Mütevâtir ve Âhâd Hadis ne demektir? ve Hükümleri nelerdir?

(Mütevâtir, Âhâd, Sahîh, Hasen ve Zayıf Hadisler)

İslamî ilimlerin oluşum ve gelişimi gözden geçirildiğinde, Hz. Peygamber Efendimiz’in sünnetiyle ilgili çalışmaların başlıca iki alanda temerküz ettiğini söylemek mümkündür. Bunlar sünneti tespit ve muhafaza çalışmaları ile mevcut sünnet birikimini anlama, yorumlama ve hayatın muhtelif alanlarına tatbik çalışmalarıdır.

Sünneti tespit ve muhafaza çalışmaları, muhaddislerin öncülüğünde İslam’ın ilk yıllarından itibaren yürütülmüş, kendi içinde sistemli biçimde muhtelif dallara ayrılarak geniş bir alana yayılmıştır. Sünnetin tespiti açısından bakıldığında, bu alanda yapılan çalışmalar her ne kadar ilk yüzyıllarda tamamlanmış olsa bile, sonraki yüzyıllarda doğan ihtiyaçlara paralel olarak, özel alanlara (tahricü’l-hadis alanı gibi) kaymak suretiyle olsa da, günümüze kadar varlığını korumuştur.

İkinci alanda icra edilen çalışmalar, kendi içinde tutarlı ve sağlam bir anlam projesi üzerinden Tefsir, Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf gibi hemen bütün İslamî ilimleri kapsamaktadır. Mevcut hadis birikimi, ayetleri tefsir eden müfessir için ne ifade ediyorsa, bir fakîh, bir mütekellim ve bir sûfî için de aynı değeri ifade etmiş, anılan ilimlerin sistem ve teferruatının oluşumunda hadisler daima etkin bir mevkie sahip olmuştur.

Hadisleri tespit ve muhafaza çalışmaları ilk yıllarda yoğun olarak hadisleri zapt (zapt-ı sadr ve zapt-ı kitap) faaliyeti olarak tezahür etse de, sonraki dönemlerde hadislerin belli kıstaslara göre tasnifi de ilgili çalışmalar içinde önemli bir yer işgal etmiştir. Özellikle hicrî üçüncü (ve kısmen dördüncü) yüzyılda bu nevi tasnif çalışmalarında bir artış görülmüştür.

Bu dönemde hadisler, sübût mertebesine göre Sahih, Hasen ve Zayıf olmak üzere başlıca üç kısma ayrılmıştır. Nitekim dönemin bazı hadis imamları sadece sahih hadislerden oluşan kitaplar telif etmişlerdir. Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim bunlar arasından ilk akla gelen örneklerdir. Yine bu dönemde sahih, hasen ve zayıf hadislerin hepsini içeren ve daha çok fıkhın temelini oluşturan hadisleri toplama gayesiyle kaleme alınan “Sünen” tarzı kitaplar telif edilmiştir. Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Nesâî’nin sünenleri bunların ilk akla gelen örnekleri sayılabilir.

Aynı dönemde özellikle usul ve kelam tartışmaları bağlamında hadislerin Mütevatir ve Âhâd olmak üzere ikili bir taksime tabi tutulduğuna şahit olunmaktadır.

Bu yazıda hadis tarihinde geliştirilen bu tasniflerden, belirtilen bu iki tasnif ele alınacaktır. Bu meyanda önce Mütevatir ve Âhâd, sonra Sahih, Hasen ve Zayıf hadisler ana hatlarıyla ele alınacaktır. Yine bu yazıda söz konusu hadislerin gerek tariflerine gerekse hükümlerine ağırlıklı olarak muhaddislerin perspektifi esas alınarak temas edilecektir.[1]

Hadislerin Mütevatir ve Âhâd diye ikiye taksimi temelde rivayetlerin tarik/varyant adedi ile alakalıdır. Sahih, Hasen ve Zayıf diye üçe taksimi ise hadislerin metin ve senet durumuna bağlı olarak güvenilirliğiyle alakalı bir taksimdir. Bu bakımdan söz konusu iki taksim aslında birbirinden ayrı ve bağımsız taksimlerdir. Bu taksimlerde zikredilen kısımlar da aynı maksime/küllîye ait kısımlar değildir.

Ancak konuya başka açıdan bakarak bu taksimleri birbirlerine eklemek de mümkündür. Şöyle ki, önce hadisleri tarîk adedine göre Mütevatir ve Âhâd diye ikiye taksim edip daha sonra Âhâd hadisleri de metin ve sened durumuna bakarak Sahih, Hasen ve Zayıf diye üçe taksim etmek mümkündür. Bu son taksim şeklini esas alarak konuya ilgili hadis kavramlarının tarifleriyle girelim.

Mütevatir Hadis
   Sözlükte bu kelime, peş peşe gelmek, ard arda olmak anlamına gelen “tevatür” kelimesinden türemiş bir sıfat ismidir. Kelime “arka arkaya gelen” anlamında kullanılır.[2] Araplar yağmur sağanağını ifade için “tevâtera’l-mataru” ifadesini kullanırlar.

   Bir terim olarak mütevâtir kelimesi, örfen, yalan üzerinde söz birliği etmiş olmalarına ihtimal verilemeyecek sayı ve keyfiyeti haiz kimselerin/topluluğun rivayet ettiği haber manasındadır. Biraz daha tafsilata inecek olursak şöyle diyebiliriz. Mütevâtir haber, kaynağından itibaren her tabakasında kalabalık gruplar tarafından rivayet edilen ve rivayet edenlerin söz konusu haberi uydurduklarına âdeten/normal şartlarda imkan verilemeyen haberlerdir. Burada şunu da ifade edelim ki, bir haberin mütevatir olabilmesi onun muhtevasıyla da alakalı bir husustur. Haberin muhtevası hissî/duyusal olmalı, bir iş ya da oluş bildirmelidir.[3] Bu bakımdan Allah’ın varlığı, birliği, kemal sıfatları, âlemin sonradanlığı gibi insan his ve müşahedelerinin ötesinde olan aklî önermelerde tevatürden bahsedilemez. Nitekim Kelam kitaplarımızın bu konulara hasredilen ilk bahislerinde hadislerle ihticac edilemeyip yoğun aklî istidlallere yer verilmesi de bununla alakalıdır.

Usulcüler bir haberin mütevatir olabilmesi için genelde dört şart ararlar:[4]

· Haberi nakleden râviler çok olacak

· Bu çokluk senedin bütün tabakalarında bulunacak

· Genel tecrübe (âdet) bu çokluktaki râvîlerin ilgili haberi uydurmuş olabileceklerine ihtimal veremeyecek

· Her bir râvî haberi kaynağından bizzat kendisi duymuş olacak

Mütevâtir Hadisin Kısımları
Mütevatir hadisin lafzî ve manevî olmak üzere iki kısımda mütalaa edildiği bilinen bir husustur. Şöyle ki, bir hadisin lafzı üzerinde tevatür oluşursa buna “Mütevatir-i Lafzî” denir. Muhaddisler, Hz. Peygamber Efendimiz’den –aynı lafızla[5]- yetmiş küsur sahabî aracılığıyla nakledilen “Her kim kasıtlı olarak benim söylemediğim sözü bana isnat ederse cehennemde oturacağı yeri hazırlasın.” hadisini bu kısma dâhil görür[6].

Bazen hadisin lafzı âhâd olmakla beraber manası mütevatir olabilir. Yani bir konu hakkında muhtelif münasebetlerle birçok sahabî tarafından çeşitli hadisler rivayet edilir. Bazen lafız itibarıyla birbirlerinden farklı olan bu rivayetlerin ortak bir noktası bulunur. Mesela Allah Resulü’nün dua sırasında ellerini kaldırdığına dair bu yönde mütevatir haberler bulunmaktadır. Her biri farklı hadiseleri anlatsa da, sonuçta Allah Resulü’nün dua sırasında ellerini kaldırdığını haber veren yaklaşık yüz civarında hadis bulunmaktadır.[7] İşte her ne kadar lafızları farklı olsa da ortak noktaya temas itibarıyla bu rivayetler tevatür derecesine varabilir. Bu nevi rivayetlere “Mütavatir-i Manevî” denir. Büyük muhaddis İbn-i Hacer, şefaat, havz-ı kevser ve ru’yetüllah gibi konularda farklı bağlamlarda ve muhtelif lafızlarla nakledilen hadislerin tevatür derecesine vardığını ifade etmektedir[8]. Ne var ki, lafızlarında ittifak olmadığı için bu tür mütevatir hadislerin sadece mana itibarıyla mütevatir olduğu bildirilmiştir.

Son dönem muhaddis ve fakihlerinden Enver Şâh el-Keşmîrî’nin bu konuyla ilgili taksimi hem daha geniş hem daha derinliklidir. el-Keşmîrî mütevatir haberleri anlatırken önce “Mütevatiru’l-İsnad”dan bahseder. Bu, muhaddislerin senedlerini sayarak tespit ettiği mütevatir haberlerdir. Yukarıda Allah Resulü’ne asılsız söz isnad etmeyle ilgili hadis buna misal olabilir. Daha sonra “Mütevatiru’t-Tabaka”dan bahseder. Kuran-ı Kerim’in rivayeti bu yolla tevatür etmiştir. Yani ümmet-i Muhammed Kuran-ı Kerim’i, Allah Resulü’nden itibaren sayı ve senede gelmeyecek kalabalıkta tabakadan tabakaya/kuşaktan kuşağa nakledegelmiştir. El-Keşmîrî bu ikisinin yanında bir de “Mütevatirü’l-Amel ve‘t-Tevarus”tan söz eder. Namaz, oruç gibi başlıca ibadetler ve bunların başlıca rukünleri yine Allah Resulü’nden itibaren kalabalık kitleler tarafından amel/uygulama olarak tevarüs edilmiştir.[9] El-Keşmîrî’nin talebeleri ve eserlerinden faydalanan birçok Hind muhaddisi bu üç kısmın yanında –yine el-Keşmîrî’nin beyanlarına dayanarak- bir de “Mütevatir-i Kadr-i Müşterek” kısmını zikrederler[10]. Bu kısım yukarıda “Mütevatir-i Manevî” adıyla zikrettiğimiz kısmın aynısıdır.

Mevcut hadis mecmuaları içinde mütevatir sayılabilecek mahiyette hadisin bulunup bulunamayacağı konusu gerek geçmişte gerekse günümüzde tartışma konusu olmuştur. Eskilerden İbnü’s-Salah, bu mahiyette bir hadisi bulmanın çok zor olduğunu ifade eder ve buna ancak Hz. Peygamber Efendimiz’e asılsız söz isnad etmeyle ilgili yukarıda da zikrettiğimiz hadisin misal olabileceğini söyler. İbn-i Hacer el-Askalânî, İbnü’s-Salâh’ın bu görüşünü tenkit etmiş ve bunun hadis sened ve ricaline dair inceleme ve bilgi eksikliğinden kaynaklandığını ifade etmiştir. İbn-i Hacer, ilim ehlinin ellerinde tedavül eden ve müelliflerine nispeti sahih olan meşhur hadis mecmualarının ittifakla rivayet ettiği ve yukarıda belirtilen ölçülerde çokça tarîki/varyantı bulunan hadislerin bulunabileceğini ve hatta bunun meşhur hadis mecmualarında çok denebilecek kemmiyette olduğunu ifade etmiştir. Nitekim birçok muhaddis mütevatir hadisleri toplamak üzere hususi telif çalışmalarına girişmiş ve en son el-Kettânî örneğinde olduğu gibi bu alanda ortalama üç yüz civarında hadis tespit etmişlerdir.[11]

Ancak daha sonraki dönemlerde birçok muhakkık alim[12] İbnü’s-Salah’la İbn-i Hacer arasındaki bu görüş farkını lafzî bulmaktadır. Onlara göre İbnü’s-Salah’ın bulunması zor dediği mütevatir hadisler lafzî mütevatirlerdir. İbn-i Hacer’in çokça bulunabileceğini ifade ettiği hadisler ise manevî mütevatirlerdir. Şu halde maksatları farklı olduğundan aradaki görüş ayrılığı manada değil sadece ifade biçimindedir. Zaten el-Kettânî’nin zikri geçen kitabında yer alan hadislerin çoğu bizzat müellifinin beyanıyla ma’nen mütevatirdir.

Yalnız konuya dair günümüzdeki tartışmalar maksadı ve keyfiyeti itibarıyla önceki tartışmalardan hayli farklıdır. Bir defa bu konuyla alakalı günümüz tartışmaları, biraz sonra anlatacağımız üzere kat’îlik bildiren rivayetler olarak mütevatir haberlerin bulunamayacağını ispata yöneliktir. Mütevatir haber bulunamayacağını savunanlar, ağırlıklı olarak Fıkıh ve Akaid gibi İslamî ilimlerde yer alan hükümlerle ilgili şüphe uyandırmak amacıyla bu fikri savunmakta ve modern dönem insanı için bağlayıcı dinî hükümleri azaltmak adına ellerinden geldiğince mütevatir haberin şartlarını zorlaştırmaktadırlar. Ayrıca keyfiyet ve üslup olarak da günümüz tartışmaları eskilerinden ayrılmaktadır. Günümüzde bu tartışmalar kafa karışıklığına yol açacak biçimde, ekseriya spekülasyonlar üzerine kurulu ve İslam dışı bir bakışla yapılmaktadır.

Ayrıca kadim muhaddisler Mütevatir-i Lafzî ile Mütevatir-i Manevî arasında sadece tevatürün vuku ciheti haysiyetinden ayrıma gitmişlerdir. Yoksa hüküm olarak bu iki kısım arasında bir fark bulunmadığı çok açıktır. Onlara göre ister lafzî olsun ister manevî olsun bütün mütevatir haberler katîdir ve yakîn ifade ederler. Şu halde kadim muhaddislerin, lafzî mütevatirin bulunmadığı ya da çok az bulunduğu yönündeki görüşleri, mütevatirin hükmü ve buna bağlı olarak tevatürle sabit birçok dinî hüküm açısından genel çerçeveye ters düşmemektedir. Oysa günümüzde mütevatir hadisin bulunamayacağını savunanlar aslında katîlik bildiren hadislerin bulunamayacağını savunmakta ve bunun üzerinden tevatürle sabit birçok konu üzerinde şüphe uyandırmaktadırlar. Bu bakımdan onların İbnü’s-Salah ve benzerlerini referans olarak kullanması, ilmî usullerle de ilim ahlakıyla da örtüşmeyen bayağı bir çarpıtmadan başka bir şey değildir.

Mütevâtir Hadisin Hükmü: Râvîlerinin yalan üzerinde sözbirliği yapmış olma ihtimali bulunmadığından mütevatir hadislerin gerçekliğinden şüphe duyulamaz. Bu bakımdan mütevatir haberler muhtevalarına dair kat’î bilgi ifade etmekte, ifade ettikleri hükme tereddütsüz iman etmek gerekmektedir. Bu hadislerin muhtevasını inkar etmek, bunları bizzat Allah Resülü’nün ağzından duyup da inkar etmek anlamına gelir. Bu Hz. Peygamber Efendimiz’i yalanlamaktır, küfürdür.[13] Bu konuda Lafzî Mütevatir ile Manevî Mütevâtir arasında bir fark bulunmamaktadır[14]. Zira mütevatirin bu her iki kısmında da yalan söylemiş olma ihtimali bulunmayan kalabalık bir kitle yer almaktadır.

Bu iki kısım arasındaki farkı günlük hayatımızdan bir misalle şöyle anlatabiliriz. İstanbul’un bir muhitinde büyük bir yangın olduğuna dair bize toplamda kalabalık bir kitle oluşturacak sayıda ayrı ayrı kimselerden haber ulaştığını iki şekilde düşünebiliriz.

Birincisi, söz konusu kimseler ayrı ayrı bize gelirler ve sadece ilgili muhitte yangın olduğunu bildirirler. Bunlarla olan diyalogumuz münhasıran ilgili yangın üzerinedir.

İkincisi, söz konusu kimseler yine bize ayrı ayrı gelirler ve bu defa kimi mesela ilgili muhitte bir arkadaşının yanına uğradığını o sırada yangın olduğunu söyler, kimi ilgili muhitten geçmekte iken yangına şahit olduğunu söyler, kimi zaten ilgili muhitte oturmaktadır ve söz konusu yangından bahseder. Ama sonuçta her birisi birbirlerinden bağımsız olarak o gün yaşadıklarını anlatırken bir vesileyle aynı yangından söz ederler.

İşte burada da kalabalık bir kitlenin ortak bir noktada kesiştiğini görüyoruz; o da söz konusu muhitte olan yangındır. Bizim olaydan haberdar olmamızla alakalı veya haberin bize ulaştırılmasıyla alakalı bu iki tarzın birincisi Mütevatir-i Lafzî’yi, diğeri Mütevatir-i Manevî’yi temsil etmektedir. Şimdi gerek birinci suretle gerekse ikinci suretle bize bu yönde bir haber ulaştığında ilgili muhitte yangın olduğuna dair kafamızda nasıl bir şüphe ve tereddüt olmazsa, aynı şekilde ama lafzî olsun ama manevî olsun Allah Resûlü’nden bize nakledilen mütevatir haberlerde de, acaba Allah Resulü böyle bir şey demiş midir, dememiş midir; ya da böyle bir şey yapmış mıdır, yapmamış mıdır, şeklinde en ufak bir şüphe ve tereddüd olmaz.

Âhâd Hadis
Âhâd kelimesi “bir” anlamına gelen “ehad” kelimesinin cemisidir. Istılahta bu kelime, haber-i vâhid manasında kullanılır. Haber-i vâhid, tevatür mertebesine varmayan hadisler demektir. Tevatürde aranan şartlar kendisinde bulunmayan hadislere genel olarak Haber-i Vahid, Haber-i Âhâd ve Âhâd Haberler gibi isimler verilir. Buna göre râvî sayısı, ilk tabakadan itibaren, yalan söyleme ihtimallerini ortadan kaldıracak kesrete ulaşmayan haberler her ne olursa olsun Haber-i Vahid’dir. Çoğunluk hadis mecmualarında bir veya birkaç senetle nakledilen hadisler hep Haber-i Vâhid’dir.

Âhâd Hadisin Hükmü: Âhâd hadisler, senetleri makbul olmak şartıyla zann-ı gâlip ifade ederler, yakîn bildirmezler. Sahih senetle naklolunsa bile, senetteki râvîlerin yüzde bir de olsa yalan söylemiş ya da sözü yanlış anlamış olma ihtimali vardır. Bu sebeple teorik olarak âhâd hadislerin yakîn bildirmediği görüşü Ehl-i Sünnet âlimlerinden kabul görmüştür. Bu bakımdan genelde âhâd hadislerin, sahih olsalar bile kelam alanında huccet olarak kullanılamayacağı hususu da hemen bütün kelamcılar tarafından kabul edilmiştir.

Burada şunu da ifade etmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Âhâd hadislerin Kelam kitaplarında huccet olarak kullanılmaması, muarızları ilzamla alakalı bir durumdur ve bu tutum kelamcıların tamamıyla münazara ve cedel şartlarına riayet etme hassasiyetini göstermektedir. Tartışmada, yüzde bir dahi olsa içine şüphe karışan bir delille muarızı ilzam edemezsiniz, o kimse görüşünüzü kabullenmemek ya da kendi fikrine sahip çıkmak adına söz konusu şüpheyi bir fırsat olarak kullanmak isteyecektir. Bu sebeple itikat esaslarının ağırlıklı olarak aklî ve cedelî/diyalektik yöntemlerle ele alındığı Kelam ilminde haber-i vahidler de haliyle huccet olarak kullanılamazlar. Ancak normal şartlarda bir müminin Allah Resulü’nün hadisleri karşısındaki tavrı bu olmamalıdır. Her bir mümin, usul-i hadis ve usûl-i fıkıh ilimlerinde ortaya konan sened ve metinleri değerlendirme yöntemlerine bağlı olarak âlimler tarafından tenkid edilmemiş âhâd hadisleri kabul etmek, muktezasınca hareket etmek mecburiyetindedir. Aksi bir tavrı Müslüman sağduyusu zaten kaldıramaz.

Bugün kelamcıların tutumunun günümüz modernist İslamcıları tarafından istismar edildiğini görüyoruz. Bunlar, âhâd hadisler itikatta huccet değildir, söyleminin arkasına sığınarak birçok dinî mesele üzerine şüphe uyandırmakta, ilgili söylemin ne manada ve hangi sâikle söylendiği yönündeki hakikatleri gözden kaçırarak Müslümanlarda kafa karışıklığına yol açmaktadırlar.

Modernist kesime yönelttiğimiz bu tenkitlerle kesinlikle önümüze gelen senedi sahih her âhâd rivayeti itikadımızı belirleyeceğimiz yegane delil olarak görmemiz gerektiğini savunmuyoruz. Bunu savunmadığımızın ve savunmaya da ihtiyacımızın bulunmadığının en büyük teminatı da Usul-i fıkıh ve Kelam tarihinde muhakkık âlimlerin rivayetlerin kabul ve red ölçülerine dair ortaya koydukları sübût, delalet ve istinbat sistemidir. Nitekim bu sistem dahilinde senedi sahih bile olsa bazı rivayetler ne itikad ne de fıkıh alanında delil kabul edilmemiş, makul sebeplerle tenkit edilmiştir.

Burada şunu da ifade edelim. Birçok muhakkık âlim, karinelerle desteklenmesi durumunda haber-i vâhidlerin de (haber-i vâhid muhteff bil-karâin) yakîn ifade edeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu bakımdan ümmetin/âlimlerin ihtilafsız kabul ettiği bazı âhâd hadisler yakîn ifade ederler. Âlimlerin bu gibi hadisleri ihtilafsız kabul etmeleri onların gerçekte sabit olduğunu gösteren önemli bir karinedir. Nitekim “Vârise vasıyyet yoktur.” hadisi -mütevatir olduğunu düşünen âlimler bir yana- seleften halefe bütün müctehidlerin kabul ettiği ve gereğince hükmettiği bir rivayet olması bakımından kat’î bilgi ifade etmektedir.[15]

Hadislerin metin ve sened durumu itibarıyla başka bir taksime tabi tutulduğunu daha önce belirtmiştik. Bazı hadislerin senedleri külliyen sika râvilerden oluştuğu halde, bazı hadislerin senedlerinde sika olmayan kimseler bulunabilir. Bu durumu göz önünde bulunduran muhaddisler hadisleri Sahih, Hasen ve Zayıf olmak üzere üç kısma ayırmışlardır. Aşağıda bu hadislerin her birinin tarifi verilecektir.

Dipnotlar

[1] Bu yazıda özellikle kaynak belirtilmeyen yerlerde eski kaynaklardan, hadis ilimlerine ait birikimi en sıhhatli biçimde ele aldığını düşündüğümüz Şerhu Nuhbetü’l-fiker, Tedrîbü’r-râvî, Zaferu’l-emânî gibi eserlerden faydalanılmıştır. Yeni kaynaklardan üslûb ve derlemedeki üstün mahareti sebebiyle Mahmut et-Tahhan’ın Teysîru Mustalahi’l-Hadis isimli eseri ağırlıklı kaynak olarak kullanılmıştır. Makalede yer alan meselelerle ilgili daha geniş malumat isteyenler zikredilen eserlere müracaat edebilirler.

[2] Kelimenin, bir zaman aralığıyla birbiri ardına gelmek anlamına geldiği de lügatçiler tarafından ifade edilmiştir. Anılan lügatçilere göre söz konusu şeylerin tek tek gelmesi kadar gelişleri arasında bir fetret, zaman aralığı olması da gerekmektedir. Bkz., el-Kettânî, Nazmu’l-mütenâsir s. 11; el-Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar, c. 1, s. 108.

[3] el-Askalânî, Şerhu nuhbetü’l-fiker, s. 169.

[4] el-Leknevî, Zaferu’l-emânî, s. 36-38. el-Leknevî belirtilen yerde bunlara ilaveten, bazı muhaddis ve usulcülerin ileri sürdüğü iki şarttan daha bahsetse de bu şartlar muhaddislerin geneli tarafından kabul görmediğinden burada onları zikretme ihtiyacı duymuyoruz.

[5] el-Irâkî zikredilen hadisin aynı lafızla yetmiş küsûr sahabi tarafından rivayet edildiğini bildiriyor. Fakat Allah Resulü’ne asılsız söz isnad etmeyle ilgili genel anlamıyla yüz civarında sahabînin rivayeti bulunduğu da ayrıca bildirilmiştir. Bkz., es-Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî, c. 2, s. 104. el-Leknevî’nin ifadeleri de aynı istikamettedir. Bkz., Zaferu’l-emânî, s. 54. Biz mütevatir-i lafzîye misal verdiğimiz için burada yetmiş küsur sahabi tespitini esas aldık.

[6] Nazmu’l-mütenâsir, s. 40-50.

[7] es-Suyûtî, Tedrübü’r-râvî, c. 2, s. 106.

[8] Zaferu’l-emânî, s. 49.

[9] el-Keşmîrî, İkfâru’l-mülhıdîn, s. 5.

[10] Şebbîr Ahmed el-Osmânî, Fethu’l-mülhim bi şerhi Sahihi’l-İmam Müslim, c. 1, s. 25.

[11] el-Kettânî mezkur hadisleri “Nazmü’l-mütenâsir fi’l-hadisi’l-mütevatir” adını verdiği müstakil bir kitapta toplamıştır.

[12] Molla Ali el-Kârî ve Abdulhayy el-Leknevî bunlardandır.

[13] Burada şunu da ifade etmeliyiz. Mütevatir rivayetlerle bize ulaşan bilgilerin muhtevası kapalı olur da lügavî şartlara göre tevile ihtimali bulunursa burada bir tafsil bulunmaktadır. Eğer bir kimse bu rivayetleri kökten inkar ederse bu küfürdür. Ancak bu rivayetlerin sübutuna kail olduğu halde sadece makul teville mana ve muradının başka olduğunu iddia ile zahir manayı reddederse bu küfür olamaz. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., el-Keşmîrî, İkfâru’l-mülhıdîn, s. 9.

[14] Şerhu Nuhbeti’l-fiker, s. 179, 180; Zaferu’l-emânî, s. 39; Muhammed Hasan Can, Ahsenü’l-haber fî mebâdî ilmi’l-eser, s. 22.

[15] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., el-Kevserî, Makâlâtü’l-Kevserî, s. 62.

PAYLAŞ