Hırs ne demek? Hırs hakkında ayet hadis ve hikayeler
AYET-İ KERİME
Mearic / 19. Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır.
Ali imran / 14. Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.
HADİS-İ ŞERİF
*Hakîm İbn-i Hizâm radiya’llâhu anh’ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir:Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’den (bir kere dünyâlık) istedim. Bana verdi. Sonra kendisinden (bir daha) istedim. (Yine) bana verdi. Sonra (üçüncü bir daha) istedim. (Bu defa da) bana verdi. Bundan sonra buyurdu ki:
– Ey Hakîm, şu mal (yok mu? Sanki o, manzarası) yeşil, (zevkı) tatlı gûnâ-gûn mevvadır. Her kim bu malı, ferâgat-i nefs ile (hırssız) alırsa, o mal, kendisi için bereketli ve meymenetli olur. Bir kimse de bunu hırs ile alırsa, bu mal, alan için şerefli ve bereketli olmaz. O muhteris kimse (dâü’l-kelebe tutulmuş) bir obur gibidir. Dâimâ yer, bir türlü doymaz. (Veren) yed-i ulyâ, (alan) yed-i süflâdan hayırlıdır. Hakîm, (İbn-i Hizâm) demiştir ki, ben:
– Yâ Resûla’llâh! Seni Hak Peygamber gönderen Allâhu Teâlâ’ya yemîn ederim ki: ben şu dünyâdan ayrılana kadar senden başka hiç bir kimseye, hiç bir şey için elimi uzatmam (benim elim, senden sonra Arab neslinin elleri altında bulunamaz) dedim.
(Hakîkaten) Ebû Bekr radiya’llâhu anh (hilâfet-i zamânında), beytü’l-mâldeki hakkını vermek için Hakîm’i da’vet etmiş, fakat Ebû Bekr’in bu ihsânını kabûl etmekten imtinâ eylemiştir. Sonra Ömer radiya’llâhu anh de hakkını vermek için da’vet etmiş, ondan da almaktan imtinâ eylemiştir. Bundan sonra Hazret-i Ömer (Mahzar-i Sahâbe’de):
– Ey cemâat-i müslimîn: Hakîm hakkında sizi işhâd ederim ki: ben, harac ve ganîmet malından muayyen olan hakkını kendisine arz ediyorum. O, almaktan imtinâ ediyor, dedi. Ve (hakîkaten) Hakîm, Resûlullâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’den sonra tâ vefât edene kadar, kimseden bir şey almamıştır.
* Hazreti Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: “Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs”.
* Ka’b İbnu Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin ma1 ve şeref hırsıyla dine verdiği zarardan daha fazla değildir.”
Mânası şudur: Kişinin mal ve şeref için gösterdiği hırs veya bu iki şeye olan sevgisi dine fesad ve zarar getirir, tıpkı aç iki kurdun hiçbir engelleme olmadan sürüye salındığı zaman hâsıl edecekleri zarar gibi…
* Hazreti Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Âdemoğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenleri affeder.”
Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. Evet, her milletten ziyade hırsla dünyaya saldıran Yahudi milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i kàtı’dır.
Hadis-i şerifte ”bütün kötülüklerin başı dünyadır” yani dünya sevgisidir buyuruluyor.Bütün felaketler dünya sevgisi ve hırs denilen iki vahşi duygunun birleşmesi ile zuhur ediyor.Hırsının esiri olmuş insanlar istediklerini elde edebilmek için her yolu deniyorlar.Bunun neticeside kaos ve kargaşa, milli adaletsizlik, düzensizlik oluyor.
Hırs ve dünya sevgisinin tek pan zehri de hakiki bir mürşide el vermek, tasavvuf deryasına dalmaktır.Derviş Yunus olmak….. O ki; bırakın dünyayı cenneti bile istememiştir.
Cennet dedikleri
Bir kaç köşk ve huri
Onu isyetene ver
Bana seni gerek seni…
FELÂKET GETİREN ZENGİNLİK
Medine Müslümanlarından Sâlebe’nin mala, mülke karşı aşırı derece hırsı vardı. Zengin olmak istiyordu, hem de mutlaka zengin olmak! Hattâ benliğini saran bu şiddetli zengin olma arzusu, nihayet onu Resûlüllah’dan dua istemeye kadar sevketti. Bir gün huzur-ı Peygamberî’ye çıkarak:
– Yâ Resûlâllah, Allah’a dua et de zengin olayım, dedi.
Allah’ın Resûlü, Sâlebe’nin bu isteğine şöyle cevap verdi:
– Şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.
Bu söz Sâlebe’ye kâfi gelmişti. Bir müddet bu îkazın mânâsı üzerinde düşünerek benliğini saran zengin olmak arzusundan birazcık olsun kurtuldu, fakat hırs onun yakasını bir türlü bırakmıyordu. Zamanla ihtirası yeniden depreştiği için tekrar müracaat etti:
– Yâ Resûlâllah, dua et de zengin olayım, dedi.
Bu sefer biraz daha açık ve ağır konuşan Resûl-i Ekrem:
– Ben senin için kâfi bir örnek değil miyim? dedi ve ilâve etti:
“Allah’a yemîn ederim ki, isteseydim şu dağlar altın ve gümüş olarak arkamdan akıp geleceklerdi; fakat ben istemedim.”
Elinde bu kadar İlâhî kudret bulunmasına rağmen Resûlüllah’ın evinde haftalarca çorba pişmediği, ekseri günleri oruçlu bulundukları, çoğu zaman iftar sofraları birkaç hurma tanesi ile bir arpa ekmeğinden ibaret olduğu, herkesin bildiği bir hakikattı.
Sâlebe bunları düşünerek bir müddet daha isteğinden vazgeçti.
Zaman zaman “zengin olursam fakir fukaraya iyi yardım ederim, daha çok sevab kazanırım” diye hayal kuruyor ve Resûlüllah’a üçüncü olarak bir müracaat daha yapmayı düşünüyordu. Nihayet müracaatını yaptı da; hem de söz vererek dedi ki:
“Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer beni zengin ederse, fakir fukarayı koruyacak, her hak sâhibine hakkını vereceğim.”
Sâlebe’nin bu kadar ısrarına karşı dayanamayan Resûlüllah:”Yâ Rabbi, Sâlebe’yi istediği mala kavuştur,” diye dua etti.
Bu dua üzerine koyun olarak sürü otlatmaya başlayan Sâlebe, daha evvel bütün namazlarını Resûlüllah’ın cemaati olarak kıldığı için kendisine Cami Kuşu adı verildiği halde, bu sefer sadece öğle ve ikindiyi mescidde kılabiliyor, diğer namazlarını koyunların ardında, bâzan da kazâen îfa edebiliyordu.
Kısa zamanda çoğalan, bereketlenen koyunlar, Medine yakınlarına sığmaz oldular, uzak çöllere, sulak yaylalara gitmek zarureti ile karşılaşan Sâlebe, artık öğle ve ikindi namazlarına da gelemiyor, sadece Cumaları mescidde görülüyordu. Nihayet çöldeki meşgalesi, ona Cuma namazlarını da unutturdu.
Arada sırada bir, sürü ile uğradığı yolların üstünde rastladığı yolculardan “Ne var, ne yok” diye haber soruyor; sonra da koyunların ardından ıssız çöllere doğru tekrar dalıp gidiyordu.
Artık umumî mes’elelerle alâkası kesilmiş, sadece şahsını ve şahsî işlerini düşünüyor, koyunlarını nerede daha iyi otlatabileceğinden başka bir şey hatırına gelmiyordu.
Bir gün Resûlüllah’ın:
– Sâlebe görülmüyor, nerededir?” diye sorması üzerine:
– Koyun aldı; sinek kurtları kadar çoğaldı; buralara sığmaz olduğundan şimdi çöllerde sürüsünün ardında dolaşıyor,” dediler.
Resûlüllah:
– Sâlebe’ye yazık oldu, yazık!” buyurdu.
İşte bu sırada zekât ve sadaka âyeti nâzil olarak, mâlî durumu düzgün olan Müslümanların geçim sıkıntısı içinde bulunan kardeşlerine yardım etmeleri emredildi.
Bu âyet-i kerîmenin emrine büyük bir istekle uyan Müslümanlar, mallarının bir kısmını geçim sıkıntısı içinde yaşayan kardeşlerine seve seve verirken Sâlebe:
– Bu sizin yaptığınız düpedüz haraççılıktır,” diyerek zekât toplayan memurları boş çevirdi.
Haberi duyan Resûlüllah, üzülerek “Yazık oldu Sâlebe’ye!” sözünü tekrarladı.
Sâlebe’nin evvelâ, “Zengin olursam her hak sâhibine hakkını vereceğim” diye yemîn edip, sonra da bu kadar değişik tavır göstermesi üerine “Berâe” sûresindeki şu âyet-i kerîme nâzil oldu:”Münâfıklardan bâzıları da mal, mülk verip zengin ettiği takdirde Allah’a daha fazla bağlanıp fakir fukaraya daha çok yardım edeceklerine dair söz verdiler, ne zaman ki Allah onlara bu isteklerini ihsan eder, zengin olurlar; o zaman Allah’a verdikleri sözü unuturlar, cahillik edip fukaranın hakkını vermezler.”
Bu âyet-i kerîme, Sâlebe’nin münâfıklar sınıfına düştüğünü bildirmesi üzerine, akrabalarından biri şiddetli teessüre kapılarak gidip Sâlebe’ye durumu haber verdi ve fukaranın hakkını vererek kendisini münâfıklıktan hemen kurtarmasını istedi.
Bunun üzerine Sâlebe, Resûlüllah Aleyhissalâtü Vesselâm’a müracaat ederek fukaranın hakkını getirdiğini söylediyse de Resûlüllah üzüntülü bir edâ ile:
“Senin verdiklerini alamam artık Sâlebe… Allah Celle ve Alâ men’etti, haydi git!” diye mukabelede bulundu.
Resûlüllah’ın âhirete teşrifinden sonra Hazret-i Ebû Bekir’e müracaat eden Sâlebe, sırasıyla Hazret-i Ömer ve Osman’a da müracaat ettiyse de:
– Resûlüllah’ın almadığını biz nasıl kabûl ederiz?” diye hepsinin reddi ile karşılaştı.
Hazret-i Osman zamanında vefat ederken Sâlebe’nin kulaklarına şu sözler geliyordu:
– Yâ Sâlebe, şükrünü edâ ettiğin az mal, şükrünü îfa edemediğin çok maldan hayırlıdır.
İMAM ŞAFİ HAZRETLERİ VE İLİM HIRSI
…Hadislerden de İmamı Şâfiî’ye işaret çıkaran âlimler, Peygamberimizin şu hadîsini hatırlatırlar: “Kureyş’ten bir âlim çıkacak, yeryüzünü ilimle dolduracaktır.” Bu hadîsin işaret ettiği âlimin İmam-ı Şâfiî olduğu, sonradan açıkça anlaşılmıştır.
Gazze’de oğlu için gereken öğrenim çevresini bulamayan annesi, onu bu mahrumiyet bölgesinden alır, Mekke’ye getirir. Burada geniş ilmî çevrede kısa zamanda kendini yetiştiren küçük Muhammed, dokuz yaşında iken Kur`ânı Kerim’i bütünüyle hıfzeder.
Onbeş yaşına gelince de, fetva vermeye ehil hale gelir. Onun bu kadar küçük yaşta fetva verecek bir makama erişmesinde; ilme karşı duyduğu şiddetli ilgi ve öğrenme merakının büyük hissesi vardır.
İlme duyduğu bu büyük ilgiyi bizzat kendisi şöyle ifade eder: “Bahil bir adam, mal toplamaya karşı nasıl hırs duyarsa, ben de ilme karşı öyle alâka duyuyorum:” Bir diğer sözünde de şöyle der: “Yavrusunu kaybeden anne, oğlunu bulunca nasıl sevinirse, ben de aradığım bir mes’eleyi bulunca öyle seviniyorum.” Böylesine şiddetli arzu ettiği ilimden ne anladığını ise şu kısa cümle içinde özetler: “İlim, öğrenilen değil, yaşanandır. Yaşanmayan ilim, geçmeyen parâ gibidir: Sahibine gerçekte faydası olmaz.”
HIRSIN HAYATLA ÖDENEN BEDELİ
ABD’nin New York şehri, trafik yoğunluğu en çok olan dünyanın belli başlı metropollerinden biridir.
İşte, New York’un bu oldukça hareketli günlerinin birinde şehrin beşinci caddesinde yürüyen bir adama bir otomobil hafifçe çarptı. Bu istenmeyen kazada yayaya bir şey olmamıştı. Otomobilin şoförü yayayla konuştu, özür diledi ve iş tatlıya bağlandı.
Fakat yaya tam düştüğü yerden kalkmaya hazırlanıyordu ki, hadiseyi uzaktan görüp gelen bir aklıevvel, düşen adamın yanına gelerek yerinden kalkmadığı taktirde yaralandığını öne sürerek sigortadan hatırı sayılır miktarda para alabileceğini söyledi.
Bir anda emeksiz kazanacağı yeşil dolarları gözünün önünde canlandıran adam, paranın cazibesiyle doğrulduğu yerden yeniden arabanın önüne yattı.
Araç sürücüsü ise bütün bunlardan habersiz, adamın gittiğini düşünüp, bir an önce hadise mahalinden uzaklaşma isteğiyle arabasını çalıştırıp gaza bastı. Bir anlık hırsa kapılan arabanın altındaki adam, daha ne olduğunu bile anlayamadan hırsının bedelini canıyla ödedi.
YAHUDİ’NİN YALANI
İsa Aleyhisselam vaaz etmek üzere bir köye gidiyordu. Arkasından yetişen bir Yahudi, ona yol arkadaşı oldu. Bir müddet yürüdükten sonra acıktılar. Yol kenarına oturdular. Hazret-i İsa, heybesinden üç ekmek çıkardı. Birini Yahudi’ye verdi, birini kendi yedi, uçucusunu ise tekrar heybesine koyup ibadete başladı. Yahudi, fırsattan yararlanıp kalan ekmeği de yedi.
Hazreti İsa dönünce heybesindeki ekmeğin yok olduğunu gördü. Yahudi’ye sordu, ama o, yeminler ederek görmediğini söyledi. Bunun üzerine İsa Aleyhisselâm, Yahudi’ye bir ders vermek istedi. Toprağı avuçladı. Sonra avucunu açtı. Avucu altın doluydu. Hazreti İsa mucize göstermişti. Yahudi ise altınları ondan nasıl alacağım düşünüyordu.
Hazreti İsa hiç ses çıkarmadan altınlardan bir kısmını Yahudi’ye verdi, bir kısmını kendisi aldı.Kalanını avucunda tutup:
— Son ekmeği kim yedi ise bunu ona vereceğim, dedi. O zamana kadar ekmeği görmediğini, yemediğini iddia
eden Yahudi, hemen atıldı;
— Ben yedim, altınları bana ver.
— Sen dünya malına çok hırs gösteriyorsun. Hırs insana zarar verir. Bütün altınları al, senin olsun. Ama peşimi bırak. Senin gibi bir yalancı ile yolculuk yapamam.
Ve ayrıldı gitti.
Yalnız kalan Yahudi, sevinçten uçuyor, altınlarla oynuyordu. O sırada eşkıyalar bastı. Altınları elinden almak istediler. Yahudi hemen bir kurnazlık düşündü.
— Bu işi kavgasız gürültüsüz halledelim, dedi, aramızda bölüşelim.
Teklif eşkıyaların hoşuna gitti.
— Peki, dediler, bölüşelim.
— Ama önce karnımızı doyuralım. Bir kaç kişi kasabaya gitsin de yiyecek getirsin.
Birkaç kişi yiyecek almaya gönderildi.
Gözlerini altın hırsı bürümüştü. Arkadaşlarım öldürüp altına sahip olmak için yiyeceklere zehir attılar. Yahudi’nin yanında kalanlar da aynı şeyi düşünmüş ve arkadaşlarına pusu kurmuşlardı. Ansızın saldırıp hepsini öldürdüler. Getirdikleri yiyecekleri de bir güzel yediler. Sıra altını bölüşmeye gelmişti. Ama zehir tesirini göstermeye başlamıştı. Az sonra hepsi öldü.
Hazreti İsa köydeki işini bitirip dönerken cesetleri gördü. Üzüntü içinde şunları söyledi:
— Mal ve para hırsının sonu budur işte. Helâl kazançla yetinmeyenler böyle perişan olur. Ey Allah’ım, bizi başkalarının hakkına göz dikenlerden etme…
Bir yakıcı kor. Yüreğe saplanan ateşin mızrak… Yakıp kül eden kezzap. Hırs, kendi eliyle iç dünyayı bir savaş alanına çevirmek, kanlı arenaya döndürmek kalp zeminini.
iblis tahrikçi, nefis yardakçı, ruh mağdur ve mazlum bir halde bu meydanda. His ve duygular birbirine düşmüş, bir iç savaş var artık gönül otağında. Hazin bir çekişme bu, bir iç kıyamet tablosu.
Kendiyle barışık olmayan insanda görülür hırs. Kendini aşamamış insan da. Bu sebepten hayal, akıl, ruh, düşünce dışa yönelir. İçte yenilginin hesabını dışa sorma, içteki mağlubiyet yarasını dışta tedavi etme yönelişidir bu… Tabii ki yanlış bir yönelme yanlış bir muacele.
Hırs kin ve öfkeyi çağırır ardından… Öfke şeytan payandası ona. Aslında bu destek çürük ve küflü. En küçük bir menfaat darbesiyle destek yıkılır ve insan ümitsizliğin zindanlık iklimine tıkılır bir anda.
Efsunlu bir büyü vardır hırsın yüzünde, insanı kendine çeken ve ona zehirli meyveler sunan bir büyü. Yemişlerine bedbahtlık usaresi zerkedilmiştir onun. Sancısı çok sonra çıkar ortaya.
Hırs, yiyip bitirir bütün iyilikleri, sevapları. Hayırlar onun yakıcı ikliminde erir gider. Gözü kör eder, kalbi sefalete düşürür, ahmaklık okuyla zedeler dimağı. Onun için hırsın girdiği bir dünyadan basiret çıkar. Onun karanlık gölgesi düşünce, ruha cömertlik, hoşgörü diğergâmlık gibi insanî hasletler elini eteğini çekerler o iklimden tıpkı dünyayı terk eden ışık huzmeleri gibi. Işığın olmadığı yerde karanlığın zifiri renginden başka ne kalır ki?
–