Din Mezhep İlişkisi -2
‘Mezhep tabirinin yapısında mutlak sübjektivite/görecelilik vardır, ama Din böyle değildir’ şeklindeki kabulün bir “zihin yanılsaması“ olduğunun en açık delili, bizzat Din’in önümüze koyduğu “zarurât” (inanılması zorunlu hususlar) alanıdır.
İtikad alanını da tıpkı fıkhiyyat gibi “farzlar, vacipler, sünnetler ve müstehaplar” şeklinde kompartımanlara ayırarak konuşacak olursak, ilk kategoriyi (itikadın farzlarını) Kur’an’ın açık/muhkem nasslarının oluşturduğu “zarurât-ı diniyye”nin teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman, “itikadın farzları“dır. Bu hususlara inandığını söylemekle birlikte, bunların “zorunlu neticeleri” konusunda tereddüt veya inkâr izhar etmek, söz konusu hususlara imanı temelden boşa çıkarır.
Söz gelimi bir kimse “Ben Allah’a iman ediyorum; aynı zamanda Allah’ın falan kişiye hulul ettiğini de kabul diyorum” dese, yahut, “Peygamber’e iman ediyorum” dediği halde, O’ndan sonra da peygamber (resul) gelebileceğini iddia etse, o kimsenin Allah inancı da, Peygamber inancı da temelden sakatlandığı için bu konulardaki iman iddiası geçerli değildir.
Aynı şekilde kendisini “mü’min” olarak ifade eden bir kimse, alemin kadim olduğunu (dolayısıyla bir Yaratıcı tarafından var edilmediğini) söylese, aynı sebepten, yani “zarurât-ı diniyye”yi ihlal ettiği için iman iddiası boştur. Bir önceki yazıda değindiğim “Sahabe” konusu da böyledir.
Dikkat edilecek olursa bu hususların hiç birini birebir nakzeden açık, kesin, muhkem bir nass yoktur. Yani Kur’an’da “alem kadim değildir”, “Allah hiçbir varlığa hulul etmez”, “Hz. Muhammed (s.a.v)’den sonra resul gelmeyecek” yahut “Sahabe’yi toptan tekfir/tadlil etmek yanlıştır” diye bir nass yoktur. Böyle olmasına rağmen örnek kabilinden zikrettiğim bu türlü şeylere inanmak, kişiyi dinden çıkarır. Çünkü bunlar, ilgili nassların istikrasından çıkan “zaruri” neticelerdir…
Bir kısım ilahiyat hocalarında gördüğümüz, “Din ilahîdir, ama mezhep beşerîdir” türünden iddialar, aslında “itikadın farzları“ bağlamında Din’in bizden ne istediğinin tam olarak belli olmadığı, Yüce Allah’ın, meseleyi insanların sübjektif yorumlarına terk ettiği, dolayısıyla bu alanda mevcut inanışların hiç birinin hakikata tekabül etmemiş olabileceği anlamına gelir. Bunun varacağı tabii netice ise şudur: Aslında insanlık tarihi boyunca bir tek kişi bile temel itikadî meselelerde vahye dayanan inancının mutlak doğru olduğunu söyleyemez. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: İnsanlık tarihi boyunca vahiy konusunda ortaya konmuş temel inançların tamamı yanlış olabilir!
Bu bakış açısının semeresi ise şudur: Allah Teala, en temel alanlarda bile insanlardan ne istediğini ya tam açıklamadı veya açıklayamadı!
İlk ihtimal batıldır; zira Allah Teala, vahyi, insanlardan ne istediğini iletmek üzere göndermiştir. Bu maksatla gönderilmiş vahiyde bu maksat ihlal edilmişse bu, gönderenin ya abesle iştigaline veya acziyetine delalet eder ki, her iki şık da hilaf-ı hakikattir.
İkinci ihtimal de batıldır, zira -yukrıdaki ikinci şıkta olduğu gibi- burada da Yüce Allah’a acziyet isnadı söz konusudur.
Bu bakımdan Din’in nerede bittiğini, mezhebin nerede başladığını tayin, zannedildiği kadar kolay değildir.
Burada dile getirmemiz gereken bir diğer nokta da şudur: Bir önceki yazıda “fırkalaşma” vakıasının ortaya çıkış sürecine değinmiştim. O vakıaya dikkatle bakanların rahatlıkla görebileceği gibi, ana gövdeden ayrılan her bir fırka, kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir etmekle temayüz etmiştir. Onları birer “fırka” olarak ana gövdeden ayıran belki de en önemli hususiyet budur. Dolayısıyla “mezhebi dinin önüne geçirme” vakıası burada karşımıza çıkmaktadır. Buna mukabil “ana gövde”, “zarurât-ı diniyye” sınırlarını ihlal etmedikçe onları tekfir etmez.
Bu noktayı bugün de rahatlıkla müşahede edebiliriz. Ehl-i Sünnet dışındaki fırkalar şu veya bu kavram/isim altında kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir etme noktasında birleşmektedir.