Sarhoş Deyip Geçmeyin. Ahmed b. Hanbel kıssası hakkında

SARHOŞ DEYİP GEÇMEYİN!

Dün itibariyle İlahiyat’tan hocam olan bir büyüğümün paylaştığı, Ahmed b. Hanbel hazretleriyle ilgili bir menkıbeyi/hikâyeyi ben de ibretli bulup dostlarımla paylaşmıştım.

Menkıbede, Ahmet b. Hanbel’in zindana götürülürken, önüne çıkan bir sarhoşun, ona takılarak; “sakın yediğin kırbaçlardan dolayı ölsen de dâva’ndan dönme; ben dahi içki içmemden dolayı yediğim kırbaçlarla sarhoşluktan vazgeçmedim” dediği ve İmam Ahmed (r.a.)’in, alim dostlarının, “görüşlerinden vazgeçtiğini söyleyiver de kırbaçtan kurtul” telkinlerine karşın, bir sarhoşun öğüdü sayesinde tavizsiz duruşunu koruduğu anlatılıyordu.

Kendini sevip saydığım ve geçmişe yönelik tatlı anılarımız olan, yıllarca yaptığı vaizlik görevinden sonra Müftü Yardımcılığından emekli olan bir Abiyim, sağ olsun, aramızdaki saygı ve güvene dayanarak,Ahmet Hanbel gibi büyük bir alimin, sarhoştan etkilendiğini anlatan bir hikâyeyi paylaşmanın doğru olmadığı uyarısında bulunmuş. Samimiyet ve iyi niyetinden dolayı kendisine teşekkür ediyor, gıyabi dualarımı iletiyorum. Bu değerli Abiyime spontane hazırladığım cevabı kayda değer bulduğumdan, siz değerli dostlarla da paylaşmayı uygun gördüm. Hem ola ki, başka itirazlar da vaki ola!..😊

Cevabım şöyledir:

Sevgili Abiyim, söz konusu hikâye, İlahiyatta hocamız olan ve son derece saygı duyduğumuz, müdekkik bir alimden bana gelmiştir. Bu söylediğiniz sakıncayı ben de düşünmedim değil, ama insan ne kadar büyük de olsa acizdir. Bazen, sinekten, böcekten, vahşi bir hayvandan da ibret alabilir. Dolayısıyla insan, alim de olsa, bir sarhoştan da ibret alabilir.

Bir “fabl”da anlatıldığı üzere, bazen aslan kendini kurtaramaz da onu bir fare kurtarır. Hani, aslan, fareyi ininde yakaladığında affedip hayatını bağışlamıştı. Bir gün de aslan kendisi avcıların tuzağına düşüp ağa takılmıştı. Uzaktan onu gören fare koştu geldi aslana ve “ipleri keseyim istersen” dese de aslan gururuna yediremeyip, “sana ihtiyacım yok, ben bu işi gücümle hallederim!” der. Aslan, ağın içerisinde bütün gücüyle bir o yana bir bu yana kükreyip hücum etse de çaresiz… Bunu gören fare, “gücünün fayda vermediği yerde, iyiliğin ve mürüvvetin fayda verir” der ve başlar ağı doğramaya.  Saniyeler içerisinde fare, keskin dişleriyle ağı parçalayıverir. Ve aslan hürriyetine kavuşup fareye teşekkür eder ama, şöyle demekten de kendini alamaz:

“حقا إن الصغير قد يستطيع ما لا يستطيعه الكبير” = “Hakikat şu ki; gerçekten, küçük, bazen büyüğün güç yetiremediğine güç yetirir.[1]

İbret veren şeylerde, dini temellere aykırılık olmadığı sürece hikâyeye çok takılmayız.

Kur’an-ı Kerim’de Kehf Suresi’nde anlatıldığı üzere Musa (a.s.), bir kulun garip hallerine rağmen bir kula teslim olup onu kendine rehber ediniyor, hem de yalvarırcasına. Sahih hadislerde o kulun Hızır (a.s.) olduğu beyan ediliyor. Musa (a.s.), bu kulun gördüğü sırları göremiyor ve sabrı taşıyor. Ama sırlar açıklandığında da hayretler içinde kalıyor. (Bkz.

http://www.ahmetgelisgen.com/Makale-etay.aspx?ID=271#20180504104 ).

Allah Teala’nın kimi nerede vazifelendireceği belli olmaz. Sahih hadiste bildirildiği üzere, Cenab-ı Hakk bir fâcire/kâfire dahi dinine hizmet ettirebiliyor.[2] Burada, “yüce İslam Dini’nin bir fâcire/kâfire mi ihtiyacı kaldı ki” diyemiyoruz…

Öte yandan, Ahmed b. Hanbel’le ilgili anlatılan söz konusu hikâye ne bir hadis ne de bir nass’dır ki, sıhhat ve rivayet şartları arayalım. Adı üstünde bir hikâye veya menkıbe. Hikayeler olmuş ya da olmamış bir olayı konu edebilir. Esasen hikayelerin amacı da okuyucuya ibret vermektir.

Bu hikâyeden de bir ibret amaçlanmış ki o ibret; “ne tür zorluk veya zorlamalarla karşılaşırsanız karşılaşın, inancınızdan ve değerlerinizden asla taviz vermeyin. Kaldı ki batıl davaların bazı adamları bile inandıklarından taviz vermiyorlar” temasıdır.

Belki söz konusu hikâye, sayfalarca tutan bir makalenin veya saatlerce süren bir konferansın vermeyeceği bir dersi, gayet veciz ve etkin bir şekilde okuyucuya verebilir.

Pek tabii ki İslam alimleri hakkında, teması yanlış olmasa dahi aslı olmayan hikayelerin yakıştırılması tasvip edilemez. Ama bazen de bu hikayelerin, gerçek olup olmadığı tespit edilemez. İşte bu noktada hikâye veya menkıbenin, dini temellerle örtüşüp örtüşmediğine bakarız.

Ahmet b. Hanbel (r.a.) hakkında anlatılan bu hikâyenin, İslam’ın temeline uygun olup olmadığına bakalım: Konu Fıkıh Usülü’ndeki “ikrah” konusudur. İkrah, “mülci” ve “gayr-ı mülci” olmak üzere iki kısımdır. “İkrah-ı mülci”, bir kimsenin canının veya bir uzvunun telef edilmesi tehdidiyle karşı karşıya kalması demektir. “İkrah-ı gayr-ı mülci” ise, bir kimsenin canının veya bir uzvunun telef edilmesi tehdidi dışında, dayak veya hapisle tehdit edilmesi demektir. İkrah-ı mülci halinde, kalbi imanla dopdolu olduğu halde bir kimsenin, zorlamayla küfre düşüren sözü söylemesi günah olmaz, bu ona “ruhsat” olarak tanınmıştır. Bu ayeti kerimeyle de sabittir.[3] Ancak iman konusunda ikrahı mülci karşısında “azimet”i tercih etmek, yani, küfre düşüren sözü görünüşte bile olsa söylemeyip, zarara katlanmak, kişiye ayrı bir sevap kazandırır.[4]

Buna göre, Ahmet b. Hanbel menkıbesinde, İmam’ın her iki durumdan herhangi birini tercih etmesi kendisi için fıkhen/dinen meşrudur. Buna göre, anlatılan hikâyede dini temele aykırılık söz konusu değildir. İmam’ın durumunun, hangi ikrah türüne girdiği de tartışılabilir.

Söz sarhoştan açılmışken size bir de başımdan geçen bir sarhoş hikayesi anlatayım izninizle (Sarhoş ben değilim tabii ki 😊):

1991 yılı başlarında Sultandağı İlçesi Vaiziyim ve  görevimin ilk aylarındayım. Ramazan-ı Şerif ayından sonra bir bahar mevsimi idi. Teravih, cuma ve gündüz vaazlarıyla dolu dizgin bir irşat programı yürütüyordum. Sonuçta ilçede, yeni mezun, kendisinden heyecan fışkıran genç ve toylak Vaiz (Fakir), din ve irşad faaliyetleri üzerinden ciddi bir sansasyona neden olmuştu.  Bu etkileşimden zamanın İlçe Müftüsü bile, önce bana tekdir verecek, sonra da savunma isteyip disiplin cezası (maaş kesme) verecek kadar rahatsız olmuştu.

Sultandağı’nın o günkü atmosferinin, irşada pek de avantajlı olmadığı bir vasatta, Ramazan-ı Şerif’in manevi ikliminin etkisiyle zirveye ulaşan irşat faaliyetinden, küçük çapta da olsa bazı rahatsızlıklar ortaya çıkmıştı. Bu rahatsızlıklar, gazete muhabirlerini peşime düşürecek kadar ilerlemişti. İlginçtir, 30 yaşlarında bir muhabir, camideki konuşmalarımı ihbar ve haber yapma amacıyla kayda alırken, vaazlardan etkilenip hidayet bulmuş ve bana gelip durumu anlatmış, nasıl tövbe edeceğini de sormuştu. Ondan sonra da dostum ve müdavim cemaatimden olmuştu. İnşallah kendisi sağlık afiyet içerisindedir.

O günler bekarlığın da verdiği avantajla, gece gündüz, gençlerle, öğretmenlerle, memurlarla, öğrencilerle vs. gruplar halinde irşat sohbetlerimiz oluyordu.

İşte ilkbahardaki o gecenin 12’sinde, bir sohbetten dağılıp, evime doğru gidiyordum. Merkezde bulunan tatlı su çeşmesinin önünden geçerken su içmek üzere çeşmeye yaklaştığımda, aynı anda karşıdan da genç bir adamın yaklaştığını gördüm. Sokak lambaları ortalığı rahatça aydınlatacak kadar şavklıydı. Ben şahsı tanımasam da kendisini selamlayıp benden önce su içmesi için buyur ettim.

Adam benim ilçe vaizi olduğumu anladı ve garip bir eda ile, o da bana buyur etti. Kontrolsüz hareket ve konuşmalarından sarhoş olduğunu anlamıştım. Ardından saygı ve hüsnü teveccüh içerisinde benimle muhabbet etti ve dedi ki:

Hocam sen beni tanımazsın ama, ben seni tanıyorum. Senin temas ettiğin konular, kahvehane ve meyhanelerde de gündeme geliyor. Sen konuş hocam, kimseye aldırış etme, biz arkandayız! Konuş da benim gibiler kurtulsun, Allah senden razı olsun, bana da dua et de kurtulayım, hocam …

Evet, gecenin 12’sinde, ilçe merkezinde çeşme başında karşılaştığım bir sarhoşun ağzından değil, yüreğinin derinliklerinden dökülen sözler… Hem de hakkında sansasyon oluşmuş genç, çiçeği burnunda bir Vaiz’e…

Olur mu?.. Oldu bile. Bizzat yaşadığım ve hiç unutamadığım, ayrıca beni çok mu çok etkileyen bir anım… İlahiyat Fakültesi mezuniyetim akabinde ilk atandığım Vaizlik görevimin ilk üç ayında…

Şimdi izninizle size sorayım, kıymetli Abiyim:

“Benim yerimde siz olsaydınız, bu sarhoşun sözlerinden etkilenir miydiniz, etkilenmez miydiniz?”

Size karışmam ama, ben o gece yaşadığım bu hadiseden çok mu çok etkilendim…

Bir sarhoşun bu tarz sözleri, vaizliğe ilk atandığım aylarda -başta zamanın İlçe Müftüsü olmak üzere- vaazlarımdan rahatsız olanların bulunduğu bir atmosferde, elbette bana ciddi bir motivasyon vermişti.

O noktada, denize düşmedik ama, “denize düşenin bazen yılana da sarılabileceğini” hatırda tutmalıyız. Ve ondan sonraki görev hayatımda bu motivasyonun olumlu etkisi hiç silinmemiştir.

O etki, bugün hala daha devam etmektedir… Üstelik, lütfu ilahiyle, yeni yeni sinerjiler yükleyen yepyeni benzer anılarla… Mevlayı Zülcelal ve Dostlar bu anılara şahittir… Allah onlardan, Allah için sevenlerden razı olsun!

Yukarıda anlattığım anımla ilgili olarak birisi bana, “sen o gece çeşme başında bir sarhoştan bu sözleri dinlememiş olsaydın, irşat faaliyetinde bulunmazdın!” diyebilir mi? Mümkün değil, söyleyemez! Zira hiçbir vaiz, bir sarhoştan destek alırsam vaz ederim diye yola çıkmaz…

O halde, Ahmet b. Hanbel (r.a.) hikayesinden dolayı da hiç kimse, “o gün koca İmam sarhoşla karşılaşmasaydı, hilafı hakikate aykırı konuşarak davasından taviz verirdi!” diyemez… Kaldı ki durumun fıkhi boyutuna da yukarıda kısaca temas ettik.

(Görev hayatımda yaşadığım, sarhoşlarla veya içki satanlarla ilgili yaşadığım ve sonunda Allah (c.c.)’ın, hidayet/istikamet lütfettiği başkaca tatlı anılarım da vardır…)

Başta Hacı Veyiszâde (rahmetullahi aleyh) olmak üzere bazı tasavvuf büyüklerinin, sarhoşlarla özel olarak ilgilenmeleri neticesinde onların istikametine vesile oldukları da bilinmektedir. “Cahiliyede hayırlı olanınız, İslam’da da en hayırlı olur” hadisi şerifinin fehvasınca, içki vs. kötülüklerden dönerek istikamete kavuşanların, İslam sancağını kucaklamada daha canlı davrandıkları ve daha etkin roller üstlendiklerini de hepimiz biliriz.

Öyleyse, siz, siz olun, sarhoşu da asla küçümsemeyin!..  Bilakis, merhamet edin ve elinden tutup, istikametine vesile olmaya gayret edin! Bir insan, imanını muhafaza ederse vicdanı ölmez. Ölmeyen vicdan, sahibi büyük günah işlese de kalbi hikmetlere açık olur, bir gün tövbe edip hakka döner. İçki içen kişi, haramlığını inkâr etmedikçe büyük günah işlemiş olur. İslam hukukunda bu cürmün, belli şartlarda yaptırımı da vardır.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, “bu tür hikayeler -kaynaklı ve kaynaksız- mutlak doğrudur veya şeksiz şüphesiz gelişi güzel rivayet edilebilir” diyemiyoruz. Sadece hikâyenin dini temellere aykırı görünmemesi ve ilmine güvendiğimiz müdekkik bir hocamızın paylaşımı, ilk bakışta Fakir’e de cesaret vermiştir.

Mevla herkese hidayet nasip etsin, hidayette olanları da istikametten ayırmasın. Âmin!

05.05.2018

Dr. Ahmet Gelişgen

www.ahmetgelisgen.com

[1] el-Kırâtü’l-Arabiyye, s. 84.

[2] Buhari, Cihad, 182; Müslim, İman, 178.

[3] Nahl, 16/106.

[4] Abdülkerim Zeydan, el-Veciz, s. 137.

PAYLAŞ