Şair Bakî kimdir?

On altıncı asır dîvân şâiri; âlim, müderris ve kazasker. Asıl adı Mahmûd Abdülbâkî’dir. Babası Mehmed Efendi, Fâtih Câmii müezzini idi. Bakî, önceleri saraç çıraklığı yapmış, fakat gelip geçerken gördüğü medrese talebesi ve havası onu ilim yoluna çekmiştir. Onun saraç değil sirâc çıraklığı yâni kandil yakanların çırağı olduğu iddia edilirse de böyle bir mesleğin varlığı söz konusu değildir. Şayet böyle bir meslek olsaydı, medrese talebesi ile iç içe yaşıyor denebilirdi. Hâlbuki Bakî, yolunun üstünde her gün bunlara rastlamış, devrinde ilmin ne derece rağbet gördüğünün farkına varmış, nihayet bitmez tükenmez bir okuma aşkı ile kendisini medresede bulmuştur.

Hocaları arasında Ahaveyn adı ile meşhur Karamânî Ahmed ve Mehmed efendiler vardı. Bu iki kardeşten ders okuduktan sonra, Kâdızâde Efendi’nin Süleymâniye’deki toplantılarına katılarak akranları arasında ön sırayı almıştır, Bakî, Süleymâniye medreselerinin yapımında nezâretçi bulunduğu bu zamanlarda Nahcıvan seferinden dönen Pâdişâh’a sunduğu bir kasîde ile dikkat çekmiş, hâlini arz ederek Sultân’ın takdir ve iltifatlarına kavuşmuştur (1555).

Kâdızâde’nin bir sene sonra, 1555-56 (H. 963) Haleb kâdısı olması üzerine, beraberinde gitmiş, hocasına Râiyye; Haleb beylerbeyi Kubâd Paşa’ya da Hilâl kasîdelerini sunmuştur. Dört senelik bir ayrılıktan sonra, İstanbul’a dönerken büyük âlim Ebüssü’ûd Efendi’nin en büyük oğlu Mehmed Çelebi ile Konya’da karşılaşmıştır. Mehmed Çelebi’nin babasına gönderdiği mektubu fırsat bilerek Ebüssü’ûd Efendi’ye Lâmiyye kasîdesini sunarken, ayrıca Filibeli Mahmûd Efendi’ye iki kasîde yazmış ve Rüstem Paşa’ya yakın olma yollarını aramıştır.

1562 (H. 969 Safer) yılında Molla Merhûm’a dânişmend, 1563 (H. 971 Ramazan)’de de yirmi beş akçe ile müderris olmuştur. Fakat medrese verilmesinde tereddüd edilmiş, nihayet aynı yılın Şevval ayı ortalarında Silivri’de bulunan Pîrî Paşa medreselerinde müderrisliğe başlamıştır. Rüstem Paşa’dan sonra sadrâzamlığa getirilen Semiz Ali Paşa’ya da kasîdeler sunan Bakî oldukça takdîr gördü. Semiz Ali Paşa ve Mîrâhor Ferhad Ağa vâsıtasıyle Pâdişâh’a yaklaşarak, kasîdeler sunmaya başladı. Netîcede sultânın gönderdiği gazellere söylediği nazîreler sayesinde şöhreti gittikçe arttı ve meslek hayatındaki yükselişleri devam etti. Hattâ 1564 yılında maaşı iki katına çıkarılarak, Murâd Paşa Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. İki sene sonra 1566 (H. 974) de pâdişâhın ölümü, Bakî için bir dönüm noktası oldu. Bu hâdiseden duyduğu teessürü bildiren meşhur mersiyesini yazmasına, ayrıca yeni sultâna yer vermesine rağmen vazifesinden alındı. Sultan İkinci Selîm Han, asrın bu büyük şâirini üç sene sonra, 1569 (H. 977)’de yeniden Murâd Paşa Medresesi müderrisliğine getirdiği gibi, iki sene sonra Temmuz ayında Eyyûb müderrisliğine tâyin etti. Ardından Sahn müderrisi olan şâir, pâdişâh meclislerinde de görülür oldu ve 1574-75 (H. 983) yılında Süleymâniye Medresesi’ne terfî etti. Aynı senenin Şaban ayında, üçüncü Murâd Han’ın tahta geçmesi üzerine, bir cülûsiye sunmasına rağmen, çekemeyenleri tarafından iftiraya uğradı ve;

Cihânın nimetinden kendü âb u dânemüz yiğdür

İlün kâşanesinden gûşe-i virânemüz yiğdür.

beyti ile başlayan bir şiirle pâdişâhın ihsânlarını küçümsediği öne sürüldü. Neticede işinden olduğu gibi, İstanbul’dan da uzaklaştırıldı. Ancak sevenleri, bu şiirin Nâmı mahlaslı bir şâirin olduğunu ispatta gecikmediler. Bakî’nin haklılığı ortaya çıkınca, Edirne Selîmiyesine tâyin edildi; hemen ardından Sultan Selîm-i kadîm Medresesi müderrisliğine getirildi. 1579 (H. 987 Muharrem)’da Mekke-i mükerreme kâdısı olan Bakî, bir sene sonra Medîne-i münevvere kâdısı oldu ise de 1582 (H. 989)’da azl edilince, İstanbul’a döndü. 1584 (H. 992) yılında hâkim-i dârussaltana yâni İstanbul kâdısı oldu ve bu vazîfesi iki sene sürdü. 1586 (H. 994)’de aynı vazîfeye ikinci defa getirildi. Aynı sene Anadolu kazaskerliğine yükseldi. İki sene sonra ayrılarak köşesine çekildi ise de 1590’da yine aynı vazîfeye getirildi ve 1591 (H. 1000) yılında Rumeli kazaskeri oldu ve emekliye ayrıldı. Üçüncü Murâd Han devrinin son senesinde yeniden Rumeli kazaskeri oldu ise de istifa etti. Üçüncü Mehmed’in 1595 yılında tahta geçmesi ile yazdığı cülûsiye üzerine üçüncü defa Rumeli kazaskeri oldu. Aslında şeyhülislâm olmak ümîdi vardı. Ancak önce Hoca Sâdeddîn, onun ölümü ile de Sun’ullah Efendi’nin bu makama gelişleri Bâkî’yi bu ümidinden vaz geçirdi. 1598 yılında Rumeli kazaskerliğinden ayrılarak köşesine çekilen şâir, nihayet 7 Kasım 1600 (H. 1008) târihinde vefât etti.

Edebî yönü ele alınınca, onun yetişmesinde en büyük rolü Balıkesirli Zatî oynamıştır. Aslında medrese hayası içinde yetişen Bakînin bu sahadaki istidadı pek fazladır. Akranları arasında seçilmeye başlanan genç şâir, daha on dokuz yaşında şöhret kazanmaya başlamış, başta Hoca Sâdeddîn Efendi olmak üzere, asrın şâirlerinden Nev’î, Vâlihî gibi sayıları onun üzerinde olan geniş bir arkadaş çevresi edinmiştir. Bâkî’nin bu devrede en çok gelip-gittiği yer sahhâf ve şâir Zâtî’nin küçük bir edebiyat mahfili olan dükkânıdır. Kendisinin “Üstâd-ı şirân-ı Rûm” diye bahsettiği Zatî, Bâkî’ye iltifatlarda bulunup, şiirlerini tashih etmiştir. Bu edebiyat mahfilinin ortaya çıkardığı samimî bir havada, tabiatı îcâbı gittikçe açılan Bakî, sonunda ustası Zatî tarafından takdir edilmiş ve matlâları gazel hâline getirilmiştir. Ayrıca Bakî, devrinin mes’elelerini fırsat bilerek yazdığı şiirlerle dikkat çeken bir şâirdir. O, bu yönü ile devlet büyüklerine yaklaşmasını da bilmiştir.

Hayâtının sonuna yakın evlenen Bakî Efendi’nin, Şeyhî mahlasıyle şiirler yazan Mehmed ve Abdurrahmân Efendi adında iki oğlu var idi.

Kânûnî sultan Süleymân, ikinci Selîm, üçüncü Murâd ve üçüncü Mehmed Han zamanlarında yaşamış olan Mahmûd Abdülbâkî Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim ve güzel ahlâk sâhibî idi. Dîni ilimlerdeki üstünlüğü şeyhülislâm olabilecek derecedeydi. Ancak sırası gelmediği için bu vazîfeye tâyin olunamadı. Tatlı dilli, güler yüzlü ve hoş sohbet idi. Açık kalbli, temiz yürekli, nâzik ve kibar mizaçlı olduğu için nükteli tarizlerinde zarafet haddini aşmazdı. Herkese iyi muamele eder, istemiyerek kalbini kırdığı kimselerin gönlünü almaya çalışırdı. Hayırsever bir zât idi. İstanbul’da Nişancı Paşa-i Cedîd yanında Bakî Efendi Mescidi’ni yaptırmıştı.

Bâkî’nin hayatındaki adım adım yükseliş, şeyhülislâmlık mevkiine ulaşamasa bile, şiirde pâdişâhlığa ulaşmasına sebeb olmuş, Kânûnî’ye arkadaşlık etmiş ve birlikte şiir musahabelerinde bulunmuşlardır. Kısaca bu devrin tanınan iki pâdişâhı vardır. Biri Sultan Süleymân Han, diğeri ise şiirin sultânı olan Bâkî’dir. Ona Türk târihinin en yüksek devrinde Sultân-üş-şu’arâ denilmesi boşuna değildir.

Çocukluğunda çok fakir olması sebebiyle, şiirinde hayâtın içinden getirdiği hususlar vardır. Hattâ şiiri bu yönden ele alınınca, bâzı sözleri atasözü hükmündedir. Halk tâbirleri ve deyimlere yer vermesinin yanında, kullandığı kelime kadrosu bakımından yer yer halk şâirlerine yaklaştığı görülür. Şiirdeki bu kuvvetliliği, yaşadığı ve içinden geldiği hayattan getirmiştir.

Şiir diline renklilik ve akıcılık getiren Bakî, İran Edebiyatı te’sirinin de ortadan kalkmasına sebeb olduğu gibi, bulunduğu asra şiirde millîliği getirmiştir. Yaratılıştan kibar ve zarif oluşu, nükteleri ile şiirini atbaşı götürmesine yol açmıştır. Şiirinin yanında, dillerde dolaşan nükteleri de bâzı şiir mecmuaları ve kitaplarda yer almıştır.

Bakî, san’atta, Osmanlı Türkçesi Edebiyâtı’nın en büyük şâiri olma durumunu dâima muhafaza etmiş, şöhreti Osmanlı cihân devletinin bütün hudutlarına yayılmıştır. Ayrıca şiirinin helva gibi gıda olduğunu ve elden ele dolaştığını zikreden kaynaklar mevcuttur.

Çü güftâr-ı Bâkî-i şîrîn-edâ

Edip höb halvâyı âhir gıda

Geze elleri câm-ı sâkî gibi

Düşe dillere şi’r-i Bakî gibi

beytleri bunun açık delîlidir. Araştırıldığı takdirde bu kabil mısra’ ve beytlerin, devrin diğer müelliflerinden daha fazla görülmesi mümkündür. Bâkî’yi bu duruma getiren, dili ustaca kullanmasıdır. Ses ve mânâyı şiirinde birleştiren şâir, ahenkli ve temiz bir üslûb ortaya koymuştur. Onun şiiri; ölçülü ve bilgi hudutları içinde kullanılan bir dilin mahsulü idi. Şiirinde kullandığı kelime, tâbir ve deyimlerin menşei halkın dili, ev ve aile Türkçesi idi. Kısaca Bakî, muhteva ve şekil itibariyle Türkçe’nin cümle yapısına değer vermiş ve millî nazım cümlesini korumasını bilmiştir.

Bakî san’atın gözü ile eşyaya bakar. Bâzan resme ulaşan şiirleri vardır. Bu, bir asır sonra Nedîm’e de te’sir eder. Onun gazelleri bitmemiş hissini verir. Bâkî’de güzellik ve mükemmellik esastır. Kullandığı her kelime, şâiri güzeli yakalamaya götürür.

Gazellerinin muhtevası genişlik gösterir. Her ne kadar neş’e, zevk ve yaşama yönünde şiirler yazmışsa da, onun şiirlerinde dînî taraf da ağır basar. Sabr, Bâkî’de üzerinde durulması gereken bir unsur olup, bu sayede şikâyetten uzaktır. Bâzı gazelleri kendinden bahseder, hele Bana redifli gazeli tamamen şahsını verir ve; “İşte Baki budur” hükmüne götürür.

Tabiî ki bütün bunlarda kalemin ve sözün gidişini de hesaba katmak gerekir. Câna redifli gazeli, kendisini tamamlıyan şiirleri arasında zikredilebilir.

Bâkî’ye göre şâir, âlem bağının bülbülüdür. Bülbül ise gülbahçesinde bulunur. Âşıkın gerçek tarifini de yapmaktan çekinmez.

Vaktine mâlik olan dervîşdir sultân-ı vakt

İzz ü câh-ı saltanat değmez cihân gavgâsına

derken, Kânûnî Sultan Süleymân Han gibi, tasavvuf neş’esi içinde her şeyden geçtiği görülür. Zâten bu gazelin tamâmı, tasavvufta yer alan sûfî ibn-ül-vakt umdesine sıkı sıkıya bağlıdır.

Hakîkat sırrına vâkıf değilsin

Alâkan var ise aşk-ı mecâza

derken de gerçek tasavvufa gider ve ilâhî taraf ağır basar. Şâir ayrıca cehaletten ve câhillerden şikâyet etmektedir. Bir bakıma zamanları devirleri bunlar karartmaktadır.

Devr-i zamane cünbüşü nâdânlık özredir

Nâdân komaz ki merdüm-i dânâ huzur ede.

beyti ile şâir, Asr-ı saadet hâriç, bütün zamanların hastalığına teşhis koymuştur.

Bâkî’nin şiiri bir bakıma ilâhî aşka açılan mecazî bir penceredir. O, güzelliklerle oynayan bir şâirdir. Eski edebiyatın mazmunları gerçek mânâda onun şiirinde seslenirler. Bakî bâzı gazellerinde, kasîdeleri bir tarafa, devrinin pâdişâhlarına ve devlet adamlarına da yer vermiştir. Devrin âdetleri, dîvânında yer yer göze çarpar. Gönül redifli gazelinde az çok şiirinin sırrını açıklar.

Ümmîd-i vasl-ı yârdan el çekme Bâkîyâ

Şâyed ki destgîr ola bir merhabâ-yıla

beytinde ümidsizliğe düşmemeyi,

Hâk-ı râh olduğum görüp ayağın

Yerlere basmaz oldu cânâne

derken de sevgilinin eziyetlerine ne derece katlanacağını haber vermektedir.

Vefâ ummaz cefâdan yüz çevirmez Bakî âşıkdur

Niyaz itmek ana cânâ yaraşır sana istiğna

beyti ile de bütün bir eski edebiyatımızda âşıkın sevgili karşısındaki durum ve derecesini anlatır ve kendisini öne sürer. Şâir zâten bu gazelinde tamamen, sorular içinde sevgiliyi anlatmaya çalışmıştır.

Şiirinin muhtevası, görüldüğü gibi duygu ve düşüncenin, hattâ inancın yanında bilgi ve san’at unsurları ile yüklüdür. Her mısra’ ve beytte bunun tezahürü ayrı ayndır. Onun için Bâkî’nin şiiri bitmemiş hissini verir. Fakat şâir, işlenmesi gereken unsurları büyük bir titizlik, san’at endişesi ve zekâ gücü ile yerine koymuş, böylece asırlar ötesine ses bırakmıştır. Tabutu başında bulunanları ağlatan beytinden sonra;

Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

derken, kendisinden hâlâ ses gelmektedir. Onun, bunlara ilâve olarak diğer şâirlerimizde görüldüğü gibi, atasözü mahiyetindeki beytleri ve mısraları zikre değer.

Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız

Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız

şeklinde başlayan gazeli, tevekküle çeken ve tevekkül içinde olan şâirin gerçek hâlini verir.

Şiirleri içinde asıl Bâkî’yi yukarıdaki gazele de yaklaştıran meşhur Kânûnî Sultan Süleymân mersiyesidir. Şâir bu mersiye ile sâdece sultan Süleymân Han’ın vefâtını değil, bundan sonraki Osmanlı Devleti’nin hâlini de terennüme çalışmıştır. Mersiye yedi bendden meydana gelmekte, ağır, vakarlı, heybetli bir hüzün ve ızdırabla hâtıraları birleştirmektedir. Bendin ikinci bölümü her yönü ile büyük Sultân’ı ele almış, üçüncü bendde mahlûkât böyle bir pâdişâhın kaybı ile ağlamaya çağrılmıştır. Manzumenin en dikkat çekici ve güzel bendi altıncı kısmıdır. Şâir burada büyük Sultân’ın savaş meydanlarındaki zaferlerini, cihâd aşkını ve Türk-İslâm dünyâsına kazandırdığı üstünlükleri dile getirmektedir. Yedinci bend ise yeni hükümdara ayrılmıştır.

Hâfız-ı Şîrâzî, Selmân-ı Sâvecî, Emir Hüsrev-i Dehlevî ve Kemâl-i Zatî bir yana bırakılacak olursa, Ahmedî, Şeyhî ve Necâtî, Ahmed Paşa ile Hayâlî’nin Bâkî’ye te’sir ettiklerini belirtmek gerekir. Fakat Bâkî’deki bu te’sir zamanla aşılmış ve kendine has bir hâle gelmiştir. Bu bakımdan o klasik şiirimizin doruğuna ulaşan şâirdir. Ayrıca kendisini pek çok şâir taklid etmiş ve şiirlerine nazireler yazmışlardır. Nev’î, Azerî Çelebi, Gelibolulu Ali gibi asrının pek çok şâirleri bunlar arasındadır. Daha sonraki asırlarda ise, şeyhülislâm Yahyâ, Ataî, Riyâzî, Nef’î, Nedîm, Seyyid Vehbi, Hoca Neş’et gibi şâirler onun büyük bir san’atkâr olduğunu kabul etmişler ve te’sirinde kalmışlardır. Bilhassa Nedîm, ona büyük bir gazel üstadı olarak şiirlerinde yer verir.

Dîvân’ının tertibinde dikkat çeken hususlar da vardır. Diğer dîvânlar ve eserler olsun başta münâcaât ve na’atlarla başladığı hâlde, bu durum Bâkî’de görülmemektedir. Yâni Dîvân’ı doğrudan doğruya kasîdelerle başlamıştır. Bunda ortaya koyduğu dînî eserleri göz önünde bulundurmak gerekir. Bilhassa iki şeyin te’siri olduğu düşünülebilir. Birincisi; Resûlullah Kur’ân-ı kerîmde övülmüştür. Hâl böyle olunca, Bâkî’ye söz düşmez. İkincisi ise zâten Meâlim-ül-yakîn adlı eseri baştan başa siyer kitabıdır. Bu iki husus herhalde göz önüne alınmalıdır.

Bâkî’nin Dîvân’ından başka eserleri de vardır. Bunlar:

Fedâil-ül-cihâd: Ahmed bin İbrâhim’in yazdığı Meşâri-ül-eşvâk ilâ mesâir-il-uşşâk adlı eserin Türkçe tercümesidir. Müslümanları cihâda teşvik eden bir eserdir.

Hadîs-i erba’în tercümesi: Eyyûb müderrisliğinde bulunduğu sırada, Ebû Eyyûb el-Ensârî’den rivayet edilen hadîs-i şerifleri toplamış ve tercüme etmiştir.

Meâlim-ül-yakîn fî Sîret-i Seyyid-il-mürselîn: İmâm-ı Kastalânî’nin El-Mevâhib-ül-Ledünniyye adlı meşhur eseri esas alınarak yazılan bu siyer kitabı, tercüme olmaktan ziyâde te’lif bir eserdir. Bakî Efendi bu kitabı yazarken, yüzden fazla kitaba müracaat ederek, müellifin Şafiî mezhebine göre yazdığı bâzı mes’eleleri, Hanefî mezhebine göre de yazmıştır. Böylece zarurî ve faydalı gördüğü bâzı ilâveleri yapmıştır. Sokullu Mehmed Paşa’nın emir ve isteği üzerine yazılan bu eser, aynı zamanda Mahmûd Abdülbâkî Efendi’nin, dînî mes’elelere ve Hanefî fıkhına vukûfunu göstermesi bakımından da önemlidir.

Fezâil-i Mekke: Kutbüddîn Muhammed bin Ahmed Mekkî’nin El-İ’lâm fî ahvâl-il-beledillahil-harem adlı eserinin tercümesidir. Sokullu Mehmed Paşa’nın emri ile yapılan bu tercüme, Abdülbâkî Efendi’nin Mekke kâdılığı esnasında tamamlanmıştır. Mekke târihinden ve bilhassa Osmanlı pâdişâhlarının oradaki te’sisterinden bahseden bu eser, akıcı bir üslûbla yazılmıştır.

Kaynaklarda nüktedân, hoş sohbet ve neş’eli bir şâir olarak zikredilen Bakî, bu sayede pek çok dost kazanmış ve meclislerin aranır şâiri olmuştur. Bunun yanında, kendisini çekemeyenlerin de bulunduğu, hattâ hicvedildiği de bir gerçektir. Babası için bâzı kaynaklarda “Avâz-ı hoş-sedâ” güzel sesli tâbiri kullanılırsa da, bir kısım yazarlar kötü sesli olması bakımından kendisine Kargazâde diye isim takıldığını zikrederler. Hattâ, hicivlerinde buna yer verirler, fakat o bu hicivlere verdiği ölçülü cevaplarında, zerâfet ve nükte tarafını bırakmaz.

Kesdi ırkın Kargazâdedur diyen düşmanlerün

Zağlanmış bir kılıçtır Bâkiyâ şi’rin senün

beyti göz önüne alınınca, kendisiyle Kargazâde diyerek alay edildiğini bizzat söylemekten çekinmez.

Fakat samîmi bir şâir olan Bakî, aşağıdaki beytte görüldüğü gibi, hemen herkesi dost bilen şâirdir.

Kadrini seng-i musallada bilüp ey Bakî

Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf

derken, yârân kelimesi ile, bunu açıkça ifâde eder. Bu beytte kadrinin bilinmediğinden bahseden şâir, dostlarının kendisini ancak musalla taşında anlayabileceklerini ve yokluğunu hissedeceklerini söylemiştir. Bu beyt, şâirin ziyâdesiyle gönül ehli olduğunu da göstermektedir. Şu hâlde bâzı kimselerin iddia ettiği gibi, onda düşmanlık söz konusu değildir. Bu sözü ile tabutu başında bulunan herkesi ağlatması da kaynakların ısrarla zikrettikleri bir gerçektir. Tek başına bile asrını doldurmaya muktedir olan Bakî, meşhur şâir Fuzûlî’nin ilimsiz şiir olamayacağı fikrini akranları ile birlikte gerçekleştiren büyük bir âlim ve san’atkârdır.

——————————

 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Ataî); sh. 434

 2) Hulâsat-ül-eser; cild-2, sh. 287

 3) Enlâf; sh. 159

 4) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 99

 5) Tezkiret-üş-şuarâ, (K. Hasen Çelebi)

 6) A. History of Otlaman Poetry, (F. S. W Gibb, Landon-1914)

 7) Baki, Hayâtı ve Şiirleri; 1. cild Divân (S. N. Ergun, İstanbul-1935)

 8) Meşâif-uş-şuarâ, (Âşık Çelebi, London-1971); sh. 650

 9) Resimli Türk Edebiyatı Târihi

10) Türk Şâirleri, (S. N. Ergun); cild-1, sh. 714

11) Tezkiret-uş-şuarâ (Latifi)

12) Bâkî’ye Dâir, (Tâhir Olgun, İstanbul-1938)

13) Bâkî’nin Eş’âr-ı Müntehâbesi, (S. Sâmi, İstanbul-1899)

14) Hayâl-i Bakî, (A.N. Tarlan, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, sayı 19, İstanbul-1962)

15) Kânûnî Mersiyesinin Dil Bakımından îzâhı, (F.K. Tîmurtaş, İstanbul-1962)

16) Türk Klasikleri; cild-4, sh. 80

17) Bakî ve Dîvânından Seçmeler, (Dr. Sabahattin Küçük, Ankara-1988)

18) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 998

19) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 184

20) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 196

PAYLAŞ