Haberi sıfatlar – Allah’ın eli, yüzü gibi ifadeler nasıl anlaşılmalıdır?
Özellikle gençler arasında hayli yoğun bir şekilde tartışılan meselelerden biri haberî sıfatlar. Kısaca, “Kur’an ve Sünnet’te Allah Teala’nın müteşabih sıfatları cümlesinden olduğu haber verilen hususlar” olarak tarif edebileceğimiz bu sıfatlar hakkında ne düşünmeli, onlara nasıl inanmalıyız? Allah Teala’nın eli, yüzü, gözü, inmesi, gelmesi… gibi nitelemeleri okuduğumuzda/dinlediğimizde aklımıza ne gelmeli?
Anlaşılan o ki, bir kesim, bu sıfatlara, nasslarda geldiği gibi iman edilmesi ve tevile gidilmemesi gerektiğini söylerken, diğer bir kesim, bu türlü sıfatların tevil edilmesi gerektiğini söylüyor.
Aslında meseleyi temelden ele aldığımızda kendiliğinden bir sonuca ulaşmamız mümkün. Şöyle ki: Allah Teala’nın varlığı “zorunlu” olduğundan, O’nun varlığıyla ilgili hiçbir hususu insanın ya da insan gibi “yaratılmış” bir varlığın varlığına benzeterek, onunla kıyas ederek anlamaya çalışmak doğru değildir. Zira insan, bir var ediciye muhtaç olduğu için, bir var ediciye muhtaç olmadan (yani “zorunlu olarak”) var olmayı ancak aklî önermeler sonucu kavrayabilir, imanî bir teslimiyetle içselleştirebilir. Bu meseleyi somut varlıklar alemine indirerek anlamlandırmaya ve bir yere oturtmaya çalışmak beyhude bir çaba olmaktan ileriye geçemez. Zira insan algısı, “zaman ve mekân” düzleminde, onlarla bağlantılı ve onlara bağımlı olarak çalışır. Oysa Allah Teala zamandan da mekândan da münezzehtir. O, sadece bu ikisinden değil, bir halden başka bir hale, bir mekândan başka bir mekâna geçmekten, değişmekten, birtakım organ ve azalardan mürekkep olmaktan ve havadisin (sonradan meydana gelen şeylerin) kendisine hulul etmesinden… de münezzehtir. Zira bütün bunlar mahluklara mahsus sıfat ve özelliklerdir.
Şu iki noktaya bilhassa dikkat etmek gerekir:
1. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda aklımıza el, ayak, göz, yüz… gibi “organlar” gelmemeli. Yani “Allah Teala’nın eli” ifadesinden, O’nun bir organı bulunduğu düşünülmemeli. Bunun bir “sıfat” olduğu unutulmamalı.
2. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda, gazab, rıza gibi sıfatlar da bulunduğu unutulmamalı.
Bu ikinciler, ilk sırada zikredilenleri nasıl anlamamız gerektiğini ortaya koymada anahtar olabilir. Zira hiç kimse, Allah Teala’nın gazaplanmasını insanın veya bir başka mahlukun “kızmasına/öfkelenmesine” benzetme hatasına düşmez. Açıktır ki bunlar insana mahsus fiiller/hallerdir ve belli bir şekilde dışa vurulurlar. Biz bir insanın öfkelendiğini nefes alış-verişinden, yüzünün aldığı şekil ve renkten, davranışlarına arız olan halden anlarız. Oysa bu hallerin hiç birisini Allah Teala’ya izafe etmek caiz değildir.
Allah Teala’nın “gazaplanması” ile insanın “gazaplanması” arasında aynı kelimeyle ifade ediliyor olmak dışında hiçbir benzer nokta bulunmadığı gibi, “Allah’ın eli, yüzü…” ile “insanın eli, yüzü…” arasında da aynı kelimeyle ifade edilmek dışında benzerlik yoktur.
Aynı durum “Allah’ın ilmi” ile “insanın ilmi” arasında da mevcuttur. İnsanın ilmi “sonradan elde edilen” bir birikim iken, Allah Teala’nın ilmi böyle değildir. O, olanı olmadan önce bilir ve O’nun bilgisi, bizim için “geçmiş, şimdi ve gelecek” olan durumları/şeyleri aynı şekilde ihata eder. Bizim geçmiş, şimdi ve gelecek hakkındaki ilmimiz ise his, tecrübe, müşahede, tahmin ve habere bağlıdır. Olayların meydana gelmesi O’nun ilminde bir artışa yol açmaz; zira O’nun ilmi mutlaktır. Artış ise ancak eksik olan şey için söz konusudur.
Haberî sıfatlar konusunda izlenmesi gereken tutum, onların varlığına iman edip, mahiyet ve keyfiyetleri hakkında bir şey söylememek, bunun bilgisini Allah Teala’ya havale etmektir. Bu sebeple İmam Ebu Hanîfe, mesela Arş’ı istiva meselesinde el-Vasıyye’de şöyle demiştir: Allah Teala Arş’ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir.” (Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş’ta bu noktaya dikkat çekmiştim.)
Selef’in tutumu bu olduğu gibi, İmam Mâlik, eş-Şâfi’î ve Ahmed b. Hanbel’in tavrı da budur. İmam el-Eş’arî’den nakledilen iki görüşten biri de bu merkezdedir.[1]
Burada hassas bir nokta var: Haberî sıfatların ilmini Allah Teala’ya havale etmek ve bunu “tenzihi vurgulayıp teşbihten sakınarak ve keyfiyeti nefyederek” yapmak da bir tür tevildir. İşârâtu’l-Merâm sahibinin de el-Mevâkıf’tan naklen belirttiği gibi bu, icmalî tevildir. Zira buradaki “el”den, “göz”den, “yüz”den… herkesin bildiği ve söylendiğinde akla başka bir şeyin gelmediği anlamların kastedildiğini söyleyen yoktur. Yani Ehl-i Sünnet’ten hiç kimse, “Buradaki “el”, bildiğimiz organın ismidir; dolayısıyla kastedilen odur” dememiştir.
İmam el-Eş’arî’den gelen iki görüşten diğerine ve İmam el-Mâturîdî’ye göre ise burada tafsilî tevile gidilir. Müteahhirun’dan çoğunun benimsediği bu görüşün gerekçesi şudur: Eğer bu kelimeler makul ölçüler içinde anlamlandırılmazsa, manası bilinmeyen ve muhatap tarafından anlaşılmayan kelimeler olarak nitelendirileceklerdir. Oysa bunların hem zahirine hamledilmeyen, hem de makul biçimde tevili mümkün olmayan kelimeler olması mümkün değildir. Şu halde onları delile dayalı olarak makul şekillerde tevil etmek gerektiği açıktır.
Onları buna sevk eden en önemli gerekçe, teşbih vartasına düşülmesini engellemektir. Okumuş-yazmış insanların bile “el”, “yüz”… dendiğinde bilinen/zahir manaları anladığı bir zaman ve ortamda avamın bunları nasıl algılayacağı meselesi gerçekten önemlidir. Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur: Tevil edilen mana kelimenin aslıyla yakın ilişkili olmalı, Arap dilinde kullanımı bulunmalı ve yapılan tevilin kesinlik ifade ettiği iddia edilmemelidir.
İşte bu, Selef ile Müteahhirun’u birbirine yaklaştıran, daha doğrusu iki tavır arasında büyük bir farklılık bulunmadığını söylememizi mümkün kılan ve dahi günümüzde yaşanan ayrışmayı ortadan kaldırmamızı sağlayabilecek noktadır…
[1] Kemâluddîn el-Beyâdî, İşârâtu’l-Merâm, 187-8.
Ebubekir Sifil Hocaefendi