Osmanlı İran savaşları

Osmanlı Devleti ile İran’da; on altıncı yüzyılın başlarından, on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar hüküm sürmüş olan Safevîler arasındaki savaşlar.

Safevîler bu adı, evliyânın büyüklerinden Safiyyüddîn-i Erdebîlî hazretlerinden almışlardı. İlhanlılar devrinde büyük bir şöhrete kavuşan Safiyyüddîn-i Erdebîlî hazretleri, etrafında büyük bir talebe kütlesi toplamış ve devlet adamlarının saygısını kazanmıştı. Ehl-i sünnet itikadında olan Safiyyüddîn-i Erdebîlî hazretlerinin torunları ve onun yolunda gidenler, müslüman-Türk sultanları tarafından büyük hürmet gördüler. Bu devrede Bursa’da bulunan Osmanlı pâdişâhları da çırağ akçesi adıyla Erdebil’deki dergâha yıllık hediyeler gönderirlerdi. Tîmûr Han ve Akkoyunlu sultanlarının da büyük ilgi ve yakınlıklarına mazhâr oldular. Fakat zamanla bunlar arasına hurûfîler karışıp, Safiyyüddîn-i Erdebîlî hazretlerinin torunlarından Cüneyd’e sapık fikirlerini telkin ettiler. Gizliden gizliye Ehl-i sünnet düşmanlığına başlayan Cüneyd, bu hâlini gizleyip dedelerinin nüfuzunu kullanarak, Akkoyunlu sultânı Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hadîce Begüm’le evlendi. Bu evlilikten Haydar adında bir oğlu dünyâya geldi. Siyâsete karışıp çeşitli ayaklanmalar düzenledi. Şirvan hükümdarı Halîl ile yaptığı bir muhârebede öldü.

Eshâb-ı kiram düşmanlığına dayanan bir devlet kurmak isteyen, fakat başarılı olamayan Cüneyd’in yolunu oğlu Haydar devam ettirdi. Haydar, Uzun Hasan’ın kızı Halîme Begüm Âlemşâh’la evlendi. Bu evlilikten Şâh İsmâil dünyâya geldi. Âkkoyunlularla akrabalık bağlarını pekiştirip gücünü arttıran Haydar, babasının öcünü almak için Şirvan hükümdarı Ferruh Yesâr üzerine yürüdüyse de 1488’de yapılan savaşta öldürüldü.

Bundan bir müddet sonra hareketin başına geçen İsmail, Akkoyunlu Devleti’nin içinde bulunduğu karışıklıktan istifâde ederek, çoğu Anadolu’da bulunan bir çok Türkmen kabîlesini etrafında topladı. Karabağ ve Şirvan’ın bir kısmını ele geçirerek Azerbaycan üzerine yürüdü. Akkoyunlu hükümdarı Elvend Bey’i yenilgiye uğratıp, Tebriz’e döndü. Safevî Devleti’ni kurup şahlığını ilân etti (1501). Şiraz ve Kâzerûn’u alıp bir çok Ehl-i sünnet âlimini ve sünnî müslümanı kılıçtan geçirdi. Yezd ve isfehan’ı istilâ ederek sapık fikirlerini kabul etmeyen sünnîleri öldürttü. Anadolu içlerine ve Osmanlı topraklarına da sapık fikirlerini yaymak için dâî denilen propagandacılar göndererek isyân ve karışıklıklar çıkarmaya çalıştı.

Bu çalışmalar neticesinde Anadolu’da büyük bir isyân çıkaran ve Şâhkulu diye bilinen Karabıyıkoğlu, Osmanlı kuvvetleri önünden kaçarak on beş bin kişilik kuvvetiyle Şâh İsmail’e sığındı.

Bunun üzerine, ileri görüşlü bir devlet adamı olan ikinci Bâyezîd Han, Safevîlere meyledenlerin İran’a gitmelerini yasakladı. Sınır eyâletlerine emirler gönderip, giriş-çıkışları kontrol altına aldı. Propagandalardan en çok etkilenmiş olan Hamîd ve Teke havalisi şiilerini, yeni fethedilen Modon ve Koron şehirlerine nakletti.

1507 yılında Osmanlı topraklarından geçerek Dulkadirli şehirlerini yakıp yıkan Şâh İsmail’in bu hareketine karşı Bâyezîd Han bir ordu gönderdiyse de, Şâh İsmâil Osmanlı topraklarından geçmek zorunda kaldığı için özür dileyince herhangi bir çarpışma olmadı.

Bu arada Trabzon vâlisi olan şehzâde Selîm, yıllardan beri Anadolu’daki çalışmalarını tâkib ettiği Şâh İsmail’in Osmanlı topraklarından izin almadan geçmesine karşılık olarak sür’atle harekete geçti. Azerbaycan’a kadar İran arazisini çiğnedi. Üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûb ederek Safevî hânedânından şehzâde İbrâhim Mirzâ’yı esir edip Trabzon’a götürdü.

1512 yılında tahta geçen Yavuz Selîm Han, iç karışıklıkları düzelttikten sonra, ulemânın fetvasını alıp İran’a karşı harbe karar verdi. 100.000 kişilik ordusuyla harekete geçen Yavuz Selîm Han, üç aylık yorucu bir yolculuk ve uzun bir kovalamadan sonra 23 Ağustos 1514’de İran toprakları içinde yakaladığı Şâh İsmâil kuvvetlerini kesin bir yenilgiye uğrattı. Ordugâhının ele geçirilip hanımının esir edildiği bu savaş sonunda Şâh İsmâil canını zor kurtardı (Bkz. Çaldıran Muhârebesi).

Bu zaferden sonra İran’ın payitahtı Tebriz’i ele geçirip bir müddet burada kalan Selîm Han, kış mevsimini geçirmek için Amasya’ya çekildi. Kış geçince de Safevîler elinde bulunan ve Şarkî Anadolu’ya hâkimiyet bakımından çok mühim bir mevkide bulunan Kemah kalesini fethetti.

Bundan sonra meşhur İslâm âlimi İdrîs-i Bitlisî hazretlerini, Safevîlerin kontrolünde bulunan Diyârbekir yöresine göndererek, bölge halkının Osmanlılara tâbi olmasını sağladı. Bu bölgeye gönderilen İran kuvvetleri üzerine de Bıyıklı Mehmed Paşa ve İdrîs-i Bitlisî hazretlerini gönderdi. İran kuvvetleriyle yaptığı çatışmalarda büyük başarılar kazanan Bıyıklı Mehmed Paşa; Ergani, Sincar, Çermik, Birecik gibi şehirleri ele geçirdi. Bir senelik bir kuşatmadan sonra Mardin de teslim olunca; Hasankeyf, Musul, Kerkük, Urfa, Rakka gibi yerler de kolayca fethedildi. İran’ın bu bölgedeki hâkimiyetine son verildi.

1529 yılında İran’ın Bağdâd vâlisi Zülfikâr Han’ın Osmanlı Devleti’ne, buna karşılık Osmanlı Bitlis vâlisi Şeref Han’ın da İran’a iltihak etmeleri ortalığı karıştırdı, İran şahı birinci Tahmasb, Osmanlı kuvvetlerinin Avrupa’da sefere çıkmasından istifâde ederek Bağdâd’a asker gönderip, Zülfikâr Han’ı öldürttü ve yeni bir vâli tâyin etti. Osmanlılar ise Ulama Han’ı Bitlis vâlisi tâyin edip eyâlet kuvvetleriyle bölgeye gönderdiler. Ulama Han, İran’dan yardım alan Şeref Han’a karşı başarılı olamayınca, vezîriâzam Makbûl İbrâhim Paşa bölgeye hareket etti, Yoldayken Ulama Han’ın zafer haberi gelince mevsimin geçmesi sebebiyle kışı geçirmek üzere kuvvetleriyle Haleb’e gitti.

Kışı burada geçiren İbrâhim Paşa, 14 Mayıs 1534’de Diyarbakır’a geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da 11 Haziran’da İstanbul’dan İran üzerine harekete geçti. Bu seferde Van ve Tebriz alınarak tahkim edildi. Tebriz merkez olmak üzere Azerbaycan vâliliğine Ulama Han tâyin edildi. Sonra Bağdâd üzerine yürüyen ordu, burayı da mukavemetsiz ele geçirdi. Kışı Bağdâd’da geçiren Kânûnî Sultan Süleymân Han, Tebriz’i işgal edip Van’ı kuşatan Şah Tahmasb üzerine yürüdü. Şah Tahmasb tekrar geri çekilip İran içlerine gidince, Tebriz’e tekrar girildi. Uzun süre aranmasına rağmen İran ordusunun ortaya çıkmaması üzerine, ordu, Ağustos 1535’de İstanbul’a döndü.

1547 yılında Şah Tahmasb’ın kardeşi Elkas Mirza, Şirvan vâliliğindeyken saltanat sevdasına kapıldığı için kardeşinin tazyikinden kaçarak İstanbul’a geldi ve Osmanlı Devleti’ne iltica etti.

Kânûnî Sultan Süleymân Han, uzun süredir Avrupa ile meşgul olmasından istifâde etmeye çalışan Şâh Tahmasb’ın, Şarkî Anadolu’ya yeniden girip Van kalesi başta olmak üzere bâzı yerleri işgal ettikten başka, Şiîliğin Anadolu içlerinde yayılmasını te’min edecek propagandadan geri durmamış olması sebebiyle İran’a harb açmak istiyordu. Şehzâde Elkas Mirzâ’nın ilticası fırsatını kaçırmayarak İran ile harbe karar verdi.

Ordu 29 Mart 1548 günü İstanbul’dan hareket etti. Elkas Mirza yanına verilen Osmanlı kuvvetleri ile öncü kuvvet olarak gönderildi. Tebriz’de bulunan Şâh Tahmasb, Pâdişâh’ın Hoy’a geldiğini öğrendiğinde savaşı göze alamayarak Kazvin’e çekildi. Osmanlı ordusu 27 Temmuz’da dördüncü defa Tebriz’e girdi. Tebriz’de beş gün kalan Sultan, Van’a gelip önceden muhasara ettirdiği kaleyi almak için harekete geçti. On gün dayanabilen Van kalesi, 25 Ağustos’da ele geçirildi. Kaleyi tahkim eden Sultan, buradan Diyarbakır’a, sonra da kışı geçirmek için Haleb’e geçti. Elkas Mirzâ’yı, maiyyetine verdiği aşîret kuvvetleriyle İran içlerine gönderip bölgeyi talan ettirdi.

1549 baharında Haleb’den ayrılan Sultan, Diyarbakır’a geldi. İkinci vezir Ahmed Paşa’yı Gürcistan taraflarına gönderdi. Bu seferde Berakan, Gömge, Perak, Gemele, Samagar, Ahadır kaleleri ve mevkileri fethedildi. Bu sefer de İran ordusuyla karşılaşamayan Kânûnî Sultan Süleymân Han 5 Kasım’da Diyarbakır’dan ayrılıp, 21 Aralık’ta İstanbul’a döndü.

Osmanlı ordusu Doğu Anadolu’dan ayrıldıktan sonra, 1551 senesine kadar herhangi bir saldırıda bulunmayan Şâh Tahmasb, 1551 Ağustos’unda harekete geçerek Osmanlı sınırını geçti. Erciş, Adilcevaz ve Ahlat dolaylarını ele geçirdi. Erzurum önüne gönderdiği kuvvetleri, şiddetli mukabeleyle karşılaştı.

Bu tecâvüzler sebebiyle üçüncü İran seferine çıkan Kânûnî Sultan Süleymân Han, 1553-54 kışını Haleb’de geçirdi. Mayıs’da harekete geçen ordu, İran’a bağlı Şüregib, Şaraphâne, Nilfirak’ı fethedip, 18 Temmuz’da Revan’a girdi. Buradan Arpaçay ve Karabağdan sonra Nahcivan’a gelen Sultan, Doğu Anadolu hâkimiyetini pekiştirip Erzurum’a döndü ve kışı geçirmek için Amasya’ya çekildi. Kânûnî Sultan Süleymân’ın mûtad dışı olarak ikinci kışı da İstanbul dışında geçirmesi üzerine tekrar üzerine geleceğinden çekinen Şâh, sulh çâreleri aramaya başladı. Amasya’ya elçiler gönderdi. Uzun süren görüşmelerden sonra; şiîlerin, hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Aişe (r. anhüm) dâhil sahabeye küfür ve iftira etmemeleri, Gürcistan’ın bir kısmı ile, Ardahan, Göle, Arpaçay ve çevresi Osmanlılarda kalmak üzere Amasya andlaşması imzalandı (29 Mayıs 1555). Bu andlaşma sonrasında yirmi üç sene sürecek bir sulh devresi başladı (Bkz. Amasya Andlaşması).

1578 senesinde İran istilâsında bulunan Dağıstan, Şirvan ve Gürcistan beylerinin İran tazyiki karşısında Osmanlı Devleti’nden yardım istemeleri ve İran kuvvetlerinin Irak’ta Osmanlı topraklarına tecâvüz ederek Amasya muahedesini bozmaları sebebiyle İran’a karşı harbe karar verildi.

İran serdârı tâyin edilen Lala Mustafa Paşa, 5 Nisan 1578’de İstanbul’dan Üsküdar’a geçti. Karaman, Maraş, Erzurum ve Diyarbakır beylerbeyilik kuvvetleriyle Erzurum Aşkale’de birleşti. Van sınırında beylerbeyi Köse Hüsrev Paşa’nın İran komutanı Emîr Han’ın kuvvetlerini bozduğu haberini alan serdâr, üzerine gelen Safevî ordusunu durdurma görevini Özdemiroğlu Osman Paşa’ya verdi. Emrindeki kuvvetlerle Çıldır gölünün kuzey batısına gelen Özdemiroğlu, burada yapılan savaşta, Tokmak Han komutasındaki İran kuvvetlerini rahatça bozdu. 5.000 ölü ve 500 esir veren Tokmak Han, savaş meydanını terketti (9 Ağustos 1578). Bu zaferden sonra Tiflis’e giren ordu, Şirvan taraflarına yöneldi. Karşısına çıkan 20.000 kişilik İran kuvvetlerini Koyun geçidinde karşılayan Özdemiroğlu bunları da bozguna uğrattı. Bu savaşta İran kuvvetlerinden esir alınan 5.000 kişi dışında hepsi öldürüldü (Ağustos 1578). Çıldır zaferiyle Gürcistan’ı alan Osmanlı ordusu (9 Eylül 1578), Koyun geçidi zaferiyle de, çoğunlukla sünnî halkın yaşadığı Şirvan denen kuzey Azerbaycan’ı ele geçirdi.

Hazar kıyılarından meydana gelen Şirvan’ın doğu kesiminin sünnî halkı da kendilerine zulmeden İran’a karşı ayaklanıp, Safevîleri kovdular. Osmanlı ordusu bu bölgeye rahatça girip Dağıstan’a yöneldi ve bu bölge de Osmanlı topraklarına katıldı.

Fethedilen yerlerde Özdemiroğlu Osman Paşa az bir kuvvetle bırakılarak 8 Ekim’de Lala Mustafa Paşa asıl orduyla Erzurum kışlağına çekildi. Bunu fırsat bilen Safevîler, 30.000 kişilik bir kuvvetle bölgeye girdiler. 14.000 kişilik kuvvetiyle bunlara karşı koyan Özdemiroğlu, Şamahı’da yapılan muhârebede düşmana 15.000 ölü verdirip, 10.000’ini esir aldı. Safevîlerden bir kaç bin yaralı ve bozgun asker zor kaçabildi (Kasım 1578). Esir edilen Safevî ordusu komutanı Urus Han ile oğlu Dede Han, Ereş’de sünnî halkı katlettikleri için îdâm edildi.

Özdemiroğlu’na ancak Safevî şehzâdesinin karşı çıkabileceği fikriyle Safevî İmparatorluk veliahdı Hamzâ Mirza 100.000 kişilik orduyla bölgeye gönderildi. Bu orduda elliden fazla Safevî beyi ve sancakbeyi bulunuyordu. Osmanlı kuvvetleri ise, Özdemiroğlu’nun 13.000 ve bu arada yardıma gelen 25.000 kişilik Kırım atlılarından ibaretti. Yapılan muhârebede düşmana büyük kayıplar verdiren Özdemiroğlu, kendisinin de az bir kuvveti kaldığından Şirvan’ı Safevîlere bırakıp Dağıstan’a çekildi.

1579 yılında yapılan muhârebelerde Erzurum ve Kırım’dan gelen kuvvetlerin yardımıyla Şirvan tekrar alınıp Safevîlere ağır kayıplar verdirildi. Kars’a kale yapılıp, şehir îmâr edildi. 1580’de çarpışma olmadı. Serdâr Lala Mustafa Paşa’nın yerine Koca Sinân Paşa getirildi. 1581’de Şirvan’ı almak niyetiyle 18.000 kişilik bir orduyla hareket eden Selmân Han, Kırım kalgayı Gâzi Giray tarafından perîşan edildi. Ancak 300 tanesi kurtulabildi.

1583’de Ferhad Paşa İran serdârı oldu. 60.000 kişilik kuvvetle İstanbul’dan yola çıktı. Bunu öğrenen Safevî Gence beylerbeyi İmâm Kulu Han, bu kuvvetler gelmeden Özdemiroğlu’nun kuvvetlerini ezmek isteyip, 50.000 kişilik kuvvetiyle Şirvan ile Dağıstan arasındaki Samur ırmağının güney kıyısına geldi. Oradan Bilasa ovasına indi. Bu ovada üç gün üç gece süren savaş sonunda Özdemiroğlu Osman Paşa büyük bir zafer kazandı. Bu sırada bölgeye yaklaşan Ferhad Paşa da zafer haberini alınca Revân üzerine yürüyüp bu şehri fethetti. Sonra da Bakü’yü alıp asker yerleştirdi.

1585 yılında vezîriâzam ve İran serdârı olan Özdemiroğlu Osman Paşa, 150.000 kişilik ordusuyla 25 Eylül’de Tebriz’i beşinci defa fethetti. Kaleyi muhkem hâle getirip komutan tâyin etti. Asker bırakarak ordu-yu hümâyûnla Tebriz’in banliyösü olan Şenb-i Gazan banliyösine geldi. Uzun süredir rahatsız olan Özdemiroğlu’nun hastalığı iyice ilerledi. Bu arada yanlış bir istihbaratla Özdemiroğlu’nun öldüğünü duyan Safevî velîahdı Hamzâ Mirza, 30.000 atlıyla gece baskını yaptıysa da başarılı olamayarak geri çekildi. Bu başarı Özdemiroğlu’nun duyduğu son zafer oldu ve 30 Ekim 1585 gecesinde vefât etti (Bkz. Özdemiroğlu Osman Paşa).

İran savaşının Irak cephesindeki savaşlar, kuzeydeki kadar olmamakla beraber, Osmanlı üstünlüğü burada da devam etti. 1578’de Dînever, Muhammere, Şüster, Dizfûl bölgeleriyle Basra körfezinin kıyı yakaları Osmanlılara geçti. Bağdâd beylerbeyi Elvendzâde Ali Paşa, Dizfûl meydan muhârebesinde Safevîleri bozunca (7 Kasım 1583), Batı İran’da Şafiî mezhebindeki bölgeler, kabîleler, beyler teker teker gelip Osmanlılara itaat arzettiler. Bu suretle güneyden kuzeye Huzistan, Lûristan, Kirmanşâh, Ardelân eyâletleri Osmanlı’ya geçti. 30 Ekim 1587’de Irak cephepsinde Çağalazâde Sinân Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, Hemedân Safevî vâlisi Korkmaz Han emrindeki kuvvetleriyle Câmâsâb çayı kenarında yaptığı meydan muhârebesini kazandı. Safevîlere ağır kayıplar verdirerek Korkmaz Han’ı esir etti.

Kafkas cephesinde 1587’de önemli bir vukûâd olmadı. Serdâr Ferhâd Paşa 1588’de üçüncü Murâd Han’ın kesin emri üzerine Gence’yi fethetti. Şirvan beylerbeyi Cafer Paşa da Safevîlerin Gence beylerbeyi Ziyâdoğlu Mehmed Han kuvvetlerinin büyük bir kısmını imha etti.

Bu arada Horasan’da hüküm süren sünnî Şeybânî hükümdarı Abdullah Han da Meşhed’i muhasara edip fethetti. Hindistan’daki sünnî Ekber Şâh’la da arası bozuk olan Şâh Abbâs üç ateş arasında kalınca, sulh istemek zorunda kaldı.

Şâh Abbâs, yeğeni Haydar Mirzâ’yı bir elçilik hey’etiyle beraber sulh rehinesi olarak gönderdi. 14 Ekim 1589’da Ferhad Paşa tarafından Hasankale’deki umûmî karargâhda karşılanan şehzâde, 28 Ocak 1590’da İstanbul’a geldi.

Hey’et başkanı Mehdî Kul Han, üçüncü Murâd Han tarafından kabul edildi. Konuşmasına izin verilince; Şâh Abbâs’ın bütün Osmanlı fütûhatını tanıdığını, şu anda fiilen iki devletin elinde bulunan yerlerin iki devlette kalması şartıyla sulh istediğini belirtip, Şâh Abbâs’ın; Osmanlı pâdişâhının, saltanat süren kulları arasında bulunduğunu söyledi.

21 Mart 1590’da İstanbul muahedesi imzalandı. Bu andlaşmaya göre İran, sünnî tebeasının mezheb hürriyetine saygı göstermekten başka, sünnî büyüklerine dil uzatmamayı da kabul ediyordu.

Osmanlı ile çok alçaltıcı bir sulh yaptığı, pâdişâhı resmen üstün hükümdar tanıdığı kanâatinde olan Şâh Abbâs, bu sulh döneminde büyük askerî hazırlıklar yaptı. Papa, İspanya kralı ile uzun müzâkerelerde bulunup, Osmanlı’ya karşı ittifak kurdu. İngiltere, İskoçya, Fransa, Rusya, Polonya, Hollanda gibi ülkelere elçiler göndererek Osmanlılara karşı harekete geçirmeye çalıştı. Sonra da süpriz bir taarruzla 26 Eylül 1603’de çeyrek asır önce Osmanlılara kaptırdığı ülkeleri geri almak için harekete geçti. 22 günlük bir kuşatmadan sonra Tebriz’i düşürdü. Sonra Güney Azerbaycan’ın büyük bir kısmını işgal etti. Aras’ın kuzeyine geçti. 26 Ekim’de Nahcivan eyâletini işgal edip, altı ay süren çetin bir muhasaradan sonra Revân’ı aldı. Buradan Karabağ ve Şirvan taraflarını yağmalamak için akıncı kollarını gönderen Şâh Abbâs, kendisi de Kars’a gidip kaleyle şehirdeki sünnî câmilerini yakıp yıktı. Şehri harabeye çevirdi.

Tebriz’den sonra Nahcivan ve Revan’ın da (Erivan) Safevî hâkimiyetine geçmesi, şarktaki Osmanlı nüfuzunun sarsılmasına sebeb oldu. Kürt beylerinden sonra Karabağ ve Şirvan’daki Türkmen oymaklarıyla Gürcistan prensleri de Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp Safevîlere iltihak ettiler.

Bu olaylar üzerine İran üzerine serdâr tâyin edilerek 15 Haziran 1604’de İstanbul’dan yola çıkan Çağalazâde Sinân Paşa, kış mevsimi sebebiyle ileri gidemiyerek Van’a, oradan da Erzurum’a çekildi. 1605 Ağustos’unda Tebriz üzerine yürüyen Sinân Paşa, Urmiye meydan muhârebesinde Şâh Abbâs’ın kumanda ettiği 50.000 kişilik Safevî ordusuna mağlûb olup (9 Eylül 1605), Diyarbakır’a çekildi ve orada vefât etti (2 Aralık 1605). Safevîler ise Gence ve Şamahı’yı alıp Şirvan’ın mühim bir kısmını ele geçirdiler.

Yeni serdar vezîriâzam Kuyucu Murâd Paşa, Tebriz üzerine yürüdüyse de Şâh’ın sulh teklifi üzerine pâdişâha haber gönderip Diyarbakır’a çekildi ve orada vefât etti. Yerine vezîriâzam ve serdâr olan Diyarbakır beylerbeyi Nâsuh Paşa, İstanbul’a geldi ve İran’la İstanbul muahedesi imzaladı. Bu andlaşma ile çeyrek asır önce Safevîlerden kazanılan 570.000 km2’lik toprağın 400.000 km2’si kaybedilmişti. Revân, Nahcivân, Karabağ, Güney ve Kuzey Şirvan Safevîlere geçmiş, Gürcistan’ın büyük kısmıyla Dağıstan Osmanlılarda kalmıştı. Ayrıca İran her yıl 200 yük ipek, kumaş vesâir kıymetli eşyayı harac olarak İstanbul’a gönderecekti. İki buçuk yıl süren bu sulh döneminden sonra, 22 Mayıs 1615’de İran’a harb açıldı. Serdâr-ı ekrem Kara Mehmed Paşa, Eylül ayında Haleb’e geldi. Kışı burada geçirip Nisan ayında harekete geçerek 1616 Eylül’ünde 100.000 kişilik ordusuyla Revân’ı kuşattı, fakat alamadı. Şâh, Nahcivan taraflarında olmasına rağmen, Osmanlı ordusunun üzerine gelmediğinden, başka çarpışma olmadı. 1617’de Kırım hanı İkinci Canibek Giray 40.000 kişilik süvârîsi ile Gence ve Nahcivan üzerine akın düzenleyip kışı yeni serdâr vezîriâzam Halîl Paşa ile beraber Diyarbakır’da geçirdi.

1618 Eylül ayında hızlı bir yürüyüşle Erdebil ile Tebriz arasında bulunan Pûl-Şikeste mevkiine gelen Osmanlı kuvvetleri, yorgunluğunu üzerinden atamadan İran ordusunun pususuna düşünce, büyük kayıplar vererek yenildi. Toplanan savaş meclisinde geri çekilmenin çok kötü sonuç vereceği düşünülerek, ordunun Erdebil üzerine yürümesi kararlaştırıldı. Bu durumdan endişelenip sulh teklif eden Şâh Abbâs’la Erdebil surları önünde yapılan görüşmeler sonunda andlaşma imzalandı.

26 Eylül 1618’de Erdebil’de imzalanıp 29 Eylül 1619’da İstanbul’da sultan Genç Osman tarafından tasdik edilen bu andlaşmaya göre; Kânûnî devrinde Amasya andlaşmasıyla tâyin edilen sınırlar esas kabul edilecek, Kars ve Ahıska Osmanlılarda kalacak, Safevîler, Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Dağıstan’a taarruz etmeyecek ve esirler iade edilecekti. Ayrıca İran her yıl 100 yük ipek, kumaş v.s. kıymetli eşyayı harac olarak İstanbul’a gönderecek ve Eshâb-ı kirama sövmeyi terkedeceklerdi.

Dördüncü Murâd Han’ın tahta geçişinin hemen akabinde, evvelden beri Anadolu’da sürüp gitmekte olan isyânlardan biri de Bağdâd’da baş göstermiş, burada bulunan on iki bin kişilik yerli kulu askerinin başında bulunup zengin ve nüfuzlu bir kişi olan Bekir Subaşı, şehri ele geçirmişti. Bağdâd vâliliğine tâyin isteği İstanbul tarafından kabul edilmeyip, başka bir vâli gönderilince de şehre almamıştı. Bunun üzerine bölgeye gönderilen Hâfız Ahmed Paşa şehri kuşatınca, vâlilikten ümidini kesen Bekir Subaşı, mukavemet edemeyeceğini anlayarak, Şâh Abbâs’a haber gönderip Safevî tâbiiyyetine geçmek istediğini bildirdi. Bunu bir müjde gibi karşılayan Şâh Abbâs, Osmanlı Devleti’yle arasındaki sulhu hiçe sayarak Bekir Subaşı’ya Safi Kuli Han’la hil’atlar gönderdi ve şehrin anahtarlarını istedi. Kendisi de 30.000 kişilik ordusuyla yola çıktı.

Bunu öğrenen Hâfız Ahmed Paşa da Bekir Subaşı’ya haber gönderip, kendisine Bağdâd vâliliğinin verildiğini bildirdi. Bu vaziyet üzerine Bekir Paşa ünvânını alan Subaşı, Safi Kuli Han’ın istediği anahtarları vermeyip, Şâh’ın alâkasına teşekkürle elçiyi başından savdı. Osmanlı vâliliğini kabul ettiğini bildirip, îtimâd edemediğinden Hâfız Ahmed Paşa’dan, Diyarbakır’a çekilmesini istedi. Bunu fırsat bilen Karçakay Han’ın emri altındaki İran ordusu Bağdâd’ı kuşattı. Üç ay süreyle şiddetli bir savunma savaşı veren Bekir Subaşı, oğlunun ihanet edip, kale kapılarını açması sebebiyle esir düştü ve Bağdâd Safevîler tarafından işgal edildi (28 Kasım 1623). Şiî olmayı kabul etmeyen Bekir Paşa yedi gün İşkence yapıldıktan sonra, Dicle üzerinde petrol dolu bir kayığa bindirilip yakıldı. Bağdâd kâdısı Ömer Nuri Efendi, Ulu Câmi hatîbi Mehmed Efendi, yüzlerce Osmanlı subay ve me’muru, sünnî eşraf aynı akıbete uğradı. Kadınlar ve kızlar İran umumhânelerine gönderildi.

Bu arada İstanbul’daki karışıklıkları ve Anadolu’da çıkan isyânları bastırmakla meşgul olan dördüncü Murâd Han, Bağdâd’la ilgilenemedi. Bu mes’eleleri hâllettikten sonra sadrâzam yaptığı Hâfız Ahmed Paşa’yı serdâr tâyin ederek, Bağdâd’a gönderdi.

5 Mayıs 1625’de Diyarbakır-Cülek ordugâhına çıkan Hâfız Ahmed Paşa, hazırlıklarını tamamladıktan sonra yola çıkıp Kasım’ın ortalarında Bağdâd yakınlarına geldi. Bağdâd’ın yakınlarındaki İmâm-ı a’zam hazretlerinin kabrinin bulunduğu Âzamiyye kasabasını ele geçirdi ve Bağdâd’ı kuşattı.

Hâfız Ahmed Paşa 100.000 kişilik bir orduyla Bağdâd’a gelmesine rağmen, yeterli top getirmediği için şehrin iyice tahkim edilmiş olması gibi sebeplerden dolayı iki aydan fazla uğraştığı hâlde kaleyi düşüremedi. Bu arada Şâh Abbâs 30.000 kişilik bir orduyla yardıma geldi. İki ateş arasında kalmasına rağmen muhasarayı uzun süre devam ettiren Hâfız Ahmed Paşa, top, mühimmat ve iâşe bakımından müşkil bir vaziyette kaldığı için 3 Temmuz 1626’da muhasarayı kaldırıp İstanbul’a döndü.

1629 senesinde Hemedân ve Bağdâd üzerine serdâr tâyin edilen vezîriâzam Hüsrev Paşa, 9 Temmuz’da Üsküdar’dan harekete geçip, 1630 Mart ayında Kerkük civarına geldi. Nisan ayında gönderdiği kuvvetlerle; Kerbelâ, Necef ve Hille taraflarını ele geçirdi. 5 Mayıs 1630’da Hemedân yakınlarındaki gönderdiği 10.000 kişilik kuvvetle Mihribân kalesini aldı. Bu vaziyet üzerine Safevî Hemedân vâlisi Zeynel Han 40.000 kişilik bir kuvvetle bölgeye geldi. Sabah başlayan muhârebe ikindiye kadar Safevîlerin üstünlüğüyle devam etmesine rağmen, kendilerinin dört katı kuvvetlerle çarpışan Osmanlı kuvvetleri Sivas vâlisi Halîl Paşa’nın gayretiyle düşmanı bozdular. Zeynel Han kaçıp savaş alanını terketti.

Bu arada İran şahı Abbâs ölüp, torunu Sâm Mirza, Şâh Safî ünvânıyla yerine geçti. Osmanlı ordusu ise yoluna devam edip Hemedân’a girdi. Buradan İran’ın merkezi Kazvin üzerine gitmek isteyen Hüsrev Paşa, Dergüzin’e geldi. Burada toplanan harb meclisinde, Kazvin üzerine yapılacak hareket müzâkere edildi. Mesafenin uzaklığı Safevîlerin bütün yol boyunu tahliye ve tahrib ettikleri, iaşe müşkilâtı ve bilhassa su kıtlığı olabileceği gibi sebeplerle ordunun Bağdâd üzerine yürümesi kararlaştırıldı.

14 Temmuz’da Nihâvend civarındaki Cemhal ovasına gelen Hüsrev Paşa, Luristan hâkimi Hüseyin Han’ın 12.000 kişilik bir kuvvetle mevzî alıp bir kısım kuvvetiyle de pusu kurduğu haberini alınca, Anadolu ve Rumeli beylerbeyilerini bir kısım kuvvetle bunların üzerine gönderdi. Yapılan çetin muhârebe sonunda düşman mağlûb edildi ve Hüseyin Han güçlükle kaçıp kurtuldu.

Ekim ayı başlarında Bağdâd önlerine gelen Hüsrev Paşa şehri kuşattıysa da başarılı olamayıp dokuz gün sonra muhasarayı kaldırdı.

1633 yılında büyük bir orduyla Van kalesini kuşatan Safevî ordusuna karşı Erzurum vâlisi Demirkazık Halîl Paşa ve Diyarbakır vâlisi Murtazâ Paşa gönderilerek düşman yenilgiye uğratıldı. Yine bu sebeple vezîriâzam Tabanıyassı Mehmed Paşa, şark seferine çıktı (20 Ekim 1633). 1633-34 kışını Haleb’de geçiren vezîriâzam Diyarbakır’a geçerek Pâdişâh’ın gelmesini bekledi.

28 Mart 1635’de İran (Revan) seferi için İstanbul’dan ayrılan dördüncü Murâd Han, Diyarbakır’dan yola çıkan vezîriâzam Tabanıyassı Mehmed Paşa’yla 17 Haziran’da Bayburt’ta birleşti. 50.000 askeri Erzurum’da bırakan dördüncü Murâd Han, 200.000 asker ve 130 ağır muhasara topuyla yola çıktı. Pâdişâh’ın Revan üzerine yürüdüğünü sezen Şah, son anda eyâlet beylerbeyi Tahmasbkulu Han’ın savunduğu kaleye 12.000 tüfekli piyade sokup savunmayı çok güçlendirmişti. Şâh kendisi de ordusuyla yakında olmasına rağmen, savaşı göze alamadığından ortaya çıkmadı. 27 Temmuz’da kaleyi kuşatan dördüncü Murâd Han, vaktiyle Kanunî Sultan Süleymân’ın alamadığı kaleyi on bir günde aldı. Ordu, kale alındıktan sonra halktan tek kişinin burnu bile kanamadan şehre girdi. Buradan hareketle Safevî ordusunun peşine takılan dördüncü Murâd Han, Aras boyunca güneydoğuya inmeye başladı. Fakat düşmana erişemedi. 1 Eylül’de Hoy’a gelen Sultan, 11 Eylül’de otuz iki yıl önce Safevîlerin eline geçen Tebriz’e girdi. Bu, Tebriz’in Osmanlılarca altıncı fethiydi. Tebriz’de dört gün kalan sultan Murâd, hastalandığı için isfehan’a gitmekten vaz geçip Diyarbakır üzerinden İstanbul’a döndü.

Osmanlı ordusu çekilir çekilmez harekete geçen Şâh Safî, büyük bir orduyla Revan’ı kuşattı. Kış sebebiyle yardım gönderilemediğinden üç ay süren çetin bir müdâfaa savaşı veren Murtazâ Paşa’nın şehîd olması üzerine kale teslim oldu. Safevî ordusu Tebriz ve Azerbaycan’ın büyük bir kısmını geri aldı. Bundan sonra güneye doğru inen Şâh’ın karşısına az bir kuvvetle çıkıp kahramanca savaşan Şam beylerbeyi Küçük Ahmed Paşa yenilip şehîd düştü (2 Eylül 1636).

1637 ylında vezîriâzam Bayram Paşa’yı Anadolu’ya gönderip büyük harp hazırlıklarına girişen sultan Murâd Han, 8 Mayıs 1638’de şeyhülislâm Yahyâ Efendi ile beraber Bağdâd seferi için yola çıktı. 17 Haziran’da Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin kabrini ziyaret eden Murâd Han, 22 Temmuz’da Haleb’e geldi. Birecik’te sadrâzam Bayram Paşa kuvvetleri ile birleşti. Bayram Paşa’nın 26 Ağustos’da Urfa yakınlarında vefât etmesi üzerine Tayyar Mehmed Paşa’yı sadrâzam yapan Sultan, 16 Kasım gecesi Bağdâd’a geldi ve derhâl tertibat alarak muhasaraya başladı.

Şehirde, Bektaş Han Türkmen’in kumandasında 40.000 askerlik çok kuvvetli bir Safevî garnizonu bulunuyordu. Şah Safî ise atlı kuvvetleriyle Kasr-ı Şîrîn’de olup, Osmanlı muhasarasını gün gün tâkib etmesine rağmen müdâhaleye cesaret edemiyordu. Sultan Murâd, 12.000 sipâhîyi İran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği hâlde Şâh’ı savaşa çekemedi. Şâh, Bağdâd’daki büyük kuvvetine güveniyor, sultan Murâd’ın muhasaradan bıkınca çekilip gideceğini zannediyordu.

Pâdişâh’ın ve seksen altı yaşındaki şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin de ön safta olduğu bu savaşta dehşetli vuruşmalar oldu. Muhasaranın otuz yedinci gününde ön saflarda yalın kılıç kahramanca çarpışarak askeri coşturan Tayyar Mehmed Paşa, birkaç kuleyi ele geçirdiği sırada alnından yediği bir kurşunla şehîd oldu. Yerine sadrâzam yapılan Kemankeş Mustafa Paşa, selefi gibi gayret edip bir kaç kuleyi daha ele geçirdi.

Muvaffakiyet üzerine muhasaranın otuz dokuzuncu günü umûmî taarruza karar veren sultan Murâd Han, derhâl hücumun başlamasını emretti. Sabah erkenden Osmanlı yürüyüşü büyük bir şiddetle gelişmeye başlayınca kale teslim, oldu. İç kalede direnmek isteyen 20.000 Safevî askeri kılıçtan geçirildi. Böylece on dört yıl, on bir ay önce bir ihanet sebebiyle Safevîlere geçen Bağdâd artık kesin olarak Osmanlı idaresine geçti (Bkz. Bağdâd).

Buradan İsfehan’a yürümek isteyen Pâdişâh, Diyarbakır’a gelince tekrar hastalığı nüksettiğinden yetmiş gün hasta yattı. Hasta yatağından İran içlerine akıncılar gönderdi. Veziriazam Kemankeş Mustafa Paşa da büyük bir kuvvetle İran içlerine doğru harekete geçtiği sırada Şâh’ın barış isteğiyle gönderdiği elçiler geldi. Sadrâzam Kemankeş Mustafa Paşa ile İran murahhasları Saru Han’la Muhammed Kuli Han arasında yapılan görüşmeler sonrasında aşağı yukarı bugünkü Türk-İran sınırının tesbit edildiği Kasr-ı Şîrîn andlaşması imza edildi (17 Mayıs 1639). Bu andlaşmaya göre; Bağdâd, Basra ve Şehr-i zûr havalisinden mürekkep Irak-ı Arab Osmanlılarda, Erivan Safevîlerde kaldı. Ayrıca Safevîlerin gerek Irak ve gerekse Kars, Ahıska ve Van taraflarına saldırmayacakları, Eshâb-ı kiramı kötülemeyecekleri de anlaşma şartları içinde açıkça ifâde edilmişti (Bkz. Kasr-ı Şîrîn Andlaşması).

Uzun süren bir sulh devrinden sonra, on sekizinci yüzyılın ilk yarısında Afganistan’daki Üveysî hânedânı, İsfehan’a kadar İran topraklarını ele geçirdi. İran’daki Safevî hânedânını dağıttı. İran’ın bu zayıf durumundan faydalanmak isteyen Rusya da İran’a saldırınca sünnî halkın yaşadığı Dağıstan halkı, 1722’de İran tabiiyyetinden çıkarak tekrar Osmanlı Devleti’ne tâbi oldu. Bu durumda Safevîlerle yapılan barışın geçersiz kalması sebebiyle İran’a müdâhaleye mecbur kalan Osmanlı Devleti’nin, 1723 Temmuz’unda Gürcistan’ın İran’a tâbi kısmına girmesiyle savaş başladı. Çeşitli cephelerde Tiflis, Gori, Güney Azerbaycan, Lûristan, Ardelân, Kirmanşâh, Hemedân ele geçirildi. Revan ve Tebriz eyâletlerine girildi. Bu suretle batı ve kuzeybatı İran ile Güney Kafkasya Osmanlı lehine İran’dan koptu. Üçüncü Murâd devrindeki sınırlar yeniden tutulup Hazar’a erişildi. Bu fütûhat, Hemedân muahedesi ile Afganistan hükümdarı Eşref Han Üveysî tarafından tanındı.

Ancak bir müddet sonra ortaya çıkan Nâdir Han Avşâr, Üveysîleri gasbedici ve gayri meşru ilân etti. Tahta geçirdiği çocuk yaştaki Safevî şahlar nâmına İran’da idareyi ele geçirip, doğuda Afgan ve batıda Osmanlı topraklarına karşı harekete geçti. 1730’da Osmanlıların fethettiği Nihâvend, Tebriz, Hemedân ve Kirmanşâh’ı geri aldı. Bunun üzerine üçüncü Ahmed Han İran’a karşı savaşa karar verdiyse de, Patrona Halîl isyânı çıkması sonucunda tahttan feragat ettiğinden sefer gerçekleşmedi.

Üçüncü Ahmed Han’dan sonra, birinci Mahmûd Han devrinde de savaş devam etti. Bağdâd beylerbeyi serdâr vezîr Ahmed Paşa, Kirmanşâh’ı geri alıp, Korican meydan muhârebesinde 40.000 kişilik Safevî ordusunun dörtte üçünü imha ederek Hemedân’a girdi.

Tebriz fethine me’mur edilen serasker Hekimoğlu Ali Paşa ise, önce müstahkem bir mevki olan Ürmiye üzerine gidip burayı zaptetti. Bunun üzerîne Tebriz ahâlisi ileri gelenleri orduya gelerek itaatlerini arzettiler. Bu arada yapılan görüşmeler sonunda İran’la andlaşma imzalandı. Serdâr Ahmed Paşa’nın imzaladığı andlaşmaya göre, Aras nehri sınır kesildi. Tebriz dâhil Güney Azerbaycan, Hemedân, Kirmanşâh, Lûristan, Ardelân, Hûzistan İran’da; Revân, Nahcivan, Şirvan, Arrân yâni Kuzey Azerbaycan, Doğu Gürcistan, Dağıstan Osmanlılarda kaldı. Osmanlı Devleti’nin Güney Kafkasya’yı elinde tutmak ve Hazar denizini sınır tutmak için Batı İran’ı feda etmesine rağmen andlaşma pek uzun sürmedi. Bir yıl sonra Nâdir Han’ın Erbil’e taarruzuyla harb yeniden başladı.

Erbil’i aldıktan sonra büyük bir orduyla 12 Ocak 1733’de Bağdâd’ı kuşatan Nâdir Han, yedi ay uğraştıysa da şehri alamadı. 19 Temmuz 1733’de 80.000 kişilik orduyla Bağdâd’a gelen vezir Topal Osman Paşa, on sekizinci asrın bütün dünyâda en büyük askeri bilinen Nâdir Han’ı, dokuz saatlik bir meydan savaşından sonra hezimete uğrattı. Canını zor kurtaran Nâdir Han, bütün ağırlıklarını bırakarak kaçtı.

Ertesi yıl Nâdir Han, Kerkük’te kışlayan ve ağır hasta olan Osman Paşa’yı ansızın basarak şehîd etti. Kerkük’e girdi. Safevî hânedânına son verdiğini îlân edip, şahlığını îlân etti. Avşar hânedânını kurdu (27 Ocak 1736). Osman Paşa’nın yerine serdâr olan Köprülüzâde Abdullah Paşa’yı Arpaçay meydan muhârebesinde yenip şehîd etti. Osmanlı Devleti’nin Almanya ve Rusya ile savaşa girmesinden istifâde edip, Revan, Gence ve Tiflis’i alarak 1723’den bu yana Osmanlıların İran’dan fethettikleri bütün yerleri geri aldı. Kendisi Hindistan’ı işgale karar verdiğinden, Almanya ve Rusya ile savaşan Osmanlı Devleti’nin de kendisiyle uğraşamayacağını bildiğinden, bu en avantajlı durumunda sulh istedi. İstanbul’da yapılan andlaşmayla 1639’da yapılan Kasr-i Şirin andlaşması esasları kabul edildi. Avşar hânedânı tanındı fakat Nâdir Şâh’ın ısrarla istediği Câferî mezhebinin beşinci hak mezheb olarak kabulü İslâm ulemâsı tarafından reddedildi.

Altı yıl süren bu barış devresinde sünnî Hindistan Tîmûroğulları devletine büyük bir darbe vurup, Hindûların müslümanlara karşı güçlenmeleri gibi İslâm târihinde çok zararlı vak’alardan birine sebeb olan Nâdir Şâh, buradaki başarısına ve ele geçirdiği hazînelerin zenginliğine güvenerek 29 Mayıs 1743’de andlaşmayı bozarak Osmanlı Devleti topraklarına girdi. Irak, Kafkasya ve Doğu Anadolu’yu Osmanlılardan almak, Câferî mezhebini beşinci hak mezheb olarak birinci Mahmûd Han’a zorla kabul ettirmek istiyordu.

Hille’yi, bir müddet sonra da Kerkük’ü aldı. Büyük bir kuvvet ve 390 topla Musul’u kuşattı. On iki genel taarruzunda da başarılı olamadı. Musul’u savunan Kazıkçı Hüseyin Paşa’nın şiddetli mukavemeti sebebiyle çok zayiat verdiğinden geri çekildi.

1744’de tekrar harekete geçen Nâdir Şâh, bu sefer 150.000 askeriyle Kars’ı kuşattı. Kars müdafii serasker Hacı Ahmed Paşa’nın destan menkıbelerini andıran celâdetli savunması karşısında çekilip gitmekten başka çâre bulamadı. Bir kısım muhârebelerden sonra Osmanlılardan bir şey koparamayacağını anlayan Nâdir Şâh, sulh istedi. 4 Eylül 1746’da İstanbul’da yapılan andlaşmada sekiz yıl önceki gibi Kasr-ı Şirin andlaşması esasları kabul edildi. Câferî mezhebinin beşinci hak mezheb olarak kabul edilmesi yine reddedildi.

Bu andlaşma üzerine yetmiş beş yıllık bir sulh devri oldu. 1821’de İran tahtında olan Feth Ali Han, Osmanlı Devleti’nin Tepedelenli Ali Paşa ve Mora isyânının alevlendiği en buhranlı bir döneminde, fırsattan istifâde ederek Osmanlı hudutlarına tecâvüze başladı. Osmanlı Devleti fevkalâde meşgul olduğu için, velîahd şehzâde Abbâs Mirza, Doğu Anadolu’ya, diğer İran şehzâdesi Mehmed Ali Mirza da Irak taraflarına saldırıp; Toprakkale, Bâyezîd, Eleşgird, Bitlis, Muş ve Erciş taraflarını işgal ettiler.

Fakat bu sırada İran ordusunda şiddetli bir kolera salgını başladı. Çok sayıda zayiata sebeb olan bu salgında şehzâde Mehmed Ali Mirza da öldü. Ordusunun bu şekilde perişan olmasından sonra Şâh Feth Ali Han sulha tâlib oldu ve birinci Mahmûd Han zamanında 4 Eylül 1746’da yapılan muahede esaslarına göre sulh aktedildi. Bundan sonra Osmanlı Devleti ile İran arasında savaş olmadı.

———————

 1) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı)

 2) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna)

 3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman)

 4) Peçevî Târihi (K.B.Y.)

 5) İslâm Târihi Ansiklopedisi (Safevîler Maddesi)

 6) Nâimâ Târihi

 7) Târih-i Cevdet

 8) Künh-ül-Ahbâr (Âlî)

 9) Silâhdâr Târihi

10) Nişancı Târihi

11) Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri (B. Kütükoğlu, İstanbul-1962)

PAYLAŞ