Dua, kaderi değiştirebilir mi? Kader değişmezse, niçin dua ediyoruz?

Bu soruyu zaman ve mekân algısıyla düşünecek olursak, mantık oyunlarının içinden çıkamayız. Kaderin gelecek yani zaman olarak algılanması, bu soruların ortaya çıkmasına nedendir.

   Kader, varlıkların ve olayların bütün halleri ve vasıflarıyla sebepleri ve şartlarıyla, sahip olacakları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Cenab-ı Hak tarafından ezelde tayin buyrulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.

  Kaza ise, ezelde takdir olunan her şeyin Cenab-ı Hakk’ın yaratması ve icadıyla meydana gelmesidir.

Kader, Allah Teala’nın ilim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır. Yani kader Cenab-ı Hakk’ın bilgisidir, ezelidir, zaman ve mekân dışıdır. Kader yani Allah Teala’nın bilgisi değişmez. Cenab-ı Hakk sonradan düşünmemiş, sonradan öğrenmemiştir. Çünkü bütün sonradanlıklar birer eksikliktir, oysa Allah Teala’nın iradesi, ilmi ve kudreti mutlaktır. Cenab-ı Hakk’ın zamansız-mekânsız zatı için öncelik, sonralık imkânsızdır. Allah sadece tecellisiyle önceden ve sonradandır, zatıyla değil. Zatının önceliği sonralığı imkânsız olanın bilgisinin önceliği sonralığı da imkânsızdır.

Allah Teala ne önceden bilir, ne de sonradan; O (c.c.) uzay-zamanın dışından bilir. Sorunumuz, uzay-zamana kilitli mantığımızın bu durumu anlayamaması, ısrarla Allah’ı zamanın içine çekip önceye, sonraya kaydırmaya çalışmasıdır.

İşte burada kilit nokta ortaya çıkıyor: Kaderi bildiğimiz zaman ve mekan olarak algılamak, içinden çıkılması güç akıl-mantık oyunlarını beraberinde getirmektedir. Mesela birçoklarının söylediği, “benim kaderim önceden yazılmış, kader değişmeyecekse niçin çabalayayım ve benim bunda suçum ne?” gibi sorular ve düşünceler ortaya çıkar.

Evet, bu bir akıl-mantık oyunudur. Çünkü kişi burada farkına varmadan kaderi bildiğini iddia etmektedir. Kader değişmeyecek demek, Allah’ın bildiğini biliyorum demektir. Oysa bilmediğimiz-bilemeyeceğimiz bir geleceğin değişip değişmeyeceğinden nasıl bahsedilebilir ki?

Bu noktadan hareketle dua-kader ilişkisine gelecek olursak, duanın geleceğimiz üzerinde büyük bir etkisi vardır. Çünkü kader yani Allah Teala’nın ezeliyetten bildiği, sizin yarın, ötekinin bin yıl sonra ne isteyeceğidir

Yani duanın kaderi değiştirmesi değil, ilahi kabul ile kaderi biçimlendirmesi söz konusudur. Kader değişmez. Kaza, kadere uygun olarak meydana gelir.

Her şey gibi insanın kaderi de takdir edilmiştir. Dua da bu kader sistemi içinde yer alan bir faktördür. Dua ederseniz, kaderdeki olayı geri çevirebilirsiniz, kazayı reddedebilirsiniz; ancak ne var ki, bu duayı yapmak, gene kaderinizin elvermesiyle mümkündür.
Tedbirle takdiri değiştiremezsiniz; fakat takdirde var ise tedbir alır ve böylece de kazayı geri çevirmiş olursunuz.
Hz.Ömer (R.A.)’nın şu sözleri meselenin izahı için yeterli olacaktır:
Şam’a orduyla giden Hz.Ömer (R.A.), şehre yaklaştığı zaman, veba salgını olduğunu haber alır. Bunun üzerine, orduya geri dönülmesi talimatını verir. Bu durum üzerine, “kader” kavramını anlayamayan ve işin şeklinde kalanlar şaşırırlar ve sorarlar:
   Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun yâ Ömer?
   Kaderin tekniğini anlamış olan Hz.Ömer (R.A.)’ın cevabı hepimize bir derstir:
Allah’ın kazasından Allah’ın kaderine kaçıyorum!..

   Konuyu anlayabilmek için aynı zamanda şunu çok iyi anlamamız gerekmektedir: Kader, gelecek veya geçmiş demek değildir. Kader, zaman ve mekan üstü ezeli bilgidir. Bu nedenle dua kaderi değil, geleceği değiştirir. Geleceğin değişmesi, kaderin değişmesi anlamına gelmez.

   Kader yani Allahın bilgisi değişemez, çünkü sınırsızdır; çünkü zaman-mekân türünden değildir; zaman-mekânda olan olmayan, olacak olmayacak, değişecek değişmeyecek her şeyi kapsar.

Duanın geleceği değiştirmesi, ezeli kader değildir. Kader, Allah Teala’nın olacaklara dair bilgisidir. Ve bu olacaklar kuralsız, başıboş, şartsız değildir. Kader, nihai ilahi seçim-iradeyi biçimlendiren ilahi ilkelere sahiptir. Dinimiz bu ilkelere işaret etmektedir. Mesela şükürsüzlüğün fakirliğe, anne-babaya itaat etmenin ömrün uzamasına, tövbenin günahların affına neden olması gibi.

İnsanla ilgili kaderi ikiye ayırabiliriz. Birincisi, insanın kendi irade ve kudretiyle işlediği fiil ve amellere bağlıdır. İkincisi ise, onun irade ve kudreti dışında meydana gelen hâdise ve hallere aittir. Birincisinin meydana gelmesine, insanlar irade ve arzuları ile kendileri sebep olmaktadırlar. İnsanın kendi kaderini tayin etmesi bu manaya göredir.

Bir çeşit kader vardır ki onun gerçekleşmesi Allah tarafından kesin hükme bağlanmıştır. Bu hükmü verilen şeyin gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Onu dua ve himmet değiştirmez. Buna kazâ-i mutlak denir. Yani, kesin hükme bağlanmış olması kesinleşmiş kaza demektir. Rızık, evlilik ve ecel gibi.
Bir çeşit kader vardır ki, onun gerçekleşmesi bazı sebeplere bağlanmıştır. Buna kazâ-i muallak denir. Yani sonucu bazı sebeplere bağlanmış kaza demektir. İşte dua, himmet ve sadaka bu kısımda fayda verir. Allah Teala, bir hikmeti icabı o sonucu bu sebebe bağlamıştır. Kul, neyin neye sebep yapıldığını bilmediği için, sadaka, dua, tövbe, istiğfar, zikir, ibadet, taat gibi hayırlı sonuç verecek bütün sebeplere sarılmalıdır. Bunun muhakkak faydasını görecektir.

Allah Teala dünya ve ahiret nimetlerinin birtakım sebeplerle meydana gelmesini ezelde takdir etmiş ve şarta bağlamıştır. Öyle ise, onların sebepsiz meydana gelmesini arzu etmek İlahî kanunlara zıttır. Allah’tan herhangi bir nimeti istemenin yolu, onun sebeplerini yerine getirmektir. Cenab-ı Hakk’tan çocuk istemenin yolu evlenmek, meyve istemenin yolu ağaç dikmek olduğu gibi, cennet istemenin yolu da İlahi emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmaktır. Bunların hepsi Allah’ın takdiridir. Bizler, kadere iman eden kimseler olarak, bu İlahî takdire boyun eğmek ve istediğimiz nimetlerin sebeplerine teşebbüs etmek durumundayız. Ağaç dikmeksizin meyve istemek gibi, ibadet etmeksizin ebedî saadet beklemek de takdire karşı gelmektir ve cezası, o nimetten mahrum kalmaktır.

Dolaysıyla kişinin başına şunların bunların geleceği yazılarda belli olsa da, onlar geldiğinde ne yapmayı seçeceğini zatıyla zaman-mekân dışı olan Allahtan başkası bilemez. Kader dediğimiz nihai, ezeli bilgi ise bu sürecin tamamını kapsar. Başına gelmeye hazırlananları da, onlardan değişecek olanları da, kişinin dua edeceğini de, tövbe edeceğini de Allah ezeliyetten bilir.

Dua ederek veya halimizi değiştirerek gelecekteki belirlenmiş tehlikeden korunmuşsak, bu da kaderde mevcuttur. Duanın belâyı önlemesi de, kaza ve kaderdendir. Kalkan, oka siper olduğu gibi dua da, Allah Teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir.
“Madem Allah kaderimi ezelde takdir etmiş öyleyse değişmez” deyip kadere dayanarak duadan vazgeçmek bir kaderiyecilik olur ve yanlıştır. Bunun yerine duayı da Allah’ın takdirinin bir parçası kabul edip dua etmek gerekir.

Duanın ibâdet yönünden başka, dünyevî ve şahsî hayatımızı ilgilendiren ayrı bir yönü daha vardır: Dua etmek suretiyle arzularımızı, ihtiyaçlarımızı, bir başka ifade ile gerçekleştirilmesi gereken hedefleri ifadeye döküyor, şuur haline getiriyoruz. Yapılacak işleri bir bakıma gündeme getiriyor, plana programa alıyoruz. Rabbimizden dilimizle, sözlü olarak istediğimiz şeylerin gerçekleşmesi için gerekli sebeplere başvurmaya geçiyor, imkânlarımızı, kapasitemizi kuvveden fiile geçiriyoruz. Sözgelimi, ALLAH Teâlâ’dan buğday isteyen çiftçi, sabanla rahmet kapısını çalmalı, diğer gerekleri olan gübreleme, sulama, koruma gibi sebeplere de başvurulmalıdır. Zira ayet-i kerimede:

“İnsan için, kendi çalıştığından başkası yoktur.”1 buyrulmuştur.
Öyle ise kişinin temin etmek istediği her ihtiyacı önce dil ile ALLAH Teâlâ’dan isteyip, sonra da çalışarak elde etmesi, neticede “kendine ulaşan maddî ve manevi her çeşit hayrı, bir ayakkabı bağı bile olsa, ALLAH Teâlâ’dan bir lütuf, bir ikram bilmesi” müminlik edebidir.

dipnot
(1) Necm sûresi:39
Mehmet Talu Hocaefendi

PAYLAŞ