İhlas Nedir? İhlas hakkında ayet hadis ve kıssalar

ihvanlarAYET-İ KERİMELER
   Zümer/2- (Resûlüm!) Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et.
 
   Ankebut/65- Baksana, gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O’na has kılarak (ihlasla) Allah’a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allah’a) ortak koşmaktadırlar.
 
   Meryem/51- Kur’ân’da Musa’yı da an; Şüphesiz ki o, ihlaslı bir kuldu ve gönderilmiş bir peygamberdi.
 
   Yunus/:22-23- Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran O’dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler, içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah’a yalvarır ve dindar olurlar: “Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız.” derler.  Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar…
 
HADİS-İ ŞERİFLER
  Şüfeyyü’l-Esmâi, Hz. Ebü Hüreyre’den naklediyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kıyamet günü iIk çağrılacaklar, Kur’ân-ı ezberleyen biri, Allah yolunda öldürülen biri ve bir de çok malı olan biridir. Allah Teâla Hazretleri Kur’ân okuyana:”Ben Resülüme inzal buyurduğum şeyi sana öğretmedim mi?” diye soracak. Adam:”Evet ya Rabbi!” diyecek.    “Bildiklerinle ne amelde bulundun?” diye Rabb Teâlâ tekrar soracak. Adam:    “Ben onu gündüz ve gece boyunca okurdum” diyecek.
   AlIâhu Teâlâ Hazretleri:    “Yalan söylüyorsun!” diyecek. Melekler de ona:    “Yalan söylüyorsun!” diye çıkışacaklar. Allahu Teâla Hazretleri ona:    “Bilakis sen, “Falanca Kur’an okuyor” densin diye okudun ve bu da söylendi” der.    Sonra, mal sahibi getirilir. Allah Teâlâ Hazretleri:    “Ben sana bolca mal vermedim mi? Hatta o kadar bol verdim ki, kimseye muhtaç olmadın?” der. Zengin adam, “Evet yâ Rabbi” der.”Sana verdiğimle ne amelde bulundun?” diye Rabb Teâlâ sorar. Adam:    “Sıla-i rahimde bulunur ve tasadduk ederdim” der. Allâhu Teâla Hazretleri:”Bilakis sen: “Falanca cömerttir” desinler diye bunu yaptın ve bu da denildi” der.    Sonra Allah yolunda öldürülen getirilir.Allah Teâlâ Hazretleri:”Niçin öldürüldün?” diye sorar. Adam:”Senin yolunda cihadla emrolundum. Ben de öldürülünceye kadar savaştım” der.
Hakk Teâlâ ona:    “Yalan söylüyorsun!” der. Ona melekler de:”Yalan söylüyorsun!” diye çıkışırlar. Allah Teâla Hazretleri ona tekrar:”Bilakis sen: “Falanca cesurdur” desinler diye düşündün ve bu da söylendi” buyurur.
   Sonra (Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebü Hüreyre’nin dizine vurup):”Ey Ebü Hüreyre! Bu üç kimse, Kıyamet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlükudur!” dedi.”Şüfey der ki: “Ben Ebü Hüreyre’den aldığım bu hadisi, Hz. Muâviye’ye haber verdim.  Bunun üzerine: “Böylelerine bu muâmele yapılırsa, insanların geri kalanlarına neler yapılır?” dedi ve Hz. Muâviye Şiddetli bir ağlayışla ağlamaya başladı, öyle ki helak olacağını zannettim.
Derken bir müddet sonra kendine geldi, yüzündeki (gözyaşlarını) sildi. Ve şunları söyledi:”Allah ve Onun Resülü doğru söylediler: “Dünya hayatını ve onun zinetini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz. Onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zâten yapmakta oldukları da bâtıldır” (Hüd 15-16).
 
   *  Ka’b İbnu Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselam)’ın şöyle söylediğini işittim: “Kim âlim geçinmek, sefihlerle münâzara yapmak ve halkın dikkatlerini kendine çekmek gibi maksadlarla ilim öğrenirse Allah o kimseyi cehenneme atar.”    
 
  *  Hazreti Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalatu vesselâm) bir gün: “Hüzün kuyusundan Allah’a sığının!” buyurdular. Oradakiler:    “Ey Allah’ın Resülü! Hüzün kuyusu da nedir?” diye sordular.    “O, dedi, cehennemde bir vâdidir; cehennem, o vâdiden her gün yüz kere AIIah (c.c)’a sığınma taleb eder.”    “Ey Allah’ın Resülü! denildi, oraya kimler girecek?”    “Oraya dedi, amellerinde riya yapan kurrâlar girecektir!…” 
 
   *  Ebü Hüreyre ve İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ahir zamanda, dinle dünyayı taleb eden insanlar zuhur edecek. Bunlar, insanlar(a iyi görünüp, onları aldatmak) için öyle bir yumuşaklığa bürünürler ki koyun postu yanlarında kaba kalır. Diller de baldan daha tatlıdır. Ancak kalbleri kurtlarınkinden vahşidir. Cenâb-ı Hakk (bunlar için) şöyle diyecektir: “Beni aldatmaya mı çalışıyorsunuz, yoksa bana karşı cürete mi yelteniyorsunuz? Zât-ı Akdesime yemin olsun, bunlar üzerine, kendilerinden çıkacak öyle bir fitne göndereceğim ki, içlerinde halim olanlar bile şaşkına dönecekler.”   
 
   *  Hazreti Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allahu Teâlâ Hazretleri diyor ki: “Ben ortakların şirkten en
müstağni olanıyım. Kim bir amel yapar, buna benden başkasını da ortak kılarsa, onu ortağıyla başbaşa bırakırım.”    
 
   *  Yine Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh)’den bir rivâyete göre, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde, AIlah nazarında en kötü olanlardan bir kısmını da iki yüzlülerin teşkil ettiğini göreceksiniz. Bunlar bazılarına bir yüzle, diğer bazılarına da başka bir yüzle giden insanlardır.”    
 
   *  Ammâr İbnu Yâsir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kimin dünyada iki yüzü varsa kıyamet günü, ateşten iki dili olacaktır.”    
 
   *  Ebü Vâil anlatıyor: “Hazreti Üsâme (radıyallâhu anh)’yi işittim diyordu ki: “Hazreti Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kıyamet günü bir adam getirilip ateşe atılır. Karnındaki barsakları dışarı çıkar. Onları, eşeğin değirmen taşını dönderdiği gibi dönderir. Derken, cehennem ahâlisi etrafında toplanır ve: “Ey fülan, sen dünyada iken (bize) ma’rufu emderip, münkerden nehyetmiyor muydun?” derler. O: “Evet, ma’rufu emrederdim ama kendim yapmazdım, münkeri yasaklardım ama kendim yapardım” diye cevap verir.”    
 
   *  Hazreti Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Allah’u Teâla hazretleri şöyle buyurmuştur: “Ben her çeşit şirkten müstağniyim. Öyleyse, kim benim için işlediği bir amele birden başkasını ortak ederse ben ondan uzağım ve benim için yaptığı o iş, bana değil, ortak ettiği kimseyedir.”  
 
   *  Ebu Saîd radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselam (bir gün) yanımıza geldi. Biz o sırada Mesîh Deccal’i müzakere ediyorduk. Dediler ki: “Ben size, nazarımda sizin için Mesih Deccal’den daha ürkütücü bir şeyi haber vereyim mi?”    “Evet! Ey Allah’ın Resûlü! Söyleyin!” dedik.    “Şirk-i hafidir (gizli şirk). Mesela, kişi kalkar, namaz kılar, bu namazını, kendisine bakanlar sebebiyle güzel kılar, (işte bu, gizli şirke bir örnektir)” buyurdular.”  
 
   *  Şeddâd İbnu Evs radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Ümmetim hakkında en ziyade korktuğum şey, Allah’a şirktir. Bu sözümle, ümmetimin dönüp de tekrar güneşe veya kamere veya puta tapacaklarını demek istemiyorum. Fakat beni korkutan şey, Allah’tan başkası için yapacakları ameller ve (spor maksadıyla kılınan namazda, sıhhat niyetiyle tutulan oruçta olduğu üzere, amellerde Allah rızasından başka maksatları ön plana getirme gibi) gizli arzulardır.”  
 
   *  Ebu Saîdi’l-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: “Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Her kim (ibadetini gösteriş için) halka işittirirse, Allah o kimseyi (yani gayesini halka) işittirir ve kim (ibadetinde) riyakarlık ederse Allah onun riyakârlığının cezasını (dünyada) verir.”
 
GİZLİ ŞİRK
   Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri’nin Tenbîhü’l-Gafilîn’in ihlâs bahsinde naklettiği, Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin Müsned’inde geçen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “İnne ehvefe ma ehâfu aleyküm eş-şirkü’l-esğar. Kâlû; me’ş-şirkü’l-esğar? Kale, e’r-riya – Allah Rasulü, “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir.” deyince Sahabe Efendilerimiz “Küçük şirk nedir?” dediler. Efendimiz de “Riya” karşılığını verdiler.” Bir rivayette de “şirkü’l-esgar” yerine “şirkü’l-hafî (gizli şirk)” ifadesi vardır. Nedir Allah’a gizli gizli eş-ortak koşmak? Küçük dahi olsa gösteriş yapmaktır.. kendini ihsas etme, iradî olarak kendini sergilemedir.
 
   Eğer namazda bazı duygular iradeyi aşkın gelirse ve insan bu sebeple değişik sesler çıkarırsa mazur olabilir. Meselâ, bir kul namaza öyle konsantre olmuştur ki, O’nun dizlerine başını koyuyormuş gibi hisseder. Cenâb-ı Hak diz, baş ve ayaktan münezzeh ve mukaddestir ama Recaizade’nin dediği gibi “Allahım nerede ayakların!” ifadesi bir duyuşun ve sezişin seslendirilmesidir. İşte kul, o derece yoğun his ve ihsasların içindeyken boğazı yırtılacak kadar “Allah” dese de mazurdur. Zira o durumdaki bir insan ne yaptığının, ne dediğinin farkında değildir. Ona yaptığını haber verseniz, “Ben öyle bir şeyin farkında değilim, hatırlamıyorum.” diyecektir. Meselenin temeli de budur. Böyle bir durumda değilken ibadete dıştan, iradî bir şey karıştırmaya kimsenin hakkı yoktur. O telvis etme, saf ve dupduru bir işi bulandırma olur.
   Fakat önemli bir nokta daha vardır ki; o da, biz bir başkasında ne görürsek görelim onun hakkında “riya yapıyor” diyemeyiz. Elimizde riya yapıp yapmadığını ortaya çıkarabilecek belli bir mihenk taşı yoktur. Allah’la irtibatlı mı söylüyor; iradî mi, gayr-ı iradî mi?.. aşk ve heyecanını mı seslendiriyor, yoksa kendisini ifade etmek, etrafa duyurmak için mi bağırıyor?.. Kur’an okuyor ama acaba kendini ihsas maksadına matuf mu okuyor, Allah rızası için mi?.. şeklinde başkalarını sorgulamaya hakkımız yoktur.
   Elâlem etrafımızda değişik değişik sesler çıkarabilirler, bu bizi rahatsız da edebilir. Fakat onlar hakkında sû-i zanna hakkımız yoktur. O kapı kapalıdır bizim için. İhtimal biz anlamasak da o insan çok farklı şeyler anlıyor ve dolayısıyla da bu sesler onun vicdanından kopup geliyor, gırtlağına çarpıyor, ses tellerine dokunuyor ve ses tellerine dokununca da bir udun, bir kemanın ses verdiği gibi ses veriyordur.. başkaları hakkında böyle düşünürüz. Kendimiz hakkında da sert ve katı davranır; çok küçük bir kaçamak, bir sızıntı bile olsa affetmeyiz onu.
 
İhlası Koruma
   Hizmet erleri, ilk günkü ihlas ve samimiyetlerini artırarak, mutlaka onu korumak zorundadırlar. Bu da onların iradeleriyle kendilerini sürekli dengelemelerine bağlıdır. Aksi halde baş döndürücü muvaffakiyetler karşısında ihlaslarını koruyamaz ve geldikleri yere, hem de dipsiz bir kuyuya düşer gibi düşerler. Evet, zirvelerde bulunmak oldukça tehlikelidir. Dağların, yerin üstündeki kadar, yerin altında da uzantıları vardır. İhlası kaybeden insan daha önce hangi zirvede bulunursa bulunsun, dağların altta kalan kısmı gibi oluverir.. oluverir de kazanma kuşağında kaybetmenin ızdırabını acı acı yaşar. Unutmayalım: İhlasla elde edilen nur helezonunun aşağısı gayyâdır. Evet düz yolda yürüyenler için böyle bir tehlike söz konusu olmasa da zirvede bulunanlar için her zaman bahis mevzuudur. Biz bu mülâhaza ile herkesi düz yolda yürümeye teşvik etmiyoruz. Edemeyiz de; zira, bu durum, dünyaya geldikleri gibi giden insanların durumudur. Halbuki bizler hep zirvelere doğru pervaz etmek için dünyada varız. Bu durumumuzu da, yine bizi yükselten faktörlere sımsıkı sarılmakla korumak zorundayız. Hiç şüphesiz bu faktörlerin en başta geleni de ihlastır. İhlas, yapılan her işi Allah rızası için yapmak demektir.
 
SAFVET VE SAMİMİYET
   Tebliğ adamı, mutlaka “hâli muhafaza” etmelidir. Bununla; hizmette ilk günkü tevazu ve mahviyeti, hangi mevkî, makam ve seviyeye yükselirse yükselsin koruma ve muhafaza etme mânâsını kastediyoruz. Zaten tevazu, İslâm’ın özünde ve esasında vardır. Oysa diğer sistemlerde fertlerin birbirleriyle münasebetleri, umumiyetle “ben” etrafında merkezileşir. Bu insanların “ben”i, daima gizli bir tekebbür besler. Dolayısıyla da tevazunun yerini gurur ve kibir, mahviyetin yerini de kendini beğenme ve kendinden başka kimseyi görmeme alır.
   Her insanın tabiatında “ben” yörüngeli bu tür zaaflar mevcuttur. Bunlar usûlünce terbiye edilip, bu zaaflar birer birer yerlerini faziletlere terketmezler ise, insan manevî yönleri itibarıyla delik deşik bir hâl alır. Bu sebeple de şunu kesin bir dille söylemeliyim ki, içinde gurur ve kibir besleyen kimse, her şey olabilir, her makama yükselebilir fakat, asla tebliğ adamı ve mürşit olamaz. O tebliğden, tebliğ de ondan fersah fersah uzaktır.
 
   Evet, tebliğ adamı, her zaman ve zeminde her türlü şartlar altında hâlini koruyan, değişikliğe uğramayan, muvaffakiyetlerle başı dönüp, bakışı bulanmayan ve ele aldığı işi, başladığı gün gibi bitiren insandır. Öyle ki, onun hasır üzerinde başlayan hayatı yine hasır üzerinde devam eder. Öldüğünde de onu aynı şekilde hasır üzerinde bulurlar. Cihanı değiştirse ve cihan çapında inkılâplar yapsa ve bir gün gökteki yıldızlar onun ayağının altına parke taşı gibi serilse, onun tavır ve davranışlarında zerre kadar kayma görülmez.
 
   İşte, günümüzde en çok muhtaç olduğumuz da bu vasıftaki tebliğ adamları ve mürşitlerdir. Kitleleri peşinden sürükleyebilecek, sesini soluğunu duyurabilecek, gönlünün esintilerini etrafında estirecek olan güçlü mürşitler…
 
ODUNCU İLE ŞEYTAN DÖVÜŞÜ
   Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. Allah’a karşı kulluk vazifesini yapar, kimsenin ekşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı. Onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparlar, ondan medet beklerlerdi. Oduncu bir gün “şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi Allah’a isyandan kurtarmış olurum” diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.
   Dağa doğru giderken karşısına acayip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini surdu. Oduncu:
Halkın Allah diye taparak Allah’a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi.
Adam oduncuya:
   Ben şeytanım… o ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı. Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı. Şeytan zahide:
   Ey zahit, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.
   Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar. Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında altın gördü. Memnun olmuştu. İkinci gün oldu. Fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştılar. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce:
   “Seni sahtekar seni, kandırdın değil mi beni”.. diyerek üzerine hücum etti. Fakat evvelkinin tam tersine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hal der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:
   Hayret ettin değil mi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Dün sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik.Lakin şimdi Allah rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun. İşte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim, dedi.   
EN BÜYÜK DERS
   Bayezid-i Bistami, büyük velilerdendi. Allah’ın sevgisi¬ni kazanmıştı. Allah’ın izniyle hayvanlara dahi sözünü geçirebiliyordu.
   Günlerden bir gün değirmenden evine dönerken, or¬manda yaşlı bir kadına rastladı. Yaşlı kadının sırtında dolu bir un çuvalı vardı. Yükü ağırdı. Oflaya-puflaya gö¬türmeye çalışıyor, buram buram terliyordu.
   Yaşlı kadının haline acıyan Bayezid-i Bistami hazretle¬ri, ormanda kükreyerek dolaşan aslana emretti:
“— Ey Aslan, Allah’ın izniyle buraya gel!”
Aslan, uysal bir kedi gibi yaklaştı. Büyük velinin yanı¬na sokuldu. Bacaklarına sürtünmeye başladı.
   Bayezid-i Bistami, ihtiyar kadının sırtındaki çuvalı alıp aslana yükledi. Birlikte köye dönmeye başladılar. Yolda Bayezid-i Bistami yaşlı kadına sordu:
— “Köye döndüğünde mutlaka sana soracaklar. Yolda kime rastladığını, bu işi kimin yaptığını merak edecekler. Ne cevap vereceksin?
   Yaşlı kadın, kızgın, Bayezid-i Bistami’ye baktı:
— “Söyleyeceğim,” dedi. “Zalim ve riyakâr Bayezid-i Bistami’ye rastladım diyeceğim…”
   Büyük veli çok şaşırdı. O kadar yardım ettiği halde, nasıl böyle konuşabiliyordu?
   Hiç mi iyilikten ayrılamıyordu? Bu ne biçim işti? Sordu:
— “İyi ama sana iyilik ettim. Neden zalim ve riyakâr Olduğumu düşünüyorsun, ne kusur işledim ki?”
—  “Daha ne yapacaktın?” diye bağırdı yaşlı kadın. “Ormanlar kralı aslanı eşek niyetine kullandın.Bana kerametinl gösterip riyakârlık yaptın. Bunlardan büyük ku¬sur olur mu?”
   Bayezid-i Bistami’nin hayatı boyunca aldığı en önemli ders bu oldu. Her fırsatta surdan tekrarlardı:
   “O sert yüzlü, tok sözlü kadının dersi içimde kalmış bütün riya ve gösteriş hissini sildi, süpürdü. Ondan son¬ra Allah’a daha da yaklaştığımı hissettim. Kibirden, gös¬terişten uzak durdum. Riyaya düşmedim.”
   Kibir ve gösterişten uzak durmak, hayatta başarının da anahtarıdı
 
HAZRET-İ ÖMER İLE SARHOŞ ADAM
   İslâm’ın ikinci halifesi Hazret-i Ömer, sabahlara kadar sokak sokak gezer, idaresini üzerine aldığı halkın huzur içinde istirahat edip etmediklerini araştırırdı. Yine böyle teftiş gecelerinden birindeydi.  Medine sokaklarında sessizce gezerken ileride hiç beklemediği bir gürültü işitti. Merakla yaklaştı, dikkatle baktığında, bir sarhoşun gelip geçenlere münasebetsizce sözler söyleyip rahatsız ettiğini gördü. Resûlüllah’ın şehri Medine’de adam hem âyetin emrine karşı gelerek içki içmiş, hem de sarhoş halde sokağa çıkıp mes’ûliyetini üzerine aldığı mü’minleri rahatsız etmişti. Bu hâl, Allah’ın emrine açıkça isyandı. Al¬lah’a isyan edenin hasmı ise Halife Ömer’di.
   Bu sebeble meşhur gazabına yine bürünmüş. Öfkesini kullanmanın zamanı geldiğine inanmıştı. Elindeki kırbacını hızla kaldırıp sarhoşun başına yıldırım gibi indirmeyi düşünüyordu. Nitekim kamçısını havaya yukan kaldırırken sarhoşun hakaretti sözlerine muhatap olmaya başladı.
   Adam, şahsını hedef almış, bizzat kendisine hakarette bulunmuştu. Hızla havaya kalkan kamçı bu defa yavaşça yere indi, sarhoşun başında şaklamaktan vazgeçmiş oldu.
   Şaşıran sarhoş, sormadan edemedi:
— Sen kimsin ki, önce beni kırbaçlamak istedin, son¬ra da vazgeçtin?
   Hazret-i Ömer cevap verdi: — Ben Allah’ın emirlerini tatbik etmekle vazifeli halife Ömer’im!
— Peki öyle ise neden kırbaçlamaktan vazgeçtin beni? Halifenin cevabı, fevkalâde düşündürücüydü:
— Ben önce Allah için kaldırmıştım kırbacımı. Tam o sırada sen şahsıma hakaretler savurdun. Birden nefsimin galeyana gelmesine, öfkelenmeme sebeb oldun. Baktım ki Allah için kaldırdığım kırbacım, nefsim için inecek. Nefsime yaptığın hakaretinden dolayı seni kırbaçlamış olacağım.
Halife sözünü şöyle tamamladı:
— Halbuki ben, Allah için hiçbir şeyden gözümü kırp¬mam, ama nefsim için bir karıncayı dahi incitemem, bir kuşun bile benden korkup uçmasına razı olamam!
   Bu cevaptan sonra ortalığı bir sessizlik almıştı. Müslümanların halifesi neticeyi şöyle bağladı: —Uzat elini, seni doğruca Kadı Şüreyh’e götüreyim.
Durumunu ona anlat, adaletin hükmünü ondan gör. Bundan sonra seni ben cezalandıramam. Zira nefsimin hisse almasından korkarım!
 
İHLASI ARAMAK
   Ebu Said Harraz Hazretleri, bir gün müridlerinden bi¬risine ihlastan bahsetti. Müridi kalbini yokladı, şeyhinin anlattığı samimiyeti kalbinde bulamadı. O günden sonra da artık gidip gelmez oldu. Ebu Said, bir gün onu çağı¬rıp sordu;
– Artık yanımıza niye gelmiyorsun?
– Yaptığım şeylerde ihlas bulamadım. Bu yüzden terk ettim. Ebu Said, onu söyle ikaz etti:
– Ben sana ameli terk et demedim. Amelinde ihlası ara dedim. Sen hizmetine devam et, ihlası onun içinde ara.
   Şeytanın bir hilesi de insanlara önlerinden, hayır adına yaklaşıyor gibi musallat olmaktır. En kötü ihlassızlık hizmet etmemektir. Tam ihlas, hizmetin içinde aranır.
   Belki, “Bize düşmez, bizi aşar…” diye düşünüp, “ihlas, ihlassızlık” demeden ve onu bile aramadan, sadece hizmet etmeye kilitlenmek en büyük samimiyettir.
   Ne ermek, ne olmak, ne paye… Sadece vefa ve vazife…
 
   İhlas, davası uğrunda candan, canandan geçmektir. Her şeyini inandığı dava uğrunda seve seve verebilmektir. O öyle bir güç öyle bir küvettir ki; kişi belki bir İken bin, bin iken bir ordu derecesine çıkar bu ruh gücüyle.
 
   İhlâsı olmayan kişiler davalarını bir hiç uğruna satarlar. Bir pula değişirler bütün ideallerini. Zira onlar manevî bağlarla bağlı değillerdir bu ideale. Maddî menfaat, makam mansıp sevgisi, yahut mal mülk, para gibi geçici bağlar, küflü ve çürük duygu ve düşüncelerle girmişlerdir bu yola.

PAYLAŞ