Abdülaziz Bayındır’a lisan DERSİ
Üstad Kadir Mısıroğlu’ndan Abdülaziz Bayındır’a lisan dersi…
Arapça’da “Abd” kelimesinin “köle” anlamına geldiğini iddia eden, “efendi” kelimesine farklı mana veren Abdülaziz Bayındır’a Kadir Mısıroğlu’ndan reddiye:
Köle:
“Eski zaman muharebelerinde esir edilen yahut bir suretle ele geçip satın alınan erkekler hakkında kullanılır bir tabirdir”[1]
Kul kelimesi ise:
Hürriyetine malik olmıyan, başkasının hüküm ve tasarrufu altında bulunan, para ile satın alınan erkek, köle yerinde kullanılır bir tabirdir.[2]
Kul kelimesinin müteradifi olarak Türkçe’mize girmiş bir de “bende” kelimesi mevcuddur ki, kendisinden tevazuyla bahsederken “bendeniz” suretinde kullanılması çok yaygındır. Tarih Deyimleri Sözlüğü’nde bu kelime hakkında:
“Farsça bir kelime olan bendenin manası bağlanmış demektir. Bu kelime esir, abid, kul, köle, taraftar, müntesip, muhlis manalarında kullanıldığı gibi…” denildikten sonra bu kelimeyle ilgili çeşitli terkipler sıralanmaktadır.[3]
Abdülaziz Bayındır’a göre bütün bu kelimelerin çeşitli maksatlara hamli mümkün iken uluhiyete ferdi ortak yapan “abd” karşılığında alınması doğru kabul edilirse şirke düşmekten kurtulabilecek hiçbir kimse kaabil-i tasavvur değildir. Hatta kendisi bile bir başkasına hitab ederken “beyefendi, hanımefendi, bendeniz” veya “efendim” kelimelerini kullanıyorsa kendi koyduğu hükme nazaran O da bir müşriktir. Halbuki -kasıddan başka birşeyle izahı mümkün olmayan- O’nun sergilediği bu mefhum kargaşası akıl ve mantık dışıdır. Hele “efendi” kelimesinde böyle bir mahzur telakki etmesi cahillikten başka birşey olamaz. Bu kelime bırakın Arapça olmayı Türkçe bile değildir. Grekçe aslı olan “efendos” kelimesinden Türkçe’ye girmiş ve “centilemen” veya “manevi” vasfı itibariyle yüce manalarında kullanılmıştır. Bu itibarladır ki, hiçbir içtimai mevkii olmayanlardan Türkçe’de “Ali Efendi, Veli Efendi” diye bahsedilirken, içtimai mevkii olanlar “beyefendi” suretinde anılırlar. Mizan üstü manevi makamlar için de yine efendi tabiri kullanılır. Mesela dilimizde alimlerden “efendi”, tüccarlardan ise “bey” lakabıyla bahsedildiğini bilmeyen yoktur.
Bir nebze edebiyatla meşgul olanlar bilirler ki, her lisanda bir kelime üç tarzda kullanılır.
1 – Hakikat
2 – Mecaz
3 – Kinaye
Tabiatıyla Türkçe’de de durum aynıdır. Mesela bir Türk, “içime ateş düştü” dese bu söz çok ızdırap çektiğini ifade eder. “Bayıldım” dese çok beğendim manasına anlaşılır. “Öldüm” dese mahvoldum manasına anlaşılır. “Kulun, kölen olayım” dese aşırı derecede bir başkasına bağlanmayı kastetmiş olur. Böyle misaller Türkçe’mizde çoktur. Bunlarda kelimelerin hakikatine hamledilmesini hiç kimse ne düşünür, ne de iddia eder. Çünkü bir lisandaki bütün kelimelerin maşeri şuurdaki telakki tarzına itibar etmek her yazar için mutlaka riayeti gerekli bir kaidedir. Bu kelimelerden sadece “kul” kelimesi -aynı zamanda- bazan “abd” karşılığında kullanılır. Bunun içinde kasdın ne olduğunun anlaşılabilmesi için ifadenin siyakına sibakına bakılır. Zira “ameller niyetlere göredir” hükmü Buhari-i Şerif’de zikredilen bir hadis-i şerifin mealidir. Abdülaziz Bayındır’ın şu hadisi kabul edip zikretmesine rağmen müridlerin niyetlerine hiçbir ehemmiyet atfetmeyerek onları “şirk” gibi çirkin bir surette itham etmesi aşikar bir tezad değil midir?!
Aynı şekilde Cenâb-ı Hakk’ın cemali sıfatları Islam ahlakında Müslümanlara bir tekliftir. Bu teklifi nazar-ı itibare alarak o sıfatlardan nasib alanları mesela alim, adil gibi tavsiflerle yad edilmeleri asla şirk değildir. Bunun böyle olmasına delil Cenâb-ı Hakk’ın “hâlık” sıfat-ı ilahiyesini Kur’an-ı Kerim’de cem’i yani çoğul olarak kullanması red ve cerhi imkansız bir delil teşkil eder. Allah-u azimmuşşan kendisinden “ahsenu’l-hâlikîn”[4] yani “yaratıcıların en güzeli” tarzında bahsetmektedir. Türkçe’deki yaratmak kelimesinin mukabilinde Kur’an lisanı olan Arapça’da sekiz-on kelime vardır. Bunlar “hâlık”, “mübdî”, “mûcid”, “sâni” ilh.tir. Biz bunların hepsinin karşılığında Türkçe’mizde yaratmak kelimesini kullanırız. Lakin biliriz ki, Allah’ın yaratışı “yoktan varetme” şeklinde olduğu halde beşeri yaratmalar Allah tarafından yaratılmış olanlardan terkib ile yeni bir şey ortaya koymaktır. Bu sebepledir ki, Allah’ın sıfatlarından birini bir kula izafe ederken O’nun “muhâlefetün lil-havâdis” sıfat-ı ilahiyesinin zemininde ve onu şart-ı evvel kabul ederek söz söylenmektedir. Bu şart-ı evveli yok farzederek düşünmek Abdülaziz Bayındır’ın telakki tarzıdır ki, bu ölçü alındığı takdirde müşrik olmaktan kurtulacak bir tek ferd kaabil-i tasavvur değildir. Abdülaziz Bayındır, tasavvuf yolunda yürüyenler için isabetsiz isnadlarını te’yid maksadıyla gerekli gereksiz birçok ayet-i kerime ve ehadis-i şerife meali nakletmektedir. Lakin isnadda isabet olmayınca bu gayret boşunadır. Çünkü bunlar mahalline masruf değildirler.
Burada üzerine parmak basılacak bir diğer mes’ele de şudur ki, Arapça ve Farsça’dan Türkçe’mize geçmiş olan kelimelerin birçokları “lafız” veya “mana” itibariyle değişikliğe uğramıştır. Biz bir Türk’e hitab ederken mesela “risale” kelimesini “küçük kitap”, Arap’a hitab ederken ise “mektup” manasında kullanırız. Türkler’in “mektep” kelimesinden anladıkları bugünkü tabirle “okul” iken Arapça’da bu kelime “yazı masası” veya “yazıhane” manasında kullanılır. Tasarruf, Arapça’da sarf etmek demek iken Türkçe’de tam aksine sarf etmeyip biriktirmek olduğunu sokaktaki adam bile bilir. Bu misalleri çoğaltmak da kabildir. Kaldı ki, Türkçe kelimelerin bile Tarih boyunca hamledildikleri manalarda değişiklikler olmuştur. Mesela “kul” kelimesi Osmanlı tarihinde “teb’a” veya “mensup” manalarında yaygın bir surette kullanılmıştır. Bazı Kemalistler’in insanlara “Cumhuriyet idaresinin kendilerini kulluktan kurtarıp, vatandaşlığa yükselttiği” yolundaki iddiaları da Abdülaziz Bayındır’ın burada yaptığı mugalatadan farksızdır.
Türkçe’de birden fazla manaya hamli caiz ve müsta’mel olan pek çok kelime vardır. Mesela “yüz” kelimesi, belli bir sayıyı ifade edebildiği gibi insan veçhini hatta bir emir kipi olarak “denizde yüzmek, bir hayvanın postunu yüzmek” nev’inden çeşitli manaları havi değil midir?
Abdülaziz Bayındır’ın mutasavvıfları şirk ve küfürle ithamına medar olan kelimelerden biri de “dua” ve “istiâne” yani yardım kelimeleridir. O sık sık Fatiha Suresi’ndeki “yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” mealindeki ayet-i kerimeyi kullanarak Allah’dan başkasından yardım dilemeyi şirk kabul etmektedir. Halbuki kendisi başında bulunduğu Vakfı için bir Allah kulundan yardım istemiş değil midir?! Elbette ki, böyle müesseseler insanların yardımlarıyla ayakta durduğu cihetle -elbette- istemiştir. O halde kendisi de -kendi hükmünce- müşrik olmuştur.
Halbuki bu görüşün sakatlığı için bilinmesi gerekli bir dini kaide şudur, amentünün bir maddesi olan “hayrihi ve şerrihi minallahi teala” umdesi, her oluşun izn-i ilahi ile gerçekleştiğini ifade eder. Esasen ayet-i kerimede de Cenâb-ı Hakk’ın izni olmadan ağaçtan bir yaprağın bile düşmeyeceğine mütedair beyan bu külli kaidenin Kur’anî bir mesnedi değil midir![5]
Biz insanlar mesela yağmur yağdı, falan geldi gibi bazı oluşları ifade ederken bunların Allah’ın iradesi rağmına mı gerçekleştiğini iddia ediyoruz ki, buradan bir şirk ve küfür çıkarılması mümkün olsun. Yoksa Abdülaziz Bayındır’a göre yağmur yağdı yerine Allah yağmur yağdırdı, filan geldi yerine Allah filanı gönderdi mi demeliyiz ki, şirkten korunabilelim. Bu durum konuşanı aptal derekesine düşürmez mi?! Bütün oluşların ifadesinde şart-ı evvel olarak Cenâb-ı Hakk’ın dilemesini kabul ve ikrar ettikten sonra şu şunu yaptı, bu bunu yaptı demekte ne mahzur olacak.
Halbuki mü’minlerin birbirileri ile “birr” ve “takva” hususunda yardımlaşmaları Allah’ın bir emridir. Kur’an-ı Kerim’de:
تَعْتَدُوا ۘ وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَىٰ ۖ وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ ۚ وَاتَّقُوا اللَّهَ ۖ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
Yani “Birr[6]u atakva üzere yardımlaşın, günah u taaddi üzere yardımlaşmayın! Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın ikabı (azabı) çok şiddetlidir!” buyurulmaktadır.[7]
Allah’ın sıfatlarından biriyle bir insanı tavsif etmekte böyledir. Abdülaziz Bayındır’a göre bu da bir şirk sebebidir. Halbuki burada da şart-ı evvel olarak Cenâb-ı Hakk’ın “muhâlefetün lil havâdis” yani sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzememek sıfat-ı ilahiyesinin kabul ve ikrarı mutlak bir zemin teşkil eder. O’nun mantığı doğru olsa bir adama alim demek şirk olur. Zira alim Allah’ın sıfatıdır. Diğer bütün sıfatlar da bu ölçü ile değerlendirildiği takdirde Abdülaziz Bayındır’ın kabul ettiği prensiple hükmedildiği takdirde Dünya’da hiç kimsenin müşrik olmaktan kurtulamayacağı âşikârdır.
**********
DİPNOTLAR:
[1] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Istanbul 1993, cild 2, sayfa 300.
[2] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Istanbul 1993, cild 2, sayfa 314.
[3] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Istanbul 1993, cild 1, sayfa 203.
[4] Mü’minun Sûresi, ayet 14.
[5] En’am Sûresi, ayet 59.
[6] “Birr” “Sözlükte ‘iyilik, doğruluk, itaat, hayır ve hasen’ anlamlarına gelen ‘birr’ kavramı din dilinde; iman, doğruluk, güzel ahlak, salih amel, hayır, iyilik, ihsan, Kur’an ve sünnete uyma, farzları eda etmek ve masiyetleri terk etmek gibi insana sevap kazandıran ve Allah’ın rızasına vesile olan her türlü hayırlı amellere, itaatlere ve güzel davranışlara denir. Peygamberimiz (a.s.) ‘Birr, güzel ahlak’tır’ buyurmuştur. (Müslim, Birr, 14, III, 1980)” (Bkz. Dini Kavramlar Sözlüğü, Ankara 2006, sh.72 vd.)
[7] Maide Sûresi, ayet 2.
**********
KAYNAK: Kadir Mısıroğlu, Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri, cild 3, Sebil Yayınevi , ikinci basım, Istanbul 2012, sayfa 251 ve devamı.
www.ihvanlar.net