“Hadis Usulü”ne laf söyleyen sirk cambazına cevap

   Ümmet, siyonist baskı altındaki “Gazze”yi düşünürken, “Uygur Türkleri”nin derdi ile dertlenirken, ülkemiz “güneyde terörstleri temizlemenin” hesaplarını yaparken, dış hücumlar ile mücadele edilirken; İstanbul fethedilmeden önce papazların meleklerini cinsiyetini tartıştığı gibi birileri de Ümmetin gündemini İslam’ın temellerini tartışmaya çekmek, hatta “Adem (Aleyhisselam)ın babasının olduğu” kadar saçma (ve Kur’an’a aykırı) iddiaları ortaya atmak suretiyle dikkatleri İslam coğrafyasından kaçırmak ve ümmeti kendi içinde oyalamak için uğraşıyor.

   Ülkemizde kuyuya taş atanların başını çeken adamın biri şöyle diyor:

   “Hadis usulü, yalan söyleme usulüdür”

   Şahsın resmini koymaya ve ismini dahi almaya tenezzül etmedik. Birilerinin hesabına konuştuğu için resimdeki görsel en uygun olanıydı…

    Konuyla alakalı birçok hocaefendi tepki verirken Soner Duman Hoca’nın şu kısa yazısı ile iktifa edelim:

SONER DUMAN HOCA:

   Günümüzde sünnete karşı eleştirel yaklaşanların diline doladığı hususlardan birisi de şudur:

“Tarih boyunca hadis rivayetlerinin sahih olanını olmayanından ayırt etmek üzere geliştirilmiş bulunan hadis usulü, bu işi yapabilecek bir ilim dalı değildir.”

Eleştiride sınır tanımayan kimileri meseleyi daha da ileri götürerek bu ilim dalının “yalan söylemenin usulü” olduğu düşüncesini bile dile getirebilmişlerdir!

Önce bir gerçeği ifade edelim:

“Hadis usulü” adını verdiğimiz usul, bir ilim dalı ve yöntem olarak elbette beşer aklının ürünüdür, ictihadîdir. Dolayısıyla da “eleştirilemez” değildir.

Hadisçilerin geliştirdiği bu usulün, hadislerin sahihini sakiminden ayırt etmede yeterli olup olmadığı öteden beri tartışılmıştır. Söz gelimi ehl-i reyin lokomotifi konumunda bulunan Hanefîler, ehl-i hadis tarafından geliştirilen metodolojinin “gerekli” ama “yetersiz” olduğunu ileri sürmüş, bunun yanında başka hadis tenkid yöntemlerini uygulamanın gerekli olduğunu belirterek manevî inkıta’ kavramını geliştirmişlerdir.

Mâlikîler de hadisin senedi üzerinde odaklaşan sistemin tek başına hadisin sıhhatini garanti etmediğini, buna “Medine ehlinin ameline uygun olmak” gibi bazı kriterlerin eklenmesi gerektiğini belirtmişlerdir.

Durum böyle olmakla birlikte 12 asırlık ilim geleneğimizde hiç kimse hadis usulünün gereksizliğini ileri sürmediği gibi yine hiç kimse bu usulü, “yalan söylemenin usulü” olarak nitelememiştir.

Hadis usulü, bir rivayetin doğruluğunu onu rivayet eden şahıslar üzerinde inceleme-araştırma yaparak belirlemeye odaklanmış, “isnad merkezli” bir yaklaşım tarzıdır. Elbette bu usulün râvî ya da rivayetin ötesinde bizzat mervî’ye (yani rivayete konu olan hususa) ilişkin de geliştirdiği yöntemler bulunmaktadır. Şu var ki usul, pergelinin sabit ayağını hadisin senedi üzerine dayamıştır.

Nakle dayalı bir bilginin doğruluğunu test etmenin ilk adımı, o sözü nakledenlerin “güvenilirlik” ve “hafıza” durumlarının kontrol edilmesinden başka ne olabilir ki? Kur’an bize bir fâsık haber getirdiğinde bunu araştırmamızı emretmiyor mu? O halde hadisçilerin ortaya koyduğu usul, Kur’an’ın söylediğini pratiğe yansıtmaktan başka ne olabilir ki?

Buraya kadar anlattıklarımızdan şu sonuç ortaya çıktı: Ehl-i hadis, “hadis usulü” adı verilen ilim dalını ortaya koymuş ve bu yöntemi hem “gerekli” hem de “yeterli” görmüştür. Buna karşılık başını Hanefîlerin çektiği ehl-i rey, hadis usulünün “gerekli” ama “yetersiz” olduğunu düşünerek bu kriterlere başkalarını da eklemişlerdir.

Bu başka bir şey, hadis usulü adı verilen ilmi “gereksiz” ve hatta “yalan söylemenin usulü” olarak nitelemek başka bir şeydir.

Gerçek şu ki “hadis usulü” İslam ümmetinin yüz akıdır. Dünya tarihinde hiçbir kültür ve medeniyette eşi ve benzeri görülmemiş bir faaliyettir. Bu faaliyet neticesinde hadisleri rivayet eden yüz binlerce râvi hem güvenilirlik hem de hafızalarının sağlamlığı bakımından tek tek elden geçirilmiş, ilk üç neslin sicil kayıtları tutulmuş, “rical ilmi”, “cerh-tadil”, “tabakat” gibi muazzam ilim dalları ortaya çıkmıştır. Eğer ilk nesiller hakkında bir bilgiye sahipsek bu, hadislerin korunması konusundaki bu titizliğin sonucudur.

Elbette insanlar üzerinde değerlendirme yaparken sübjektif / yanlı hükümler verilmiş, elbette cerh ve tadili bir silah gibi kullanarak muteber bazı âlimlere leke sürülmeye çalışılmıştır. Ama bu durum, bütün bir sistemin bu şekilde olduğunu göstermez. Sistemlerin yetkinliği kötü uygulama örneklerine dayandırılamaz.

Kötü öğrenciler var diye okulları kapatalım mı?

Kötü şoförler var diye araba kullanmayı yasaklayalım mı?

Kötü evlilikler var diye evlenmeyi boş verelim mi?

Dünyanın hiçbir kültür ve medeniyeti, kendi değerlerinin naklini bu şekilde bir koruma ve kayıt altına almamıştır. Bugün tarihe dair bildiklerimizin en güçlüleri, bizim hadis usulümüzdeki en zayıf rivayet kadar bile değerli değildir. Konfüçyüs’ten, Tao’dan, Aristo’dan, Platon’dan, Büyük İskender’den, Sezar’dan bir söz ya da durumu nakledenler bunu hangi bilgiye, belgeye, senede dayalı olarak naklediyor? Raviler kim? O raviler güvenilir mi değil mi?

Eğer hadis usulünü güvenilmez buluyorsanız, geçmişe dair hiçbir nakle güvenmeyeceksiniz demektir. O takdirde yerine koyacağınız şey nedir? Sizin ortaya koyduğunuz şeyin rivayet malzemesini ayıklamada doğru sonuç vereceğinin bir garantisi var mı? Ümmete mâl olmuş bir ilmi terk edip sizin görüşlerinizi benimsememizi gerektiren şey nedir?

Eğer hadis usulünü “yalan söylemenin usulü” olarak niteliyorsanız “Allah Resûlü’ne yalan bir söz isnad edilmesin” diye gecesini gündüzüne katarak bu usulü geliştiren ve uygulayan ümmetin on binlerce âlimi “kollektif bir şekilde Allah Resûlü adına yalan uydurma” faaliyeti içerisinde görüyorsunuz demektir. Şahsım adına ben, böyle bir iddiada bulunarak âhirette bu âlimlerle hesaplaşmayı asla göze alamam!

Rabbimiz bu görüşleri dile getirenler de dâhil olmak üzere kendini “İslam ümmetinden” gören cümlemize insaf, iz’an, şuur versin. Bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltmesin. (Soner Duman)

www.ihvanlar.net

PAYLAŞ
Etiketler