Abdülaziz Bayındır’ın LAİKLİK AŞKI!
Abdülaziz Bayındır bildiğiniz gibi tasavvuf düşmanlığı ile öne çıkıyor. Ancak biz bu konuyu ele almayacağız. Çünkü tasavvuf bölümümüzde çürük iddialarını delilleri ile cevaplandırdık. İnkâr için delil olarak aldıkları ayetlerin de izahını yaptık.
Burada Abdülaziz Bayındır’ın LAİKLİK AŞKINI ele alacağız.
Tarikatçıları şirkle suçlayan ve Müslümanlara tevhid örtüsü altında yaklaşan Abdülaziz Bayındır, İslam’ın devletleşemeyeceğini, devletin dini olmayacağını savunup laiklik sistemini Müslümanların zihinlerinde meşrulaştırmaya gayret ediyor. İslam âlimleri tarafından “dinsizlik” olarak tanımlanan laikliği savunup, Şeriat düşmanlığı yapıyor… “Tevhid” adı altında saf Müslümanları kandıran Bayındır, gerçek tevhidi sağlayan Dinin devletle buluşmasını, devletin din ile yönetilmesine karşı çıkıyor.
Şimdi size DİN VE DEVLET İŞLERİ adlı kitabından konuyla alakalı bölümler aktaracağız. Abdülaziz bayındırın Din ve Devleti ayıran laiklik aşkını gözler önüne sereceğiz.
LAİKLİK, HAKLI BİR MÜCADELEYMİŞ!
Abdülaziz Bayındır bahsi geçen kitabın 7. sayfasında şöyle diyor:
“dini, bir baskı aracı olarak kullanmak isteyenler, öncelikle onu, peygamberlerin gösterdiği çizgiden saptırıp tanınmaz hale getirmek zorunda kalmışlardır.
Bunlar dini, kişisel olmaktan çıkarıp kurumsal hale getirmişler, insanları dine kabul ve dinden çıkarma işlemlerini törene bağlayarak inançları da kendi emirleri altına sokmuşlardır. Bir yandan da bu kurum sayesinde devlete hakim olma ve Allah adına devleti yönetme imkanına kavuşmuşlardır. Yönetime Allah adına el koyunca devletin bütün nimetlerinden yararlanmış ama verdikleri ekonomik ve sosyal sıkıntılardan, yaptıkları zulüm ve baskılardan Allah’ı sorumlu tutmuşlardır. Kimse Allah’a hesap soramayacağından kendileri sorumsuz bir mevkide bulunmuşlardır. İşte bu teokrasidir. Buna uygun teşkilatlanma hırıstiyanlarda vardır. Teokrasi, devletin kilisenin emrine girmesinin adıdır. Bunun kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Onun için teokrasiye karşı verilen mücadele haklı bir mücadeledir. Laiklik bu mücadelenin adı olmuştur.”
Allah’ın kanunlarını insanlara baskı olarak gören Bayındır, devletin din ile yönetilmesini “dini peygamberin gösterdiği çizgiden saptıran, tanınmaz hale getiren insanların kurumsallaştırması” olarak görüyor.
Böyle bir saçmalık olabilir mi?
Peygamberimiz Medine’de İslam devleti kurup Allah’ın kanunları ile hükmetmişken, bu sistemi nasıl olurda “Peygamberin gösterdiği çizgiden sapmak” olarak yorumlar inanılacak gibi değil doğrusu. Ama kalp gözleri bağlanmış ya bir kere, nere gittiği belli olmadığı gibi nereye toslayacağı da belli değil…
DİNİ KURUMLAŞTIRMAK!
Abdülaziz Bayındır “Bunlar dini, kişisel olmaktan çıkarıp kurumsal hale getirmişler” diyor. Abdülaziz Bayındır bu sözü ile çok vahim bir hezeyana imza atıyor.
Çünkü İslam şeriatının, Kur’an-ı kerimden çıkan hükümler ile belirlenmiş üç ana temeli vardır:
1-İbadetler: İbadet İslam’da, genel olarak Allah’ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit eylemi kapsamına alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetlerin uygulanması kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekât ve kurban bu ibadetlere örnek olarak verilebilir.
2-Muameleler: İnsanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslam dini doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet, miras, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medenî muâmelelere ve hatta devletler hukukuna ait hükümler getirmiştir.
3-Ceza hukuku: İslam şeriatının kullanımda olduğu bir İslam ülkesinde, İslam dininin emir ve yasaklarına uymayan ve/veya toplumsal düzeni bozmaya çalışan kimselere karşı verilecek bedeni, mali veya caydırıcı bazı cezai hükümleri kapsar
Bu üç sac ayağı olmadan İslamı hiçbir yere koyamazsınız. İbadetler her ne kadar şahsıları ilgilendirse de diğer iki husus kesinlikle devletin kapsama alanı dâhilindedir. Bunlara örnek verecek olursak mesela Kur’an-ı Kerimde kısas ayeti vardır: “Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azab vardır.” (2/178)
“Ey temiz akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız.” (Bakara 179)
Abdülaziz Bayındır’a sormak lazım, devlet din ile hükmetmeyecekse ayet ile sabit olan kısası kim uygulayacaktır? Din kişisel kalacaksa bu hükmü her fert kendisi mi tatbik edecektir?
“Korunan (iffetli) kadınlara (zina suçu) atan, sonra dört şahid getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şahidliklerini ebedi olarak kabul etmeyin. Onlar fasık olanlardır.” (Nur 4)
Abdülaziz Bayındır’a sormak lazım, devlet din ile hükmetmeyecekse ayet ile sabit olan değnek cezasını kim uygulayacaktır? Din kişisel kalacaksa bu hükmü her fert kendisi mi tatbik edecektir?
“Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Maide 38)
Abdülaziz Bayındır’a sormak lazım, devlet din ile hükmetmeyecekse ayet ile sabit olan hırsızlık suçunun el kesme cezasını kim uygulayacaktır? Din kişisel kalacaksa bu hükmü her fert kendisi mi tatbik edecektir?
Abdülaziz bayındır’a göre bunların hepsi yok hükmünde… Devlet bunları icra etmemeli, din vicdanlara hapsedilmeli.
12. sayfa 5. madde de şöyle diyor:
“Devletin vatandaşı ile ilişkisi dinî veya ideolojik boyutta değil, adalet boyutunda olmalıdır.”
Bayındır, devletin İslami bir şekilde yönetilemeyeceğini savunuyor ve bu niyetini hiçbir zaman da gizlemiyor. Bununla birlikte Laikliği de savunmaya başlıyor.
17. sayfa 15. maddede şöyle diyor:
“Anayasa’nın Başlangıç’ında da; “.. lâiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı..” ifade edilmiştir. Demek ki vatandaşa hizmet götürülürken dinî inançlarına göre ayırım yapılamaz.”
Sonra laikliği de İslam ile eşdeğer tutarak şöyle diyor:
16. Madde
“Bu, İslam’da zaten vardır. Bu konuda sabıkası olmayan bir dinin mensubuyuz. Dinimiz insanlarla ilişkilerde onların dinlerinden kaynaklanan bir ayırıma izin vermez.”
Evet, İslamiyet insanlara merhamette ve adalette din, dil, ırk ayırımı yapmaz ama eğer Devlet İslami bir yönetime sahip ise onlara dinlerine göre bir ayırım ve muamele yapar. Mesela böyle bir devlette hıristiyanlar zımmi hükmüne tabidirler. Devletin zimmeti altındadırlar. zimmet; gayri müslimlerin cizye verip itaat etmelerine karşılık İslâm topraklarında yerleşmelerine izin verilmesi; mal, can, ırz ve inançlarının korunması ve dış saldırılara karşı İslâm Devleti tarafından savunulmaları demektir. Gayr-i müslimlerle zimmet anlaşmasını ancak İslâm devlet başkanı veya yetki verdiği kimse yapabilir. Çünkü ehl-i kitapla zimmet anlaşması yapılması görüş ve takdir hakkı kullanılması gerektiren önemli bir konudur ve çok ince bir meseledir.
Yine aynı şekilde İslam devletinde mesela bir Müslüman ile müşriğin nikahı asla kıyılamaz. Müslüman bir kadın ile Hıristiyan bir erkeğin nikahı asla kıyılamaz. Ama şuan ki sistemde bunlar evlenebildiği gibi hiçbir yasal engel yok…
Dolayısıyla daha verebileceğimiz bir çok misal bize İslam’ın bir çok hususta kafirlere emredilen şekilde bir ayırım yapıldığını ortaya koyar…
Abdülaziz Bayındır 18. sayfada baklayı ağzından çıkarıyor ve şöyle diyor:
“Çünkü İslam’da hem devleti hâkimiyeti altına alacak bir dinî kurum yoktur hem de lâiklik için yapılan yukarıdaki tanımların İslam’a aykırı bir yanı yoktur.”
İslam, devleti hâkimiyetine alamazmış!
Abdülaziz Bayındır hiç İslam tarihi okumamış mı ki, Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Medine’ye göç etmesinin hemen ardından İslam devleti kurduğunu ve Allah’ın hükmü ile hükmettiğini bilsin!.
Âişe (Radıyallahu anha)’dan rivâyete göre, şöyle demiştir: Bir kadın tanınmış kimselerin adını kullanarak kendini tanımayan insanlardan ödünç mücevherat alıp onları satıyordu. Bunun üzerine kadın yakalanıp Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in huzuruna götürülünce, kadının akrabaları Üsâme’nin yanına koştular. Üsâme’de kadının bağışlanması için Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) ile konuşunca, Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in yüzünün rengi değişti. Üsâme konuşuyordu. Sonra Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allah’ın hükümlerinden bir hükmü yerine getirmemem için bana aracı mı oluyorsun?” Üsâme: “Ey Allah’ın Rasûlü benim için Allah’tan bağışlanma dile” dedi. Daha sonra Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) kalktı ve günün akşamı bir konuşma yaparak Allah’a gerektiği biçimde hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu: “Sizden önce gelip geçen insanların helak olmalarının sebebi aralarında zengin kimseler hırsızlık yapınca bırakıyorlar, zayıf ve fakir kimseler hırsızlık yaptıklarında ise cezayı uygulamakta idiler. Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsa onun da elini keserdim.” Sonra bu kadının da eli kesildi. (Tirmizî, Hudûd: 6; Ebû Davud, Hudûd: 15)
Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem Allah’ın hırsız hakkında verdiği hükmü bir devlet başkanı olarak uyguluyor ve bunu yapanın kızı dahi olsa Allah’ın hükmünü uygulayacağını buyuruyor.
Ayeti kerimeler de İslam kanunları ile hükmedilmesini emreder:
“Biz onda, onların üzerine yazdık: Can’a can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir keffarettir. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.” (Maide 45)
Görüldüğü üzere İslam dini, toplumu Allah’ın istediği bir düzene kavuşturmak için devlete ihtiyaç duyar. İslam devlete karışamaz veya devlet İslam ile hükmedemez dediğiniz zaman Kur’an-ı Kerimdeki bir çok ayeti yok saymış olursunuz. Yukarıdaki misal verilen ayetler buna delildir.
LAİKLİĞİ BENİMSEMEK
Bütün bu sebeplerden ötürü âlimler, laikliği benimseyenlerin kâfir olduklarına hükmetmişlerdir.
Lâik ahlâk, ahlâkî değer ve davranışların temelinden dini çekip almak; yerine din dışı, söz gelimi Liberalist veya Sosyalist ilke ve kuralları yerleştirmek demektir. Lâik ahlâk, zaman zaman toplumsal özelliklerde de ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, dini ahlâk bir “Cemaat ahlâkı” iken; lâik ahlâk putlaştırılmış akıl olan universel aklı kendisine prensip olarak seçen bir “vatandaş ahlâkı”dır. Bu vatandaşlık ahlâkı Fransa devriminde burjuva sınıfının çıkarlarını korumak için ihdas edilmiş ve ilkçağın ateizmini örnek almıştır. Böyle bir ahlâk da Kapitalist ahlâkın ilk kaynağıdır. Kârı ve kazancı tahrik eden her şey (Kapitalist anlayış çerçevesinde) ahlâktır. Böyle bir ahlâka göre dünyada kim daha zengin olursa, Cennette de o kadar rahat ve müreffeh olacaktır.
Laiklik sistemi doğrudan dinin devlete müdahalesini kaldırır ve Allah’ın hükümleri yerine kulların hükümlerini geçerli kılar. Bu da İslam’ın temel amacına, insanın yaratılış gayelerinen en büyüğüne aykırıdır:
“Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti.” (Bakara 30)
İnsan yer yüzünde Allahu Teala’nın halifesidir ve O’nun kanunlarını icra etmekle yükümlüdür. O’nun şeriatını ve kanunlarını tatbik ettireceği için “halife” sıfatına layık görülmüştür. Her Resul kendi şeriatı ile gelmiş ve onunla hükmetmiştir. Allah’ın bahşettiği “halifelik” sıfatına layık olmak yerine şeriatı inkar etmek, devletin İslam ile yönetilemeyeceğini savunmak, İslam’ı devletten ayıran sistemleri benimsemek küfürdür.
Abdülaziz Bayındır tevhid örtüsü altında gizlenerek Müslümanların temel prensiplerine saldırırken kendisi şirk düzeninin savunucusu olmuş ve küfre düşmüştür.
Bu nedenle bütün Müslümanları uyanışa davet ediyoruz… Tevhid maskesi altında size yaklaşmaya çalışanlara karşı çok dikkatli olun. Bunlar size bu sayede laikliği de yuttururlar, vehhabiliği de yuttururlar, mutezileyi de yuttururlar…
www.ihvanlar.net