Tevazu Ne demek? Tevazu hakkında ayet hadis ve kıssalar
Hicr / 88. Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve müminlere alçak gönüllü ol.
Şûarâ / 215. Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.
Furkan / 63. Rahmân’ın(has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) “Selam!” derler (geçerler);
Hacc / 34. Biz, her ümmete -(Kurban kesmeye uygun) hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye- kurban kesmeyi gerekli kıldık. İmdi, İlâhınız, bir tek İlah’tır. Öyle ise, O’na teslim olun. (Ey Muhammed!) O ihlâslı ve mütevazi insanları müjdele!
Ahzab / 35. Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
HADİS-İ ŞERİF
* İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resülullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: “Allah Teâla hazretleri buyurdular ki: “Büyüklük benim ridamdır, azamet de benim izarımdır. Kim, bunlardan birinde benimle iddialaşmaya kalkarsa, onu cehenneme atarım.”
* Ebu Sa’îdi’l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim Allah Teâla hazretlerinin rızası için bir derece tevazu izhar eder (alçak gönüllü) olursa, Allah, onu bu sebeple, bir derece yükseltir. Kim de Allah’a bir derece kibirde bulunursa, Allah da onu bu sebeple bir derece alçaltır, böylece onu esfel-i safilîne (aşağıların aşağısına) atar.”
* Hazreti Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Medine ehlinden bir cariye bile Resülullah aleyhissalatu vesselâm’ın elinden tutardı ve Aleyhissalatu vesselâm elini onun elinden çekmezdi de, cariye ihtiyacı için, O’nu Medine’nin istediği semtine çeker götürürdü. (Resülullah tevazu gösterir, itiraz etmezdi).”
Tevazû, bir haldir; insanın kendi içinde kendini yenmişliğinin ifadesi ve kibirden, çalımdan; gururdan vazgeçmenin adıdır. Öyle ya, insanın caka yapmaya, çalım satmaya ne hakkı vardır? Âriye bir Ôelbise’ ile çalım satılır mı? Allah, giydirdiği o âriye elbiseyi istediği zaman geri alabilir. Eğer O bize, “Üzerinizde Bana ait olan şeyleri şöyle bir tarafa ayırın da, kendinize ait şeylerle Bana bir tekmil verin” dese, herhalde O’na gösterebilecek hiçbir şeyimiz kalmayacaktır.
Tevazu, sürekli böyle bir idrak kuşağında yaşamanın bir diğer adıdır. Eğer insan bu idrak seviyesine ulaşamamış ve bunu varlığının bir buudu haline getirememişse, o takdirde, yer yer boynunu mütevazı bir kimseymiş gibi bükmesi, riyakârlıktan öte bir ma’nâ ifade etmez.
Kısaca, tevazu ve müsamaha, Peygamberlere ait iki sıfattır. Tevazuun zıddı kibir, çalım; müsamahanın zıddı ise yobazlık ve bağnazlıktır.
Günümüzde yobazlığın en şiddetlisi, küfür ve ilhad cephesinde görülmektedir. Merhum Necip Fazıl, yobazlığı müslümanlara yamamak isteyenlere karşı tavır alır ve onu asıl sahiplerine iade ederek, “küfür yobazı” derdi.
Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Allah Rasûlü, tevazuunda da mutlak bir ölçü ve denge içindeydi. Evet O’nun bu sıfatı da bizlere “Muhammedü’r-Rasûlullah” dedirtir.
Bir hâkim, mahkemede ciddi olmalıdır. Bu vakardır. Ancak, aynı tavır evinde çocuklarına karşı kibir olur. Zira insan, hanesinde, hane halkından biri gibi davranmalıdır. Bunlar birer Kur’ânî düsturdur ve en güzel tatbikçisi de Allah Rasûlü’dür. Daha sonrakilerinki O’na imtisal ve O’nu taklittir.
SABIR KAHRAMANI
İbrahim Edhem Hazretleri Horasan’dan başlayarak bütün İslâmi merkezleri gezer; mâneviyat büyüklerini görür, dersini alıp, istifadesini sâğlar. Hattâ Kûfe’ye de uğrar. İmamı A’zam Hazretleriyle de görüşür. Hazret-i İmam eski Belh Sultanının mânevi sahalarda katettiği mertebeleri hemen anlar ve kendisine, “Seyyidinâ” diye iltifatta bulunur. Neden seyyid olduğunu soranlara da: “Halka hizmet ettiğinden” diye cevap verir. Sultan olarak kendine hizmet ettirmeyi bırakıp, mâneviyat eri olarak hizmete başladığını ifade etmek ister.
Artık belde belde dolaşıp ikaz ve irşadlarda bulunan İbrahim bin Edhem, kimi yerde bir mâneviyat büyüğü olarak görünür, kimi yerde de bir hizmet eri, bir bağ, bostan bekçisi olarak vazife alır.Böylece tasavvufun icabı olan çeşitli meslekleri nefsinde yaşayıp, gereğini hissetmek ister.
Nitekim bir ara Belh’e doğru yol alırken uğradığı bir köyde kendisini bağ bekçisi tutarlar.O sırada yoldan geçen bir ham anlayışlı âdam; İbrahim’den üzüm ister: O da, bağ sahibinden isteyene üzüm vermek hususunda kendisine izin vermediğini söyleyince herif elindeki sopayla başına gözüne vurmaya başlar. İbrahim’in buna verdiği karşılık şudur.Vur, vur! Allah’a isyan edenin başına vur. Ben emanete riayet ettiğim için bana vuruyor, sen zulmediyorsun, ama kader, Allah’a isyan ettiğim için vurduruyor, adâlet ediyor. Onun için bu sopalar bana haktır, vur vurabildiğin kâdar…
Zâlim adam bu cevaptan hayrete düşüyor, kendine gelip tevbe, istiğfara başlıyor.Kendini açlığâ ve çeşitli mahrumiyete pek fazla alıştırıp tam bir nefis cihadı veren İbrahim bin Edhem bir arâ kendi ayarında bir tasavvuf eri olan dostu Şâkik-i Belhi’ye rast gelir ve onun yaşadığı mahrumiyeti merak ederken şöyle sorar:
”Ey Şakik, nâsıl geçiniyorsun?.. Nasıl olacak, bildiğiniz gibi. Bulduğumuz zaman yiyoruz, bulmadığımız zaman ise sabrediyoruz!” İbrahim bin Ethem:
”Belh’in köpekleri de öyle yapalar. Bulurlarsa yerler, bulamazlarsa sabırla beklerler.” Ya sen nasıl yaşıyorsun ey İbrahim?”Ben bulmazsam sabrediyorum, bulursam bulamayana veriyorum!”
Bu cevaba boynunu büken Şâkik-‘i tecrübe etmiş olan İbrahim bin Edhem, onu kucaklar. “Benim sabır ve tevazu kahramanı kardeşim” diyerek iyi bir imtihan verdiğini imâ etmek ister.
MAKAMINIZDAN DÜŞMEMEYE DİKKAT EDİNİZ
Mevlânâ Câmi Hazretlerinin vaaz ve irşadlarından istifade ederek mânevi makamlarda yükselen müntesiplerinden bazıları hacca gitmek için şeyhlerinden izin isterler; Hazret de onlara istedikleri izni verir. Ancak “hacca gitmekle borcunuzdan kurtulursunuz, lâkin kibre girerek makamınızdan düşmemeye dikkat ediniz” şeklinde bir ikazda da bulunur.
Bundan pek bir Şey anlamayan o müridler cemaatı, grup halinde mukaddes topraklara giderler, tam gününde haclarını ifa edip dönerler.
Artık kendilerinde bir sevinç, bir neş’e hissetmekte, “Biz önceki cahil kimseler değiliz, hacca gitmiş. Kâbe’yi ziyaret edip, Medine’yi görmüş insanlarız” diyerek farkında olmadan kibir ve gurura bile girmektedirler.Hattâ içlerinden biri, Mevlânâ Câmî Hazretlerine şöyle bir sual dahi sorar:
-Efendi Hazretleri, biz hacca gitmeden önce sizin başınızın üzerinde nûrdan bir halkanın dâima bulunduğunu, bir sarık gibi başınızın etrafındâ sarılı kaldığını görürdük. Hacdan dönünce o nûrdan eser kalmadığını anladık. Acaba biz gidince sizde bir düşüş mü vâki oldu? Mânevî mertebenizde bir sukut mu bahis mevzuu oldu? Hazret-i Câmi, tebessüm ederek cevap verir:
“Doğru söylersiniz, bir sukut ve düşüş gerçekten de oldu: Ama sukut ve düşüş, bende değil sizdedir. Çünkü sizler hacca gitmeden kendinizde bir kibir ve gurur hissi duymuyordunuz: Mütevazi ve mahcuptunuz. Bu tevazu ve ihlâsınızdan dolayı da Rabbim size bahsettiğiniz nûru gösteriyor, bunu görmeye sizi lâyık buluyordu. Hac dönüşünde ise siz hacı olduk diye kibre girdiniz, nûru da bundan dolayı göremez oldunuz. Kibri atar, eski ihlâsınıza yeniden kavuşursanız, o nûrun aynen eskisi gibi yerinde durduğunu görürsünüz.”
Hacılar göz yaşları içinde tevbe, istiğfara başlarlar. Nitekim kısa zaman sonra da o nûrun bir sarık gibi Mevlânâ Câminin başında durduğunu yeniden görmeye başlarlar.
TEVAZU
Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine:
-“İçinizde kim bende bir ayıp görüyorsa bildirsin,” dedi. Müritlerden biri:
-“Efendim, sizde büyük bir ayıp var,” diye cevap verdi. Ayıbını talebesine soracak kadar kendini aşmış bu mütevazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu:
-Söyle, dedi, kardeşim, o ayıbım nedir? Talebe gözleri dolu dolu:
-“Bizim gibilerin size talebe olması,” dedi. Bu sözler gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece:
-Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım, diyebildi.
KENDİNİ AŞMAK
Aziz Mahmut Hüdayî Hazretleri, kadılığı bırakarak dergâha gelmişti. Dergâh bir vesileydi maksat için…
Üftade Hazretleri’ne talebe olmuş ve bir müddet sırtındaki sırmalı kaftanla Bursa sokaklarında ciğer satmıştı. Daha sonra ona dergâhın tuvaletlerini temizleme vazifesi verildi.
Bir gün yine temizlik yaparken davul sesleri işitti. Kulak kabarttığında kendi yerine tayin edilen yeni Kadı’nın geldiğim ve halkın onu karşılamaya çıktığını anladı. Bir anlık dalgınlıkla:
– Biçare Mahmut! Sen böyle bir mesleği bıraktın, şimdi abdesthanelerde temizlik yapıyorsun, dîye düşündü.
Fakat, hemen kendini toparladı:
– Mahmut, sen Şeyhine, nefsini ayaklar altına alacağına dair söz vermiştin, dedi.
Nefsine haddini bildirmek niyetiyle elindeki süpürgeyi bıraktı. Taşları sakalıyla süpürecekti. Tam o esnada Şeyhî Üftade Hazretleri kapıda belirdi:
– Evladım, dedi, sakal öyle şeyler için değildir. Sana bu İşi vermekteki maksadımız seni nefsinin elinden kurtarmak, önemli bir merhaleyi aştırmaktı. Sen bunda muvaffak oldun.
Onu alıp dergâha götürdü. Geçici kadılığı bırakmış, ama sultanlık kazanmıştı. O artık bir İrşad ufku idi.
Bazen, nefse hoş gelmeyen şeylerin arkasında hakiki ikramlar, hediyeler ve lütuflar saklıdır,
Sonsuzluk yolunda paye aramayanlar o lütuflara erer. O öyle bir noktadır ki, manevî bir şeye ermek niyetiyle yapanlar bile o noktada kaybeder. Hedef mürşid olmak değil, sadece Onun hoşnutluğu olmalıdır.
Keramet niyetiyle zikir çekenler ikrama eremez. Dış ve iç, maneviyat yolundaki engelleri, kirleri, sakalıyla temizleyecek kadar o kapıda sadakat gösterenler kazanır.