hanife’nin Onunla görüşmesine mani bir durum söz konusu değildir. Nitekim muhakkik alimler de bunu ikrar etmişlerdir. Muhammed Zahid Kevseri bu noktada hayli kabarık bir isim listesi vermiştir.[25]
2. Abdullah b. Cezi ez-Zebidi(Zübeydi) (r.a.): Ebu Hanife (r.a.) hicri 96 yılında 16 yaşında iken babası ile birlikte yaptığı hac ibadeti esnasında akdettiği hadis halkasında Allah Resulü’nden işittiklerini rivayet eden Abdullah’ı (r.a.) görmüştür. Abdullah (r.a.), hicri 97 yılında ahirete irtihal etmiştir. [26]
3. Abdullah b. Ebi Evfa (r.a.): Hicri 87 yılında vefat eden Abdullah’ı (r.a.) Ebu Hanife (r.a.) son defa gördüğünde 7 yaşında idi.[27]
4. Abdullah b. Uneys (r.a.): Hicri 94 yılında Kûfe’ye gelen Abdullah (r.a.) ile Ebu Hanife (r.a.) karşılaştığında O 14 yaşında idi.[28] İmam-ı Azam Abdullah’tan (r.a.) hadis dinlediğini bildirmektedir.[29]
5. Vasile b. el-Eska’ (r.a.): Ebu Hanife 85 yılında vefat eden Vasile (r.a.) ile (r.a.) görüştüğünde 5 yaşında idi.[30]
6. Ebu’t-Tufeyl Amir b. Vasile: Ebu’t-Tufeyl (r.a.) en son vefat eden sahabidir. 102 yılında Mekke’de ahirete irtihal etmiştir.[31]
Ebu Hanife’nin (r.a.) ilim adamlarına karşı olan rağbeti herkesçe malumdur. O ticarette aktifken dahi ilim meclislerine devam eder, Ehl-i Sünnet’i müdafaa noktasında akdedilen münazaralarda yaptığı mübahaselerle devrin alimlerinin takdirini celp ederdi. Bu durumdaki bir ilim adamı için yaşadığı dönemde Kûfe’de ikamet eden sahabilerle görüşmemiş olması nasıl düşünülebilir?! Ya da onlarla görüştüğü halde hadis rivayet etmemesi nasıl tasavvur edilebilir?! Bu, Ebu Hanife’nin kadrini idrak edemeyenlere ait mücerred bir iddiadır. Bunu söylerken İmam-ı Azam’ın (r.a.) hayatını delil olarak kullanıyoruz. Nitekim O (r.a.) şöyle bir hadise nakletmektedir: Hicri 96 yılında 16 yaşında iken babamla birlikte Hacca gittim. Mescid-i Haram’a girince büyük bir ilim halkası gördüm. Babama, bu kimin halkasıdır dedim. Babam: “Allah Resulü’nün (s.a.v.) ashabından Abdullah b. Cezi ez-Zebidi’nin (r.a.)” dedi. Bunun üzerine Ona doğru ilerledim ve Peygamberimiz’den (s.a.v.) duyduğunu söylediği şu hadisi işittim: “Kim kendini Allah’ın dinine adarsa Allah Teala da Onu endişe duyduğu şeylerden korur ve hesap etmediği yerden Onun rızkını karşılar.”[32]
Bazıları Ebu Hanife’nin (r.a.) Enes b. Malik’le (r.a.) görüştüğünü kabul ediyor, fakat Ondan (r.a.) hadis aldığını reddediyor. Diğer bir kısım ise yaş itibariyle bir grup sahabiye yetiştiğini söylüyor fakat onlarla görüşüp hadislerini rivayet ettiğini inkar ediyor. İkinci grup red meselesinde bir adım daha ilerde duruyor; fakat her iki grup da nefy üzere şahadet ediyor. İddialarını delillendirirken de “Sahabe ile görüştüğünü falan falan alim rivayet etmedi” diyorlar. Böyle bir itiraz geçersizdir. Çünkü “yokluk” üzerinden fikir yürütüyorlar. Bu noktada Kerderi şunları söylüyor: “Bazı muhaddisler Ebu Hanife’nin sahabe ile görüştüğünü inkar ediyor; Talebeleri ise sahih isnatlarla bunu belgeliyor. Talebeleri, Ebu Hanife’nin (r.a.) durumunu daha iyi bilmektedirler. Bu yüzden Onun sahabe ile görüşüp onlardan hadis rivayet ettiğini kabul edenlerin görüşü karşı çıkanlardan daha güçlüdür.[33]
Ebu Hanife, “Tabiun”[34] kuşağına ahirde yetişen -sahabe devri müstesna- İslam tarihinin en büyük müçtehididir. Tabiun olması hasebiyle şu ayette övülen kadroya da dahildir: “(İslam’a girme noktasında) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya! İşte Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.”[35]
Ebu Hanife’nin (r.a.) derslerine devam ettiği Hammad, 120[36] yılında vefat edince Iraklılar onun yerini dolduracak bir halef arayışına girdiler. İlk olarak yerine oğlu İsmail’i geçirmek istediler. Fakat onda aradıklarını bulamadılar.[37] Çünkü İsmail, fıkıhtan ziyade şiire ve Araplarla alakalı önemli olayları/hikayeleri öğrenmeye meyilli idi.[38] Bu yüzden babasının meclisinden geri durdu. Hammad’ın ders halkasına Musa b. Ebi Kesir oturdu. Kûfeliler fıkıhta kabiliyeti olmayan Musa’nın büyük alimlerin meclislerinde bulunmasından dolayı bu görevi ifa edebileceğini düşünmüşlerdi. Fakat O, talepleri karşılayamadı.[39]
Musa hacca gidince Kûfeliler, yerine Ebu Hanife’nin geçmesi noktasında görüş birliğine vardırlar. O da vazifeyi kabul etti. Niçin kabul ettiği kendisine sorulduğunda ise şöyle demişti: “İlmin yok olmasına gönlüm razı olmadı.”[40]
Kûfeliler, Ebu Hanife’nin (r.a.) ders halkasına gidip gelmeye başlayınca her konuda onun meclisinde kapsamlı ilim olduğunu gördüler. Derslerine devam ettiler, sair ders meclislerine gitmeyi bıraktılar. Dinde alim oluncaya kadar Onun yanında merhale merhale yetiştiler.[41]
Günler ilerledikçe Ebu Hanife’nin (r.a.) ilim ve dehası daha iyi idrak edildi. Şöhreti Kûfe sınırlarını aştı. Sadece talebeler değil, ulema da Onun derslerine ilgi duydu. Çünkü O (r.a.) en zor meseleleri çözen, her işkali def eden olağan üstü bir zekaya sahipti. Fadl b. Musa es-Sinani Onun ders halkasını diğerleri ile mukayese ederken şunları söylemektedir: “Hicaz ve Irak’taki alimlerin derslerine devam ederdik; Ebu Hanife’nin meclisinden daha bereketli ve daha faydalı bir ders halkası yoktu.”[42]
İlminin bereketi fark edildikçe diğer hocaların ders halkaları küçüldü. Çünkü talebeler en ayrıntılı bilgiyi Onda buldular. Abdullah b. Mübarek Onun ilme katkısını anlatırken şöyle demektedir: “İlim tahsili için bir çok alime ve şehre gidip geldim. Ebu Hanife ile karşılaşıncaya kadar helal ve haramın illetlerini bilmiyordum.”[43]
Çağının tanığı bir çok alim O ders okutmaya başlayınca talebesizlikten ders okutamaz hale geldi. Kimi “İhkak-ı Hak” kabilinden “Ebu Hanife’nin ders okuttuğu bir zamanda bize ancak talebe olmak yakışır” deyip Onun ders halkasına katıldı. Kimi de hasedinden hakkında türlü iftiralar uydurup, onların tevziatı ile meşgul oldu. Hatib Bağdadi’nin “Tarih”i başta olmak üzere bazı eserlerde yer alan menfi ifadelerin çoğu, Ebu Hanife’nin (r.a.) ders okutmaya başlaması ile itibarlarını kaybeden haset sahiplerine aittir.
Ebu Hanife’nin (r.a.) ders takrir etmeye başladığı yıllarda İslam coğrafyasının sınırları İspanya’dan Güney Asya sahillerine kadar uzanmıştı. Farklı inanç ve kültüre ait bir çok millet İslam ülkesinin sınırları içerisinde yaşamakta idi. Bunların bir kısmı İslam’ı seçerken diğerleri “zimmi” statüsünde kendi dinlerini yaşamaya devam etti. Kûfe’nin Abbasilerin gözde şehirlerinden biri olması, devletin sınırları içerisinde yaşayan “zimmi” ve “müste’men” statülerine sahip gayri müslimleri buraya yerleşmeye ya da bura üzerinden İslam şehirlerine açılmaya sevk etti. Öyle ki Hz. Ömer’in Müslüman Arap kabilelerini yerleştirerek iskana açtığı şehir, kurulduktan bir asır sonra İslam coğrafyasındaki mezhep ve ideolojilerin bir hasılası konumuna geldi.
İslam’ın ilerleyişi karşısında yeni stratejiler belirleme yoluna giden gayri müslimler ümmetin birliğini parçalayabilmek, mezhepler arasındaki anlayış farklılıklarını fürudan usule taşıyabilmek için Kûfe gibi büyük şehirlerde Müslüman kılığında yoğun bir faaliyet içerisine girdiler. Akşamdan sabaha kadar hadis uydurup, sabah yalan yanlış senetlerle onları tevzi ettiler. Bu yüzden Kûfe’de ders okutmak ayrı bir dikkat gerektiriyordu. Hem sorun çoktu hem de yanlış doğrunun içerisine karıştırılmıştı.
Böylesine karışık bir ortamda ders okutmaya başlayan İmam Azam (r.a.) öncelikle Hz. Ömer Efendimiz (r.a.) zamanında uygulanan şura içtihadını aktif hale getirdi. Bunun için 40 kişiden müteşekkil bir fıkıh akademisi kurdu. Akademinin üyeleri fıkıh, hadis Kur’an ilimleri ve Arap dilinde derin ilme sahip seçkin öğrencilerden oluşmakta idi.[44]
Ebu Hanife’nin (r.a.) meseleleri istişare ettiği müçtehit talebelerden bazıları şunlardır: Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, Züfer b. Hüzeyl et-Temimi, Hasan b. Ziyad el-Lü’lui, Veki’ b. el-Cerrah, Abdullah b. Mübarek, Bişr b. Ğiyas el-Merîsi, Afiyet b. Yezid, Davud et-Tai, Yusuf b. Halid es-Semti, Malik b. Miğvel ve Nuh b. Ebi Meryem.[45]
İslam’a ve Müslümanlara karşı olan sorumluluğu Onu böyle bir akademi kurmaya yöneltti. Zira İslam toplumundaki çok kültürlü yapı, beraberinde siyasi, içtimai, iktisadi, itikadi ve de ahlaki bir çok sorun üretmişti. Devletler arası hukuktaki tıkanmışlıktan, medeni ve kazai davalarda çözüm bekleyen sorunlara kadar hayatın bütün şubelerinde Kur’an ve Sünnet’ten hareketle çözümler getirilmeliydi. Evzai, Malik b. Enes gibi geniş müktesebata sahip bir çok müçtehit vardı; fakat sorunlar bir anda çözülebilecek gibi değildi. Bu yüzden Ebu Hanife’nin dersleri ayrı bir alaka gördü. Hac mevsimi Mescid-i Haram’da oturduğunda doğu ve batıdan büyük fakihler etrafında toplanır, onlara fetva verirdi.[46]
Kollektif bilginin etkin olduğu akademide Ebu Hanife (r.a.) ortaya bir mesele atar öğrencilerine görüşlerini sorardı. Onlar da söz alır, görüşlerini ve delillerini serd ederlerdi. Ebu Hanife gelen itirazlara cevap verir; derken mesele olgunlaşır ve en sonunda görüşünü beyan ederdi. Mesele karara bağlanınca içeriden “Allahü Ekber” sesleri yükselirdi.[47]
Birisi, Ebu Hanife’ye (r.a.) sahabenin bile ihtilafa düştüğü bir konuyu nasıl çözdüğünü sorduğunda O şöyle cevap verdi: “Zannediyor musun ki ben bu görüşe gelişi güzel ulaştım? Bu önemli konu hakkında yirmi yıl düşündüm, bununla ilgili bütün bilgi ve hükümleri topladım ve sahabenin her birinin fikirlerini teker teker inceledim.”[48] Neticede bu hükme ulaştım.
Ebu Hanife (r.a.) öğrencileri ile müzakere ettiği konuyu tam bir dikkat ve derin bir tahasssus içerisinde incelerdi. Bazen bir meseleyi onlarla bir ay ya da daha fazla tartıştığı olurdu. Konu üzerinde genel bir kabul oluşunca meclisin katibi Ebu Yusuf hükmü kayda geçerdi.[49]
O, müçtehitlerin hocasıydı. Mutlak müçtehit olarak kabul edilen fakat talebelerinin içtihatlarını tedvin etmemelerinden dolayı mezhepleri günümüze kadar ulaşmayan ya da ulaşan müçtehitler işkallerini ona arz ederlerdi.
Büyük hadis alimi Ameş hacca gitmek istediği zaman hac menasikini kendisi için düzenli bir şekilde yazması için ona haber göndermişti. Ameş etrafındakilere şöyle derdi: “Hac menasikini Ebu Hanife’den öğreniniz. Zira haccın ne farz ne de nafilesini Ondan daha iyi bilen birisini tanımıyorum.”[50]
Fıkhın en canlı dönemi hicri ikinci asrın ilk yıllarından başlayıp dördüncü asrın ortalarına kadar devam eden “müçtehit imamlar” devridir. Bu dönem fıkhın “Altın çağı”dır. Meşhur ve muteber dört mezhebin kurucuları bu dönemde yaşamıştır. En fazla içtihat bu dönemde yapılmıştır. Bu dönemin dolayısıyla da Saadet Asrı sonrası bütün zamanların en büyük müçtehidi Ebu Hanife’dir. Çünkü O, bütün ümmetin “İmam-ı Azam”ıdır.
Ebu Hanife’nin (r.a.) fıkıh alanında çözüme kavuşturduğu meseleler beş yüz bine ulaşmaktadır(Rakkam hususunda ittifak yoktur).[51] Bu sayı ilk planda insana mübalağa gibi görünebilir. Vakıayı doğru değerlendirebilmek için öncelikle Kûfe’nin siyasi/içtimai konumunu ve diğer müçtehitlerin yaşadığı şehirlerle münasebetini iyi bilmek gerekmektedir.
Mesela İmam Malik Medine’de; Allah Resulü’nün (s.a.v.) yaşadığı şehirde sahabe çocuklarına fetva veriyordu. Medine’de mekan ve insan itibariyle ciddi bir değişim olmadığından hadis-i şerifler Ona yöneltilen soruları içtihada ihtiyaç duymadan karşılayabiliyordu. Kûfe’de ise tam bir kültür ve inanç mozaiği vardı. Bunun için problemler hem sayı itibariyle çok hem de değişikti. Böyle bir ortamda beş yüz bin meselenin oluşmasını imkansız kılacak bir durum yoktur. Ayrıca Ebu Hanife’ye (r.a.) özellikle hac mevsiminde devrin fakihleri tarafından çözülemeyen problemlerin de getirildiği ve Onun sadece olmuş olaylara değil olması ihtimal dahilinde olan hadiseler (takdiri meseleler) hakkında da fetva verdiği göz önünde tutulmalıdır. Bu usulle verdiği fetvaların 60 bin civarında olduğu düşünülmektedir.[52]
Vuku bulmayan fakat vuku bulması farz edilen konularda fetva vermek anlamına gelen “takdiri fıkhı” Ebu Hanife (r.a.) çokça kullanırdı. Katade ile arasında geçen şu konuşma buna niçin baş vurduğunu açıklamaktadır: Ebu Hanife:
– Ey Ebu Hattab! Kendisinden haber alınamayan bir adamın eşi hakkında görüşünüz nedir?
– Hz. Ömer’in fetvasını söylerim; Dört yıl bekler eğer bu sürede kocası gelirse onunla evliliği devam eder. Kocası dönmezse, eşleri ölen kadınlar gibi 4 ay 10 gün iddet bekler, ardından bir başkasıyla evlenebilir.
– Bu durumda ilk eş döner ve evlenen hanımına “Ey kötü iş yapan kadın! Ben yaşadığım halde sen başkası ile evlendin.” der; Sonraki koca da “Ey kadın! Eşin olduğu halde benimle evlendin” diye çıkışırsa kadın kimin eşi kabul edilir ve hangi adamla lanetleşir?[53]
– Bu hadise gerçekleşti mi?
– Hayır.
– O halde olmamış bir meseleyi bana niçin soruyorsun?
– Alimler belaya hazırlanırlar, gelmeden önce ondan korunurlar. Gelince de onu tanırlar, nereden girip nereden çıkacaklarını bilirler.[54]
Bu ön bilgiden sonra, beş yüz bin fetvayı Onun aktif olarak içtihat ettiği 30 yıla (H. 120-150) yayarsak her gününe 45 mesele düşmektedir. 40 müçtehitle birlikte meseleleri müzakere eden ve sabahtan yatsıya kadar bütün zamanını ilme adayan[55] Ebu Hanife gibi bir müçtehit için bu sayı hiç de kabarık değildir.
500 bin mesele hakkında hüküm beyan eden Ebu Hanife’nin kıyas ve istihsanı çok kullanmasından dolayı içtihatlarındaki yanılma oranı selefilerin iddia ettiği gibi yüksek midir? Bu sorunun en doğru cevabı Onu herkesten daha iyi tanıyan öğrencileri tarafından verilmiştir. Nitekim bir adam, talebelerinden Veki’in huzurunda İmam-ı Azam’ın yanıldığını söyleyince Veki’ şöyle diyerek adama karşı çıkmıştı: “Böyle diyen kişiler hayvanlar gibidirler; Hatta benimsedikleri yol itibariyle onlardan daha da aşağıdırlar. Yanında Ebu Yusuf ve Muhammed b. Şeybani gibi fıkıh alimleri, hadis imamları, Arap dili uzmanları, Fudayl ve Davud et-Tai gibi züht ve vera’ abideleri olan bir Ebu Hanife nasıl hata edebilir?! Böylesine muazzam bir öğrenci/müçtehit kadrosuna sahip birisi hata edemez. Çünkü yanıldığında müçtehit talebeleri müdahale ederek Onu doğruya yönlendirirler.”[56]
İmam-ı Azam (r.a.) bu gün olduğu şekliyle fıkıh ilmini tedvin eden ve bab bab, kitap kitap tertip eden ilk alimdir. İmam Malik (r.a.) de “Muvatta”yı telif ederken Onun tedvin usulünü takip etmiştir.[57]
Bu noktada Muvaffak b. Ahmed el-Mekki şunları nakletmektedir: “Ebu Hanife (r.a.) şeriat ilmini ilk tedvin eden kişidir. Ondan önce kimse bunu yapmamıştır. Çünkü ne sahabe ne de tabiun (r. anhum) şeriat ilmini sistematik bir şekilde bab ve kitaplara ayırmıştı. Onlar idrak güçlerine itimat ederlerdi, kalplerini bilgilerine dağarcık yapmışlardı. Onlardan sonra yetişen Ebu Hanife (r.a.) ilmin yayıldığına tanıklık eti. Yeni neslin ilmi zayi etmesinden korktu. Nitekim bu noktaya dikkat çeken Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuştu: “Allah Teala insanların elinden çekip almak suretiyle ilmi ortadan kaldırmaz. İlmi, alimlerin ölmesiyle söküp alır. Geriye cahil reisler kalır; İlimleri olmadığı halde fetva verirler, hem saparlar hem de sapıtırlar.” İşte bunun için Ebu Hanife (r.a.) fıkhı tedvin etti. Onu baplara ayırdı. Bölüm bölüm tertip etti.[58]
Bölümlerin tasnifine ilk olarak “Taharet” ile başladı sonra “Namaz” ve peşi sıra diğer ibadetleri yazdı. İbadetleri takiben “Muamelatı” kaleme aldı. Tertibi “Miras”la bitirdi. O (r.a.) fıkhın tedvinine “Taharet”le başlayıp “Namaz”la devam etti. Çünkü kişinin sağlam bir akideden sonra, sorumlu olduğu ilk ibadet namazdır. Namaz ibadetlerin en özeli ve vücub itibariyle de en genelidir. “Muamelat”ı da ibadetten sonra getirdi. Çünkü -esas olan- kişi taraf olmadıkça “Muamelat” yok hükmündedir. Yani ibadet gibi mükellef, evvel emirde ondan sorumlu değildir. Ebu Hanife (r.a.) fıkhın tedvinini “Vasiyet” ve “Miras”la tamamladı. Çünkü bunlar insanın son anlarıyla alakalı hükümlerdir.[59]
Ebu Hanife’den (r.a.) sonra gelen müçtehitler Onun bu tasnif sisteminden faydalandılar. Ona uydular. Kitaplarını Onun eserlerine bakarak şekillendirdiler. Bunun içindir ki, İmam Şafii; “Alimler, fıkıhta Ebu Hanife’nin çocukları mesabesindedir.” demiştir.[60]
Muvaffak Mekki, fıkıh ile alakalı meseleleri Ebu Hanife (r.a.) tedvin etti derken, bunu Onun yönetiminde öğrencilerinin yaptığını kastetmektedir. Mekki’nin ifadelerinde “Mecaz-ı Akli” vardır. Bu, tıpkı “Hz. Ömer (r.a.) Kûfe’yi inşa etti.” cümlesindeki manaya benzer. Burada şehri gerçekte inşa eden Hz. Ömer (r.a.) değil Onun görevlendirdiği mühendis ve işçilerdir. Hz. Ömer’in (r.a.) inşa emrini vermesi fiilin Ona isnadını mümkün kılmaktadır. Fıkıhla alakalı eserlerin tedvinine sebep olan, bunu imla yoluyla bizzat yaptıran da Ebu Hanife olduğundan tedvin ameliyesinin Ona isnat edilmesi uygundur.
İmam-ı Azam (r.a.) fıkıh ilmine yaptığı büyük katkıya rağmen bizzat kendisi fıkha dair bir eser telif etmemiştir. Her ne kadar “el-Fıkhu’l-Ekber”in fıkıhla alakalı bir kitap olduğu 60 bin ya da daha fazla meseleyi içerdiği söylense de eldeki “el-Fıkhu’l-Ekber” nüshaları akide ile alakalı olduğundan, olmayan bir şey hakkında konuşup hüküm vermek doğru değildir.[61]
İmam-ı Azam’ın (r.a.) bizzat telif ettiği bir fıkıh kitabının olmaması Onun adına bir eksiklik değildir. Çünkü kitap telifi Ebu Hanife’nin ahirete irtihalinden sonra ya da hayatının son anlarında şuyu’ bulmuştur.[62]
Sahabe asrındaki müçtehitler fetva ya da içtihatlarını tedvin etmekten sakınmışlardı. Hatta dinin esasına dair bir araya getirilen tek kitap Kur’an-ı Kerim olsun diye hadisleri bile -daha sonraki zamanlarda görülen keyfiyette- tedvin etmemişlerdi. Sonraki dönem alimleri hadisleri ve fetvaları bir araya getirme zorunluluğu duydular. Medine Fakihleri Abdullah b. Ömer, Aişe, İbn Abbas (r. anhum) ile onlardan sonra gelen tabiun kuşağı fetvalarını bir araya getirdi. Onlara bakar, meseleleri onlar üzerine bina ederlerdi. Iraklı fakihler de İbn Mesud’un fetvaları ile Hz. Ali, Şüreyh ve diğer Kûfe kadılarının fetva ve hükümlerini bir araya getirdiler. Kûfe fakihlerinden İbrahim Nehai, fetvaları ve fıkhi esasları bir risalede cem etti. Hammad da benzer bir çalışma yaptı. Bu risalelerin hiç biri fıkhi bablara göre tasnif edilmemişti. Halka dağıtılmayan bu çalışmalar unutma durumunda müçtehidin müracaat edeceği şekilde hazırlanan özel notlardan ibaretti.[63]
İmam-ı Azam’ın (r.a.) fıkıhla alakalı içtihatlarını günümüze taşıyan eserler öğrencileri tarafından kaleme alındı. “Sahibeyn/imameyn” diye bilinen mezhebin iki önemli şahsiyeti Ebû Yusuf ve İmam Muhammed başta olmak üzere Züfer b. Hüzeyl, Hasan b. Ziyad gibi diğer talebelerinin Ondan rivayet ettikleri fıkhî meseleleri İmam Muhammed, “Zâhiru’r-Rivâye” adıyla şöhret bulan altı kitapta bir araya getirdi. Fakat, “Zâhiru’r-Rivâye” kitaplarının içerikleri hakkındaki yaygın kanaat, bunların üç imamdan ya da onların bir kısmından nakledilen meseleler olduğu istikametindedir.[64] Altı kitaptan oluşan ve tamamı İmam Muhammed tarafından tedvin edilen ‘Zâhiru’r-Rivâye’ kitaplarına bu ismin verilmesi, onların, İmam Muhammed’den güvenilir bir rivayet zinciriyle nakledilmelerinden dolayıdır.[65]
Mütevatir bir rivayet zincirine sahip olmadıklarından dolayı “Nevadir” başlığı altında toplanan[66] kitaplarda da Ebu Hanife’nin çok sayıda içtihadı yer almaktadır.[67]
İmam-ı Azam (r.a.) kelam ilminde de geniş bir müktesabata sahipti. Devrin ihtiyaçlarını dikkate alarak akide ile alakalı meselelerde de ümmete yol gösterdi. Bu alandaki mütalealarının bir kısmı öğrencileri tarafından kayda geçirildi. Bir kısmı da kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplarla şekillendi. Maturidi mezhebinin de temelini oluşturan bu kitaplar şunlardır: “el-Fıkhu’l-Ekber”, el-Fıkhu’l-Ebsat”, “el-Alim ve’l-Müteallim”, “er-Risale”, “el-Vasiyye”.[68]
Ebu Hanife (r.a.) içtihat ederken deliller arasında nasıl bir sıralama takip ederdi; Nelere öncelik verirdi? Birilerinin iddia ettiği gibi O sahih hadislere rağmen “Kıyas” ve “İstihsan”a başvurur mu idi? Sahih kabul ettiği hadislerin yekünü 17 adet mi idi?[69]
Sünnet’e rağmen bir İslam oluşturmayı hedefleyen modernist Müslümanlar düşüncelerine meşruiyet kazandırabilmek için Ebu Hanife’yi (r.a.) kendilerine göre tanımlama gayreti içerisine girdiler. Halbuki O, değil Sünnet’i devre dışı bırakmak, sahabe sözünü bile hüccet kabul ederdi. Nitekim içtihat usulünde izlediği yolu anlatırken şöyle demektedir: “Öncelikle Allah’ın Kitabı’nda olanı alırım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Kitap ve Sünnet’te bulamadığım takdirde sahabe sözüne başvururum. Onların sözlerinden dilediğimi alır dilediğimi terk ederim. Sahabenin sözünü bırakıp da başkasının sözünü almam. Fakat iş İbrahim en-Nehai, Şa’bi, İbn Sirin, Hasan Basri, Ata, Said b. Müseyyeb’e… ulaşırsa bunlar içtihat eden bir topluluktur. Ben de onlar gibi içtihat ederim.”[70] Muvaffak Mekki devamla Ebu Hanife’nin (r.a.) içtihat sistemini açıklarken şunları söyler: “O, meseleleri kıyas yaparak bir sonuca bağlardı. Kıyas uygun olmuyorsa “istihsan”da bulunurdu. İstihsanla da bir sonuca ulaşamadıysa Müslümanların aralarında dikkate aldıklara muameleye/örfe müracaat ederdi.[71]
Yukarıdaki ifadelerden bedihi bir şekilde anlaşılmaktadır ki, Ebu Hanife (r.a.) bir konuda hüküm verirken öncelikle Kitab’a, ardından Sünnet’e sonra da sahabe görüşüne müracaat ederdi. Eğer sahabe arasında icma yoksa yine de onların görüşlerinin dışına çıkmaz, sözleri arasından Kur’an ve Sünnet’e en uygun olanı seçerdi.[72] Söz konusu delillerde konuyla alakalı bir hüküm bulamadıysa sırasıyla kıyas ve istihsan yapar ya da sahih örfü dikkate alırdı.
Buna göre Ebu Hanife’nin (r.a.) hüküm çıkarırken kullandığı deliller şunlardır: Kitap, Sünnet, sahabe icmaı, sahabe kavli, kıyas, istihsan, örf ve icma.
Ebu Hanife’yi (r.a.) tenkit edenlerin ifadeleri tahlil edildiğinde görülecektir ki; münekkitler ya kıskanç ya cahil ya da mutaassıb kimselerdir. Bazı ilim adamları ilimdeki dirayetine, ümmet nezdindeki itibarına haset edip Ona iftira ettiler. Böylece Onun gölgesinden kurtulacaklarını düşündüler. Cahiller de gayreti diniye adına haset sahibi alimlerin yalanlarını hakikat diye müdafaa ettiler. İmam-ı Azam’ı (r.a.) tenkit eden taifenin üçüncüsü ise taassubun görme melekelerini öldürdüğü kişilerdir. Bunların başında bir çok esere imza atan Hatib Bağdadi gelmektedir.
Bağdadi’nin Hezeyanları
Bağdadi meşhur eseri “Tarihu Medineti’s-Selam/Bağdat”ın XV. cildinde 444’ten 587’ye kadar olan sahifelerde (143 sayfa) Ebu Hanife’yi anlatır. İlk 60 sahifede Ebu Hanife’nin ilmi, takvası ve cömertliği ile alakalı nakillerde bulunur. İlk bölümün sonunda Onun (r.a.) sahabe sözünü dahi kendi içtihadına tercih ettiğini anlatır. Bunun hemen akabinde Ebu Hanife’yi (r.a.) cerhe başlar ki muzahrafat tam 82 sahife devam eder. Bağdadi’nin Ebu Hanife’ye (r.a.) dair naklettiği iftiralar altı ana başlıkta toplanır: 1. Ebu Hanife aleyhinde konuşan alimlerin ifadeleri. 2. Ebu Hanife’den iman konusunda rivayet edilen sözler. 3. İmam-ı Azam’a isnat edilen “halku’l-Kur’an” ile alakalı görüşler. 4. Devlet adamlarına başkaldırmak ile alakalı nakiller. 5. Din hakkında uydurulup Ebu Hanife’ye isnat edilen çirkin sözler. 6. Onun içtihatlarını yeren ve Ondan sakınmayı öğütleyen bazılarının sözleri.
Birinci başlık altında rivayet edilen nakillerle alakalı şunlar söylenebilir: Ebu Hanife’yi (r.a.) tenkit edenlerin ifadelerine bakıldığında görülmektedir ki, bunlar Onun ilmini çekemeyen insanlardır. Ayrıca Hatib Bağdadi’nin naklettiği sözlerin senetlerinde yer alan bir çok ravi yalanda şöhret bulmuş kişilerdir. Bu yüzden rivayetleri metruktur. Ravide problem olmadığı farzedilse dahi çağdaş iki alimden birinin diğerini tenkit etmesi, tenkit edilenin değerini düşürmez. Bundan dolayı zan altında da bırakılmaz. Zira muasır alimlerin birbirlerini tenkit etmeleri sahabe devrinden günümüze kadar hep devam ede gelmiştir. Aynı devirde yaşayan alimlerin, birbirlerini anlatırken kullandıkları üslubun sert, ifadelerin ön yargılı olması, söz konusu açıklamalara ihtiyatla yaklaşılmasını gerekli kılmıştır. İnsan psikolojisinin dayanılmaz baskısı altında söylenen ithamları değerlendirirken İbn Abbâs’ın şu sözünü zihinde canlı tutmak doğru hükmün kılavuzu olacaktır: “Alimlerin bilgisini kabul edin, fakat birbirleri hakkındaki kanaatlerinde onları doğrulamayın. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, onların vuruşan iki koçtan daha farklı durumları yoktur.”[73] İmam Taceddin es-Subki talebelerine, ulemanın birbirleri hakkında sarf ettikleri sözlere, aralarında cereyan eden olaylara karşı sessiz kalmalarını telkin eder.[74] İbn Abidin de muasır alimlerin birbirlerinin yargılarına göre değerlendirilmelerinin doğru olmadığını belirtir.
Haset sahibi insanların iftiralarını dikkate alarak Ebu Hanife’yi (r.a.) tenkit edenler hakikatle yüzleştiklerinde tövbe edip Allah’tan mağfiretlerini istemişlerdir. Nitekim Onun muasırlarından Şam diyarının fakihi Evzai (r.a.) Abdullah b. Mübarek’le karşılaştığında “Kûfe’de ortaya çıkan ve Ebu Hanife künyesiyle şöhret bulan bu bidatçi kimdir? diye sorar. İbn Mübarek kim olduğunu söylemeden muğlak meseleleri, onları anlama usullerini ve o konudaki fetvaları zikretmeye başlar. Evzai:
– Bu fetvalar kime aittir?
– Irak’ta karşılaştığım bir alime.
– Bu kişi ulemanın büyüklerindendir. Git Ondan daha fazla mesele öğren.
– İşte bu alim az önce bidatçi diye tenkit ettiğin Ebu Hanife’dir.
Daha sonra İmam Evzai ile Ebu Hanife Mekke’de bir araya gelir, İbn Mübarek’in anlattığı konuları müzakere ederler. Ebu Hanife konuları daha da açar. Ayrıldıklarında Evzai İbn Mübarek’e: “İlminin çok ve aklının mükemmel oluşuna gıpta ettim. Allah Teala’dan hakkında söylediklerimden dolayı affımı istiyorum. Apaçık bir yanlışın içerisinde imişim. Sana gelince İbn Mübarek, sakın Ondan ayrılma!”[75]
İmam-ı Azam’ın (r.a.) ilim ve takvasını takdir eden muasırlarına gelince onların tavsifleri hasetçilerin iftiralarına kıyas edilmeyecek derecede çoktur. İmam Malik’e Ebu Hanife’yi (r.a.) gördün mü diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Evet, öyle bir adam gördüm ki, sana bu sütunun altın olduğunu söylese mutlaka -altın olduğuna dair- delillerini getirir.”[76] Ondan daha fakihini görmedim[77] diyen İbn Mübarek “Eğer Allah Teala bana Ebu Hanife ve Süfyan’a talebe olmayı nasip etmeseydi sıradan birisi olurdum.”[78] itirafında bulunmuştur.
Bağdadi, Ebu Hanife’yi (r.a.) cerh etmeye devam ettiği diğer beş bölümde de meçhul ya da mecruh ravilerin hezeyanlarını bilgi diye nakleder. Bağdadi’nin İmam-ı Azam’a (r.a.) isnat ettiği imanla alakalı rivayetlerin önemli bir bölümünün senedinde adalet vasfını yitiren raviler vardır. Bu nevi ravilerin sözlerine itimat edilmez. Diğer taraftan Ebu Hanife’ye isnat edilen Kur’an’ın yaratılmış olduğu şeklindeki iddialar da doğru değildir. Zira İmam-ı Azam (r.a.) akide ile alakalı olan eseri “el-Fıkhu’l-Ekber”de Kur’an’ı Kerim’in yaratılmış olmadığını, Allah Teala’nın kelamı olduğu belirtmektedir.[79]
Bağdadi, Ebu Hanife’ye (r.a.), hiçbir müslümanın söylemeyeceği ifadeleri isnat eder. Bunlar içerisinde en kabul edilmezi “Eğer Allah Resulü bana ya da ben Ona yetişseydim, muhakkak ki bir çok görüşümü kabul ederdi.”[80] iddiasıdır. Bu rivayetin ilk halkasında Yusuf b. Esbad vardır ki, cerh ve tadil otoriteleri Onun rivayetlerinin delil olamayacağını bildirmektedirler.[81] Ne var ki Bağdadi hadis uydurmakla ün yapan böyle bir adamın Ebu Hanife hakkında uydurduğu bir sözü bilgi diye eserine almış, ümmetin imamına iftira etmiştir.
Bağdadi’nin, Ebu Hanife (r.a.) biyografisinin son bölümünde İmam’ın -haşa- “Deccal” olduğunu iddia eden rivayetleri[82] nakletmesi ise ne ilim ne de ahlaki kriterlerle bağdaşır.
İbn Hacer Mekki, Bağdadi’nin Ebu Hanife (r.a.) hakkındaki menfi rivayetleri kritik ederken metinleri nakleden ravilerin neredeyse tamamının mecruh ve meçhul olduğuna vurgu yapar. Mekki, yapılanı sorgularken de şöyle der: “Bu tür rivayetlerle her hangi bir müslümanın şerefini lekelemek icmaen caiz değilken, bunlar nasıl olur da ümmetin müçtehitlerinden bir büyük imama reva görülebilir?”[83]
Abdulhayy el-Leknevi, Hatib Bağdadi’nin taassub sahibi bir alim olduğunu bu yüzden de Ebu Hanife (r.a.) ve öğrencileri hakkındaki cerhlerinin ilmi bir kıymet arz etmediğini belirtir.[84]
Tarih boyu Bağdadi’ye bir çok reddiye yazılmıştır. Onlardan bazıları şunlardır: el-Meliku’l-Muazzam İsa b. Ebi Bekir el-Eyyubi’nin “es-Sehmu’l-Musib fi’r-Reddi ala Ebi Bekr el-Hatib”i, Sıbt-u İbni’l-Cevzi’nin “el-İntisar li İmami E’immeti’l-Emsar”ı ile “Miratu’z-Zaman”ı, Ebu’l-Müeyyed el-Harizmi’nin “Cami’u Mesanidi Ebi Hanife”si (Bu eserin sadece baş tarafında Bağdadi’ye cevap ihtiva eden bir bölüm vardır.) Ezher ulemasından oluşan bir komisyonun eserin Ebu Hanife’yi cerh eden kısmına yaptığı ve eserle birlikte basılan notları, Muhammed Zahid Kevseri’nin “Te’nibu’l-Hatib ala Ma Sakehu fi Tercemeti Ebi Hanifete mine’l-Ekazib”i.[85] Tarih-i Bağdat’taki ilgili rivayetleri hem metin hem de senet itibariyle etraflı bir şekilde tahlil eden Kevseri’nin “Te’nib”i, hem muazzam bir müdafaname hem de bir irfan hazinesidir.
Ebu Hanife (r.a.) karşıtlarının ortak buluşma noktası Ona hadisle alakalı yönelttikleri tenkitlerdir. Onlara göre İmam-ı Azam az hadis bilen ve görüşünü hadise tercih eden bir ilim adamıdır.
Bu iddialara cevap vermek gerekirse şunlar söylenebilir:
Her şeyden önce Ebu Hanife’nin (r.a.) az sayıda hadis bildiği meselesi hilafı hakikat bir iddiadır. Çünkü hadis otoriteleri Onun hadiste “İmam” olduğuna şehadet etmektedirler. Ebu Hanife’nin (r.a.) hadis ilminde geniş bir malumata sahip olduğunu söylenen alimler arasında Ebu Davud, Tirmizi, Hakim, Beyhaki, İbn Kayyım, İbn Kesir[86] gibi büyük hadisçiler vardır.
Muarızlar Ebu Hanife’nin bildiği hadislerin sayılı olduğunu iddia ederlerken Onun talebelerinden Hasan b. Ziyad “Ebu Hanife’nin iki bini Hammad’tan, iki bini de diğer hocalarından olmak üzere dört bin hadis rivayet ettiğini” bildirmektedir.[87]
Ebu Hanife’nin (r.a.) -diğer üç imam gibi- bizzat tedvin ettiği bir hadis kitabının olmamasını istismar edenlere karşı Muhammed b. Mahmud el-Harizmi İmam-ı Azam’a ait hadisleri cem eden bir “Müsned” telif ederek cevap vermiştir. Müellif, Müsned’in hadislerini 15 büyük hadis aliminin Ebu Hanife’nin hadislerini bir araya getirdiği müsnedlerinden oluşturmuştur.[88]
Muvaffak Mekki, Ebu Hanife’nin el-Asar’daki rivayetleri (el-Asar, Ebu Yusuf ve Muhammed’e ait aynı adı taşıyan iki ayrı mecmuadır ki, Ebu Hanife’den rivayet edilen hadisleri muhtevidirler.) 40 bin hadis arasından seçtiğini nakletmektedir.[89]
Hadise bu derece vukufiyeti olan Ebu Hanife (r.a.) niçin rivayetini 4 binlerle sınırlandırmıştır? Bunun iki nedeni vardır. Birincisi, Ebu Hanife ahad olarak rivayet edilen hadisleri kabulde herkesten daha fazla titiz davranmıştır. Çünkü Onun yaşadığı dönemde zındıklar ve bidatçiler sürekli hadis uydurmakta idiler. İkincisi ise, Ebu Hanife muhaddislerin adeti olduğu üzere oturup hadis rivayet etmemiştir.[90] Fakat muhaddislerin ameliyesinden daha mühim bir vazife ifa etmiştir ki, o da hadisleri tahlil edip onlardan şeriatın maksatları çerçevesinde hükümler çıkarmaktır. Şafii ulemasından Muhammed b. Yusuf es-Salihi bu noktada şunları söylemektedir: “Ebu Hanife (r.a.), hüküm çıkarma ile meşgul olduğundan çok sayıda hadis bilmesine rağmen rivayeti fazla olmamıştır. Aynı sebepten dolayı İmam Malik ve Şafi’den rivayet edilen hadisler de bildiklerine oranla azdır. Bu durum sahabe için de geçerlidir. Nitekim geniş malumatlarına rağmen Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi büyük sahabilerin rivayet ettiği hadisler onların derecelerinde olmayanlara nisbetle az olmuştur.”[91]
Aslında Onun çözüme kavuşturduğu binlerce mesele, hadis ilmindeki vukufiyetini gözler önüne sermektedir. Nitekim Kevseri de bu noktaya dikkat çekmektedir: “Ebu Hanife’nin çok hadis bildiği fıkıh baplarında zikrettiği delillerden ve seçkin talebeleri tarafından tedvin edilen 17 müsnetteki hadislerinden anlaşılmaktadır.”[92]
Önceki sayfalarda Ebu Hanife’nin (r.a.) bir meseleyi çözüme bağlarken ilk olarak Kur’an’a, Onda bulamayınca Sünnet’e, Onda da bulamayınca sahabe kavline müracaat ettiğini nakletmiştik. Sahabe kavlinin olduğu yerde dahi içtihat etmeyen bir müçtehit için nasıl olur da içtihadını hadise tercih ederdi, denilebilir?! Bilakis, ulema arasında şöhret bulan güvenilir ravilerin mürsellerini delil olarak kullanmasına bakarak Onun Sünnet’e aşırı derecede bağlı olduğunu söylemek gerekir.
O, muhaddisler kadar hadis rivayet etmemiştir. Bu doğrudur. Fakat bu doğruluk İmam-ı Azam adına bir nakısa değildir. Çünkü O, hadislerden hüküm çıkarmakla meşguldü. Ona bir hadis ulaştığında onu asıl kabul edip üzerine benzer hükümleri kıyas eder, ona göre fetvalar verirdi. Bazen hadisten çıkardığı hükmü belirtir, metni rivayet etmez, bazen de hem metni rivayet eder hem de hükmü beyan ederdi. Sahabenin müçtehitleri de böyle yapardı.
Dört halife, Abdullah b. Mes’ud ve Ammar b. Yasir (r. anhum) uzun yıllar Allah Resulü’ne (s.a.v.) arkadaşlık yapmalarına, seferde ve hazarda neredeyse Ondan hiç ayrılmamalarına rağmen son üç yılında Allah Resulü’ne (s.a.v.) yetişen Ebu Hureyre (r.a.) kadar hadis rivayet etmemişlerdir. Şimdi bu fotoğraftan hareketle Ebu Hureyre (r.a.) dört halifeden daha fazla hadis dinledi ya da onların gördüklerinden daha fazla şeye tanık oldu da bu yüzden insanlar Ondan diğerlerine nisbetle daha fazla hadis rivayet ettiler mi denilecek?! Dört halife başta olmak üzere müçtehit sahabiler rivayetten ziyade hadislerden hüküm çıkarma ya da onları asıl kabul edip üzerlerine yeni meseleleri kıyas etme işi ile iştigal ettiler. Bu yüzden rivayetleri sınırlı sayıda oldu.
Herkes şu noktada hem fikirdir ki, Ebu Hanife (r.a.) en fazla hüküm çıkaran müçtehittir. Fıkhi hükümlerinin çok olması Onun fazla hadis bildiğine delalet eder. Verdiği fetvaların sahih olması kullandığı delillerin de sahih olduğuna işaret eder. Yine herkes kabul eder ki Ebu Hanife kıyasta diğer müçtehitlerden daha güçlü ve onu diğerlerinden daha iyi bilir. Kıyas da bir ayete ya da bir hadise yapıldığına göre Onun çok kıyasının olması çok hadis bildiğine ve onları etraflı bir şekilde idrak ettiğine delalet eder.[93]
Bazı hadislere muhalefet etmesine gelince, söz konusu hadisler ya sıhhat için belirlediği kriterlere uymamaktadır ya ravisinde bir problem vardır ya nesh edilmiştir ya da daha kuvvetli kabul ettiği bir başka hadisle tearuz halindedir. Bu durumlardaki hadisleri reddetmeyen hiçbir müçtehit yoktur.
Ebu Hanife, haset sahibi insanların, hakkında yaydıkları dedikoduları işittiğinde şöyle demişti: “Bu insanlara şaşıyorum; Ancak bir nassa dayanarak fetva vermeme rağmen şahsi kanaatimi dikkate alarak içtihatta bulunduğumu iddia ediyorlar.”[94]
Bütün bu bilgiler ortada iken İbn Haldun’un kime ait olduğunu belirtmeden “Ebu Hanife’nin rivayet ettiği hadislerin 17 civarında olduğunu söylemesi”[95] Onun aleyhinde bir delil olamaz. Zira İbn Haldun, bu ifadeden hemen sonra bu türlü sözlerin doğru olmadığını, hadis bilgisi az olanın içtihad edemeyeceğini, İmam’ın, hadis konusunda da büyük bir Müçtehid olduğunu söyler. Bu durumda iddia hiç bir kıymet ifade etmez. Çünkü ilmi ölçülere göre eğer bu bir iddia ise delilini, yok eğer rivayet ise senedini belirtmek gerekir. Fakat İbn Haldun delil ve senet bulamadığından ifadesini “Yukalü/denir ki” diye nakletmektedir.
Ebu Hanife’nin hadiste kudreti yoktu diyenlerin iddiası ya senetsiz ya da Onun karşısında itibarını kaybeden haset sahibi insanların iftiralarına dayanıyor. Ümmetin her mezhepten alimleri ise yüksek sesle Onun hadiste “imam” olduğunu söylüyorlar. Hadise karşısında “Hak’tan sonra sadece sapıklık vardır. O halde nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz?”[96] ayetini okumaktan başka ne söylenebilir ki?
Ebu Hanife (r.a.) beşyüz bin (bir rivayete göre seksen üç bin) mesele hakkında hüküm verdi.[97] İçtihatlarıyla ümmetin önünü açtı. Olağan üstü zekası, gayreti ve ihlası onu daha henüz hayatta iken müçtehitlerin müracaat kaynağı konumuna getirdi. Asrının tanıkları onu anlatırken “Ebu Hanife’den daha alim birsini görmediklerine”[98] vurgu yaparlardı. İmam Şafi’nin (r.a.) hocası Veki’ b. Cerrah “Ebu Hanife’den daha fakih birisi ile karşılaşmadığını”[99] söylemişti. Bu yüzdendir ki İmam Malik çözemediği meseleleri biriktirir Medine’ye gelince Ona arz ederdi. Ameş hacca giderken Ondan kendisi için Hac menasikini yazmasını istemişti.[100] O sadece avamın değil müçtehitlerin de imamıydı.
İHSAN ŞENOCAK HOCA
——————————————————-
[1] Ebubekir Ahmed b. Ali el-Hatib el-Bağdadi, Tarih-u Medineti’s-Selam, Beyrut, 2001, XV, 460.
[2] el-Bağdadi, a.g.e., 2001, XV, 501.
[3] Şihabuddin el-Hamevi, Mu’cemu’l-Buldan, Beyrut, ty., IV, 558.
[4] Muhammed Zahid Kevseri, Fıkh-u Ehli’l-Irak ve Hadisuhum, (Zeyla’î’nin Nasbu’r-Raye’si ile birlikte), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, I, 15; Ayrıca bkz. Kevseri, Makalatu’l-Kevseri, el-Mektebetu’t-Tevfikiyye, Kahire, ty., s. 130-1; Şihabuddin Ahmed b. Hacer el-Mekki, Hayratu’l-Hısan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty. s. 50-1, (Dipnot no: 1).
[5] Kevseri, Fıkh-u Ehli’l-Irak , I, 15-6; Ayrıca bkz. İbn Hacer el-Mekki, a.g.e., s. 50-1, (Dipnot no: 1).
[6] Kevseri, Fıkh-u Ehli’l-Irak, I, 15-6.
[7] Kevseri, Fıkh-u Ehli’l-Irak, I, 20; Kevseri, Makalat, s. 132.
[8] El-Muvaffak b. Ahmed el-Mekki, Menakib-u Ebi Hanife, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1981, s. 54.
[9] Muhammed Ebu Zehre, Ebu Hanife Hayatuhu ve Asruhu-Arauhu ve Fıkhuhu, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, 1997, s. 21.
[10] Ebu Zehre, a.g..e., s. 23.
[11] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 456; Muhammed b. Ahmed ez-Zehebi, Siyer-u A’lami’n-Nübela, er-Risale, Beyrut, 1998, VI, 397; Muvaffak el-Mekki, Menakib, s. 51.
[12] Ebu Zehre, a.g..e., s. 58.
[13] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 457.
[14] Bkz. el-Bağdadi, a.g.e., XV, 457.
[15] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 457.
[16] İbn Hacer el-Mekki, a.g.e., s. 50.
[17] Muvaffak Mekki, Menakib, I, 276.
[18] İbn Hacer el-Mekki, a.g.e., s. 51, (Dipnot no: 1)
[19] Ebu Zehre, a.g..e., s. 58.
[20] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 458 (Tercümede kısmen de olsa aynı sahifede yer alan birinci rivayetten de istifade edilmiştir.)
[21] Ebu Zehre, a.g.e., s. 59.
[22] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 43, (Dipnot no: 2); Kevseri, Te’nib, s. 59 ?.
[23] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 44,
[24] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 27-29.
[25] Kevseri, Te’nib, ; Ayrıca bkz. Celaluddin es-Suyuti, Tebyizu’s-Sahife, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty., s. 64, (Dipnot no: 64).
[26] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 28.
[27] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 31.
[28] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 31.
[29] Bkz. İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 45.
[30] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 31.
[31] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 47.
[32] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 31; Rivayetin tahlili için bkz. İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 45, (Dipnot no: 3).
[33] Hafızuddin b. Muhammed el-Kerderi, Menakib-u Ebi Hanife, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, t.y., s. 28.
[34] Ebu Zehre, a.g.e., s. 59.
[35] Kur’an, Tevbe(9): 100.
[36] et-Temimi, a.g.e., III, 187.
[37] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 60.
[38] Ahmed Emin, Duha’l-İslam, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2004, II, 142.
[39] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 65; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 60; .
[40] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 65; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 60.
[41] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 60; Benzer bir rivayet için bkz. Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 64.
[42] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 306.
[43] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 306.
[44] Kevseri, Makalat, s. 132.
[45] Kerderi, a.g.e., s. 56.
[46] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 312.
[47] Yunus Vehbi Yavuz, “Ebu Hanife’nin Hayatından Çizgiler ve Bıraktığı Miras”, İmam Azam Ebu Hanife ve Düşünce Sistemi (Tebliğ Metni), Kurav Yayınları, Bursa, 2005, I, 79.
[48] Kerderi, a.g.e., s. 150.
[49] Kerderi, a.g.e., s. 57.
[50] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 64.
[51] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 395.
[52] Ebu Zehre, a.g.e., s. 202.
[53] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 92.
[54] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 93; Aralarındaki “lian” bağından dolayı iki rivayet birleştirilmiştir.
[55] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 487; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 75; ed-Temimî, a.g.e., I, 100.
[56] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 65; Benzer bir rivayet için bkz. Kevseri, İhkaku’l-Hakk bi İbtali’l-Batıl fi Müğisi’l-Halk, el-Mektebetu’l-Ezheriyye, y.y., 1998, s. 24-5.
[57] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 65.
[58] Muvaffak Mekki, a.g.e., s 394.
[59] Muvaffak Mekki, a.g.e., s 394.
[60] Muvaffak Mekki, a.g.e., s 394.
[61] Ebu Zehre, a.g.e., s. 166.
[62] Ebu Zehre, a.g.e., s. 166.
[63] Ebu Zehre, a.g.e., s. 166-7.
[64] et-Temîmi, a.g.e., 1970, s.43.
[65] İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, I, 61.
[66] Leknevi, Mukaddime, I, 10.
[67] Hakimu’ş-Şehid Muhammed b.Muhammed el-Mervezi (ö.334/945) ‘Zâhiru’r-Rivâye’ kitaplarını “el-Kafi” adı altında bir araya getirdi. Nevadirle ilgili üçyüz eserin özeti olan, “el-Münteka”yı kaleme aldı. Bu iki çalışma, İmam Muhammed’in eserlerinden sonra mezhebin klasikleri olarak kabul edildi. Bkz. Leknevi, Fevâid, s.185-186; Kâtip Çelebi, a.g.e., II,1378; İbn Abidin, Resmu’l-Mufti, s.20-21.
[68] Bkz. Muhammed b. Abdirrahman el-Humeyyis, Usuliddin İnde’l-İmam-i Ebi Hanife, Riyad, 1996, s. 115 vd.
[69] Yavuz, a.g.e., s. 76.
[70] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 504; Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 80; Ebu Zehre, a.g.e., s. 207.
[71] Muvaffak Mekki, a.g.e., s. 75.
[72] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 62.
[73] Ebû Ömer Yusuf b. Abdilberr en-Nemeri el-Kurtubi, Camiu Beyâni’l-İlm ve Fadlihi vema Yenbaği fî Rivayetihi ve Hamlihi, (neşr. Abdurrahman Hassan Mahmud), Daru’l-Kütübi’l-Hadisiyye, Kahire, 1975, II, 151.
[74] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 143.
[75] Esad Muhammed Said es-Sağirci, el-Fıkhu’l-Hanefiyyu ve Edilletuhu, Daru’l-Kelimi’t-Tayyib, Dımeşk, 2000, I, 8; Ayrıca bkz. İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 68.
[76] Zehebi, a.g.e., VI, 399.
[77] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 66.
[78] Zehebi, a.g.e., VI, 398.
[79] Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber, (Aliyyu’l-Kari şerhi ile birlikte), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1984, 41.
[80] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 532.
[81] Suyuti, a.g.e., (el-Faidetu’s-Saniye), s. 39.
[82] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 532.
[83] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 141-2.
[84] İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hadis İlmindeki Yeri, D.İ.B.Y., Ankara, 2001, s. 254.
[85] Suyuti, (Muhakkik), a.g.e., (el-Faidetu’s-Saniye), s. 47.
[86] Muhammed Abdurreşid en-Nu’mani, Mekanetu’l-İmam Ebi Hanife fi’l-Hadis, Beyrut, 1416, s. 21 vd.
[87] Kevseri, Fıkhu Ehli’l-Irak, I, 25.
[88] Suyuti, a.g.e., (el-Faidetu’s-Salise), s. 53.
[89] Abdulaziz Yahya es-Sa’di, el-İmam-u Azam Ebu Hanife ve’s-Sünaiyyatu fi Mesanidihi, Beyrut, 2005, s. 66.
[90] Molla Aliyyulkari, Şerh-u Müsnedi Ebi Hanife, (Mukaddime), Beyrut, ty., s. z.
[91] Suyuti, a.g.e., (el-Faidetu’s-Salise), s. 53.
[92] Kevseri, Fıkhu Ehli’l-Irak, I, 25.
[93] et-Temimi, a.g.e., I, 117.
[94] Suyuti, a.g.e., s. 128.
[95] Abdurrahman B. Haldun, Mukaddime, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, s. 352.
[96] Kur’an, Yunus(10): 32.
[97] İbn Hacer Mekki, a.g.e. içerisinde el-Mevahibu’ş-Şerife, s. 180.
[98] Suyuti, a.g.e., s. 115.
[99] İbn Hacer Mekki, a.g.e. içerisinde el-Mevahibu’ş-Şerife, s. 178.
[100] Temimi, a.g.e., I, 148.