Bir insan Allah’ın dostu olabilir mi? Veli, Evliya / Allah dostları hakkında bilgi

   Vehhabi=Selefi gibi akımlar Allahu Teala’nın dostunun olamayacağı, Allah’ın bütün müminlerin dostu olduğunu, bir kimsenin “Allah dostu, evliyaullah, veliyullah” gibi vasıflarla anılamayacağını iddia ederler. Bu yazımızda bunlara cevap vereceğiz…

   Öncelikle şu hususun altını çizmek istiyoruz. Eğer iman edenler arasında inanç ve maneviyat bakımından fark bulunmayacak olsaydı onlar sahabeler olur, hepsi Resulüllah’ın huzurunda olduğu için eşit olurlardı. Ancak onlarda bile derece bakımından farklılıklar vardır. Bunun en açık misali Hazreti Ebubekir hakkında varid olan hadis-i şeriftir. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlardır:
   “Eğer, Ebu Bekr’in imanı, bütün halkın/insanların imanı ile muvazene edilse/karşılaştırılsa, Ebu Bekr’in imanı daha ağır gelecektir.”(Tuhfetu’l-Ahvezî, 7/298-Şamile), Kenzu’l-Ummal ( h. No: 35614) Sahavî, bu hadisin sahih olduğuna işaret etmiştir(bk. el-Mekasıdu’l-hasane, 1/555)

   Dolayısıyla insanların Allahu Teala’ya olan yakınlıkları arasında farklar vardır. İşte bu konudaki bazı delillerimiz…

DOSTLUK İKİYE AYRILIR
   Allah’u Teala’nın kulları ile olan dostluğu ikiye ayrılır. 1- Hususi dostluk 2- Umumi Dostluk

1- UMUMİ DOSTLUK
   Bu dostluk bütün iman edenleri kapsamaktadır. Kur’an-ı kerimde bir çok ayeti kerimede bu dostluktan behsedilmektedir.. Onlardan bazıları şöyledir:

   “…Allah iman edenlerin dostudur….” (Bakara 257)

   “Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resûlüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.” (Maide 55)

Bunlar ve benzeri ayetlerde müminlerin Allahu Teala’nın dostu olduğu vurgulanır. Evet, bütün müminler Allahu Teala’nın dostudur ancak her mü’minin dostlukta derecei ve sevgi seviyesi bir değildir. Ancak bu, bütün herkesin aynı derecede olduğu anlamına gelmez.

2- HUSUSİ DOSTLUK
   Mesela peygamberlerden Hazreti İbrahim Aleyhisselam Halilullah makamına layık görülmüştür.
   “… Allah İbrahim’i (Halil) dost edindi.” (Nisa 125)

   Halil kelimesi “veli” kelimesine nazaran daha büyük ve derin manalar içermektedir. İbrahim Aleyhissam’a has bir makamdır. Dolayısıyla Peygamberler arasında bile sevgi ve teslimiyet bakımından Allahu Teala’ya yakınlık farkı vardır.

   Müminlerin farkına gelince mesela Enfal Ssuresindeki şu ayet bu konuda delildir:
   “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.”(Enfal 2)

   Ayeti kerimde Allahu Teala’nın anıldığı zaman kalpleri ürperen, titreyen mü’minlerden bahsedilmektedir. Sizinde kendinizden kıyas yapacağınız üzere bu herkeste bulunmayan bir makamdır ancak ayeti kerimeye göre bu dereceyi elde edenlerin olduğu bir makamdır.

   Demek ki Allahu Teala’nın ayetleri veya adı anıldığı zaman kalpleri ürperen, titreyen, inanç kuvveti bakımından derecesi artan müminler vardır. Ve bu mü’minler derece olarak çok üstündürler… Buradan anlaşılıyor ki her mü’min inanç kuvveti ve maneviyat bakımından bir değildir.

   Peki, mü’minler arasında Allahu Teala’ya yakınlık bakımından fark var mıdır?

SADIKLARDAN AYRILMAYIN
   Allah’ın hususi dostlarına delil teşkil eden başka bir ayeti kerime şudur:
   “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe 119)

   Allahu Teala, iman eden kullarına “sadıklarla” beraber olmalarını emrediyor. Yani hepiniz sadıklarsınız demiyor, sadıklardan ayrılmayın buyuruyor. O halde her iman eden kişi sadıklardan değildir ve “sadık” olmak Allahu Teala katında, Müslümanlara kendisiyle beraber olunmasını emredeceği kadar önemli bir makamdır. Peki, Allahu Teala’nın onlarla beraber olmamızı istediği “sadıklar” kimlerdir.

   Sadık: Dost, dost olan, tasdik edici, doğruyu söyleyen manalarına da gelse de Arapçada daha çok “dost” manasında kullanılmaktadır.

   Sadık, Allahu Teala’nın emirlerine sarılmakta ve nehiylerinden kaçınmakta samimi, halis bir niyet taşımak ve dosdoğru olmak, Allah’a ve Resulüne kayıtsız, şartsız itaat etmek ile Allah’a ve Resulüne dost olan demektir.

   Hazreti Ebubekir Radıyallahu anh da bu vasıfların kendisinde fazlaca toplanması nedeniyle Peygamberimiz tarafından “Sıddık” künyesi ile künyelenmiştir. Sıddık kelimesi de “sadık” kelimesinin ziyadesiyle ifade edilmiş halidir.…

   Demek ki “Sadık” makamına ulaşan insanlar, “Sıddık” olan Hazreti Ebubekir’in makamından bir pay sahibidir. Ve bir bağlantı vardır. Bu bağlantı da imanın derecesinden kaynaklanmaktadır.

   İşte bu kimseler Allah dostlarıdır… Allahu Teala’ya olan yakınlıkları sebebiyle “sadık” kimseler olarak nitelendirilmişlerdir.

   “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve Salihlerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa 69)

   Yine görüldüğü üzere bu ayeti kerimede “sıddıklar” Peygamberlerden sonra ve en büyük mertebeyi kazanan “şehitlerden” önce zikredilmiştir.

ONLAR HAKKIYLA KORKAR ve SAKINIRLAR
   Allahu Teala Bakara 257’de “Allah iman eden dostudur” ifadesiyle umumi dostluğunu açıkladıktan sonra hususi dostlarını beyan etmek üzere Yunus Suresinde buyuruyor ki:
   “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük başarıdır.” (Yunus 62, 63, 64)

   Görüldüğü üzere bu ayetlerde de Allah’ın dostlarından bahsediliyor ancak “iman” ile birlikte “takva” ifadesi de kullanılıyor. Ve onlara korku olmayacağının, üzülmeyeceklerinin ilahi bir garantisi veriliyor.

   Dolayısıyla bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, Allahu Teala kendisine iman eden kulları umumi olarak bir dostluk vermiş ise de kendisinden hakkıyla sakınan, amel ve ibadette, zikir ve tefekkürde O’nun rızasını ve sevgisini kazananlara da hususi dostluk vermiştir.

Tefsir-i Kebir’de bu konu şöyle açıklanmaktadır:
   “Veli”nin kim olduğu meselesini, hem Kur’ân, hem hadis, hem eser, hem de akıl gösterir. Bunun Kur’ân’dan delili,Hak Teâlâ’nın bu ayetteki
   “Onlar iman edip, takvaya ermiş olanlardır” beyanıdır. ‘İman etmek” kelimesi nazarî kuvvetin {tefekkür kuvvetinin) mükemmelliğine, “takvaya ermek” tabiri de amelî kuvvetin mükemmelliğine işarettir. Burada bir başka husus da, imanın, itikad ve amelin toplamına hamledilmesidir. Sonra biz “velî”yi, bütün bu hususlarda ittikâ sahibi olarak tavsif ederiz.

   Takva, ilim hududunda olur ve o hududu aşar. Çünkü Allah’ın celâli, beşer aklının ihata edip kavrayamayacağı derecede yücedir. Binâenaleyh sıddîk, Allah Teâlâ’yı, celâl sıfatlarından bir sıfatla tavsif ettiğinde, Allah’ın kemâl ve celâlinin, kendisinin bildiğine münhasır olmasından tenzih eder. Yine o, Allah’a ibadet ettiğinde Allah’ı, böylesi bir hizmet ve ibadete layık olmaktan tenzih eder. (Yani O’nun pek çok mükemmel tarzda yapılacak ibadetlere müstahak olduğunu düşünür.) Böylece o kimsenin devamlı olarak havf ve takva makamında olmuş olduğu sâbıt olur.

   İştikak ilminde, vâv, lâm ve yâ harflerinin terkiblerinin yakınlık manasına delâlet ettiği ortadadır. Dolayısıyla, herşeyin “velî”si, O’na yakın olan demektir. Allah’a mekân ve cihet bakımından yakın olmak imkânsızdır. O halde ona yaklaşmak, ancak insanın kalbi, Hak Teâlâ’yı bilmenin nuruna garkolduğunda olur. Bu kimse, baktığında, Allah’ın kudretinin delillerini görür; dinlediğinde Allah’ın ayetlerini dinler; konuştuğunda, Allah’ı sena eder; hareket ettiğinde, Allah’a kulluk ve hizmet için hareket eder, çalışıp çabaladığında, Allah’a taat için çalışıp çabalar. İşte bu şekilde de, Allah’a son derece yaklaşmış olur. İşte bu şahıs, Allah’ın velîsidir. İnsan böyle olduğunda, Allah da onun dostu ve velîsi olur. Nitekim Hak Teâlâ, “Allah imârı edenlerin velîsi (yardımcısı)dır. Onları karanlıklardan nura çıkarır” (Bakara 257) buyurmuştur. Durumun da böyle olması gerekir. Çünkü yakınlık, ancak iki taraflı olur.

GÖRÜLDÜKLERİ ZAMAN ALLAH HATIRLANIR
   Peygamber Efendimiz de Allah dostlarını tarif ederken şöyle buyurmuşlar:
“Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78)

   Evliyanın görülmesinde Allah’ı hatırlatan husus giydikleri cübbe ve sarık veya beyaz sakalları değildir. Onların görülmesiyle Allah’ın hatırlanıyor olması ruhani olgunlukları ve üzerlerindeki tecellinin eserindendir. Yoksa cübbe sarık takan milyonlarca kişi vardır. Ancak hepsinde aynı duygu yaşanmamaktadır.

ALLAH DOSTU (VELİ) NASIL OLUNUR?
   Velinin çoğulu olan evliya, Allah dostu demektir. Peygamberler ruhlar âleminde İlâhi seçimle belirlendiğinden hiç kimse çalışarak peygamber olamaz ama evliyalık kapısı herkese açıktır. Bu nedenle nefsini aşıp seyr-i sülük eden (mânevî yolda ilerleyen) herkes evliya olabilir. Ancak evliya olmak, evliya anılarını ve kerâmetlerini dinlemek gibi hoş ve kolay değildir.

Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:
   “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmran 31)

   Öncelikle Allah’a dost olmanın yolu, Peygambere itaat ve ittibadan geçer. Peygamberimize ittiba ise 6 cihetten ibarettir. Bunlar; amel, itikat, fiil, söz, zahiren ve batınen benzemektir. Yani Kur’an ve Sünnet yoluna sımsıkı sarılmaktır. Allah dostları Peygamber Efendimize şekil itibariyle benzeyip onun her türlü sünnetini eksiksiz yerine getirmeye çalışırlar. Amelleri, inançları, yaşayışları, sözleri Peygamber Efendimize muhalif olamaz.

   Bu yüzden Allah dostları dinin emirlerini yaşamanın asıl maksat olduğu düsturunu “Şeriat, kerametten evladır” sözü ile dile getirmişlerdir.

   Bir kimse havada uçsa, ağzıyla kuş tutsa, suda yürüyüp okyanusları aşsa Kur’an ve Sünnete muhalif bir hayat yaşıyorsa hiçbir değeri yoktur Allah katında.

NEFİS TERBİYESİ
   Allah’ın (Celle Celaluhu) hususi dostu olabilmek için Şeriatı eksiksiz yaşamak yeterli değildir. Bunun için kalpte bulunan dünyalık sevgileri, masivaları temizlemek, nefsi terbiye edebilmek gereklidir.
   “Senin en büyük düşmanın, iki yanının arasında olan nefsindir.” (Beyhaki, ez-zühd, No:345, sh:190; Deylemi, Müsnedül Firdevs No: 5248, 3/408)
   “Cihadın en üstünü, kişinin Allah’u Teala uğrunda nefsi ve arzusuyla cihat etmesidir.” (İbn-i Neccar, Deylemi, Ali el-Müttaki, kenz’ul- Ummal, No: 11262, 11265, 4/439-431)
Nefsin ise dereceleri vardır.

   Evliyalar başlangıçta Nefs-i emmâre‘nin şehvet, gazab (öfke), kin, kibir, hased, onur, benlik ve dünya tutkusu gibi baskılarından kurtulup, Nefs-i levvâme’nin tevbe makamına ulaşmak için, Yıllarca nefisleri ile kıyasıya cihad eder ve ruhsal açıdan güçlenmeye çalışırlar. Bu yolda başarı sağlamak için bir yandan ruhun gıdası olan Zikrullah’a devam ederken, diğer yandan nefsin gıdasını kesmek için doyasıya yemez, kana kana su içmez, gaflet uykusuna dalmaz, gereksiz yere konuşmaz, kahkaha ile gülmez ve bir an ölümü, kefeni, tabutu ve mezarı unutmazlar.
   Bu yolda çok elenenler olur ve bu uzun maratona dayanamayıp yarıştan çekilenler de olur. Ancak yılmadan ve geri adım atmadan mânevî yolculuğa devam edenler, kuşkusuz Nefs-i levvâme denilen kendini kınama yani tevbe makamına ulaşırlar.
   Tevbe makamında tüm günahlardan arınıp gönülleri İlâhi nurla dolunca, dünyaya yeniden gelmiş gibi çok farklı bir hayata kavuşur ve ibâdetlerin tadını almaya başlarlar. Artık gönülleri uyanık, uykuları hafif, rüyaları gerçek, kalpleri huzurlu ve bedenleri hafif olur. Gerçi şeytan da boş durmaz ve görevini ihmal etmez. Kerâmet ve mânevî makamlar hayali ile bunları oyalamaya ve yoldan alıkoymaya çalışır ama Allah’ın rızası dışında başka bir amaçları olmayanlar, şeytanın hilelerine aldanmaz, ihlâs ve samimiyetle mânevî yolculuğa devam edip Nefs-i mülhime denilen (ilham) makamına ulaşırlar. Nefs-i mülhime aşk, cezbe, ilham, rûhanî zevk ve mânevî feyizlerle dolu çok tatlı bir makamdır. Bu makama gelenlerin içleri nur gibi parlayıp gönülleri meleklerle uyum sağlayacak yapıya ulaşınca, ilhamlar, ledünnî ilimler gelmeye ve bazı gizli sırlar açılmaya başlar. İhlâs ile mânevî yolculuğa devam edenler ve bu makamı da aşanlar Nefs-i mutmeinne denilen (itminan, sükûn) makamına ulaşınca, artık nefsin baskısından kurtulur ve mânevî huzura kavuşurlar. Bu makam, îman, istikrar, huzur, sükûn, takvâ, kerâmet ve gerçek velâyet (evliyalık) makamı olduğundan, bu makama ulaşan evliyalar dünya, âhiret sevdasından geçer, gece, gündüz ümmet-i Muhammed’e dua eder ve onları ancak Allah’ın zikri tatmin eder.
   “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad 28)

   Allahu Teala nefsi mutmain olan (Allah’ın dostluğuna kavuşan) kullarını şu şekilde beyan etmektedir:
   “Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! Kullarımın arasına gir, Cennetime gir.” (Fecr 27,28,29,30)

Tefsir-i Kebir’de şöyle anlatılmaktadır:

Nefs-i Mutmainne
   “Ey mutmain nefis, sen O’ndan razı O senden razı olarak, dön Rabbine” (Fecr, 27-28).
Bil ki Allah Teâlâ, dünyaya meyledenlerin halini anlatınca, Kendisini tanıma ve kulluğu yerine getirme yolunu seçenlerin, halini anlatmak için: “Ey mutmain nefis…” buyurmuştur ki, bununla ilgili olarak şöyle birkaç mesele var

İnsanın İhbar Manasında Kullanılması
   Bu ifadenin takdiri, “Allah, mü’min kuluna, “Ey o ruh, ey o can…” demiştir” şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın ya, tıpkı Hz. Musa (a.s) ile dünyada iken konuşması gibi, o kuluna bir ikram olsun diye, kuluyla bizzat konuşmasıdır, yahut da bir melek vasıtasıyla kuluna hitab etmesidir. Kafffil şöyle der: “Her ne kadar bu hitap, zahiren bir emir ise de, mana bakımından bir haber cümlesi olup, takdiri, “Şüphesiz nefis mutmain olduğu zaman, Allah’a döner. Allah da ona, “Kullarım arasına, cennetime gir” der” şeklindedir.”

İtmi’nan Ne Demektir?
   “İtmînân”, “karar kılma – sebat etme” demektir. Bu karar kılışın nasıl olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Nefsin (ruhun), Hak ile içice yaşaması ve onu, hiçbir şek-şüphenin yenip, mahcup edememesi… Bu, “Fakat kalbim mutmain olsun diye (bunu istiyorum)” (Bakara, 2/260) ayetinden anlaşılan manadır.
2) Emîn, kendisine güvenen nefis, hiçbir korku ve kederin kendisini rahatsız etmediği bir candır. Bu tefsiri, Ubeyy b. Ka’b (r.a)’ın “Yâ eyyetuhe’n-nefsu’l-mutmainneh” şeklindeki kıraati da destekler. Bu hususiyet, nefse bazan ölüm esnasında, “Korkmayın, üzülmeyin. Cennetle müjdelenin (müjdeler olsun cennet sizin)” (Fussilet, 41/30) hitabını duyduğu zaman; bunun ba’s (diriliş) esnasında ve hiç şüphesiz cennete girerken hasıl olur.
3) Aklın hakikatlerine de uygun bir tefsire göre şöyle diyebiliriz: Hem nakli, hem de akli deliller, böylesi bir itminanın, ancak zikrullah ile meydana geleceğinde mutabıktırlar. Bu husustaki nakli delil, “Dikkat edin, ancak Allah’ın zikriyle kalbler mutmain olur” (Rad, 13/28) ayetidir. Akli delil ise, şu iki şekildedir:
1) Aklî kuvvet, sebepler zincirinde yükselmeye başladığında, her ne zaman zatı gereği “mümkin” bir sebebe varıp ulaştığında, akıl, bu sebebin başka bir sebebi olduğunu bilir, dolayısıyla burada durmaz, aksine herşeyden, daha üst şeye geçip tırmanmaya devam eder. Derken bu tırmanış, ihtiyaçların son bulduğu, zaruretlerin nihayete erdiği, zatı gereği vacibü’l-vücûd olan o yüce varlığa varıp dayanır. Binâenaleyh ihtiyaçlar o yüce varlığın katında sona erince, akıl da orada durur ve O’na yönelir ve artık O’ndan başkasına geçmez-yönelmez. Binâenaleyh akli kuvvet her ne zaman, mümkin varlıklardan birine dikkat etse ve ona yönelse, o şeyin yanında karar kılması imkansız olur. Fakat akıl, vacibü’l-vücûd’un celaline bakıp, herşeyin O’ndan olduğunu anladığında ise, bundan başkasına geçmesi imkansız olur. Böylece itminan’ın ancak vacibü’l-vücûd’un zikri ile elde edilebileceği sabit olur.
2) Kulun sınırsız ihtiyaçları vardır. Allah’ın dışındaki herşey, Allah’ın imdadı müstesna, bekası ve kuvveti sonlu şeylerdir. Sınırsız-sonsuz olan ise, sonlu ile kuşatılamaz. Binâenaleyh kulun sınırsız ihtiyaçları karşısında, itminanın-istikrarın olabilmesi için, ancak Allah’ın sonsuz kemalinin bulunması gerekir. Böylece marifetullahı, Allah’dan başka bir maksad ile tercih eden hiçbir kimsenin mutmain olamayacağı; onun nefsinin de, nefs-i mutmainne olamayacağı; ama marifetullah’ı, başka şey için değil, ancak O’nun için isteyenin nefsinin ise, “nefs-i mutmainne” olacağı sabit olur. Böyle olan herkesin ünsiyeti Allah Sübhanehû ve Teâlâ ile, arzusu, Allah’a yönelik; bekası yine Allah ile, sözü Allah ile beraber olmuş olur. İşte bu sebeple de böylesi canlara, dünyadan ayrılırken, “Sen O’ndan razı, O, senden razı olarak dön Rabbine” denilir. Bu, insanın, ancak ilahi tefekkür kuvveti açısından veya tecrid ve tefridde (yani insanlardan uzak, tek başına olmada) kamil olduğunda faydalanabileceği bir sözdür.

HER ALLAH DOSTU MÜRŞİD OLUR MU?
   Allah’a dost olmak ayrı bir konu, insanları ona ulaştırmak ayrı bir konudur. Yani herkes Üniversiteyi bitiren öğretmen olamadığı gibi her Allah dostu da mürit yetiştirecek, insanları manen Allah’a ulaştıracak bir mürşid olmaz. Bu ruhsal yeterlilik ve himmet ile alakalı bir durumdur. Gerçek bir mürşidin de yukarıda belirttiğimiz gibi Kuran ve sünnet yoluna sımsıkı bağlı olması ayriyeten kendisine icazet veren bir mürşidinin olması, bu silsilenin Peygamber Efendimize dayanması gerekmektedir.

ALLAH DOSTUNU TANIYABİLİR MİYİZ?
   Allah dostlarının en büyük özelliklerinden birisi kendilerini gizlemeye çalışmaları ve tevazularıdır. Hiçbir Allah dostu: “Ben Allah’ın dostuyum, erdim, ulaştım, kavuştum” demez. Bahusus İrşad vazifesi ile yükümlü olmayan Allah dostları bu sırları deşifre olunca bulundukları beldeyi terk etmeleri ile bilinirler. Çünkü halkın teveccühünden, iltifatlarından ve bu sebeple Allah’ın rızasını terk edecek olmaktan korkarlar.

   Bursa’da yaşamış Somuncu Baba adındaki zat bu hususta misal verilebilir. Sultan Yıldırım Beyazıd teşrif etti ve damadı olan Emir Buhari hazretleri’ne:
“Ey Emir! Buyur, cami-i şerifin kapılarını sen açıp namazı da sen kıldır! Bu şeref, ümmetin büyüğü olarak sana aittir.” Dedi.
Ancak Emir Buhari büyük bir tevazu ile itiraz etti:
“Hayır sultanım! Benden çok daha büyük kimseler var. Bu şerefi, Şeyh Hamidüddin-i Aksarayi’ye vermelisiniz.” dedi.
O vakte kadar bu isimde bir şahsı duymamış olan Beyazıd Han sordu:
“Bu zat da kim ola ki?”
Emir Buhari hazretleri: “Sultanım! Belki duymuşsunuzdur; Somuncu baba namıyla maruf bir ekmekçidir. Ulucami işçilerine de bol bol ekmek infak eylemiştir. İşte o kişi, evliyaullahın büyüklerinden Ebu Hamidüddin-i Aksarayi’dir.”
Bunun üzerine Sultan, teklifi tasdik etti. Emir buhari’de, ayağa kalkarak cemaate Somuncu baba’yı tanıttı ve onu minbere davet eyledi. Somuncu Babai mahcup bir şekilde:
“Emirim Ne ettin? Bizi ifşa ettin..” diyerek son derece mahviyet içerisinde minbere yürüdü.
O gün minberde Somuncu baba, Fatiha’nın yedi ayrı işari tefsirini yaptı. Ancak sırrının zarureten işası dolayısıyla daha sonra talebesi hacı Bayram-ı Veli’yi de yanına alarak Bursa’yı terk etti.
Ancak onların bazı özellikleri vardır. İşte Allah dostlarının bazı özellikleri:

Görüldükleri zaman Allah (Celle Celaluhu), Peygamber, din, iman, ahiret hatırlanır…
   “Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78)

   Boş vakitleri yoktur. Ömürlerini Salih amel ile geçirirler:
   Abdullah b. Büsr (r.a.)’den rivâyete göre: Bir bedevî, Ey Allah’ın Rasûlü! dedi. İnsanların en hayırlısı kimdir? Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Ömrü uzun olup ameli güzel olandır.” (Müsned: 17030)

Gizli ve açıkta, tenhada ve sahrada isyan etmezler:
   Ebû Umâme (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “En beğendiğim dostum malı ve insanlara yükü az olan namazında devamlı ve duyarlı olup Rabbine olan kulluğunu en güzel biçimde yapan gizli açık her durumda Allah’a itaat eden durumu bilinmediği için halk arasında şöhrete ulaşmayıp parmakla gösterilmeyen yaşayacak kadar rızkı olup rızkına ve her şeyine sabreden mümindir.” Sonra elini birbirine vurup dinleyicilerin dikkatini çekti ve şöyle devam etti: “Ölümü çabuk, ağlayanı ve mirası az olandır.”

   Onlar konuştukları zaman hayır konuşurlar. Boş laf etmezler. İnsanlara hakkı tavsiye eder, şerden sakındırırlar:
   “Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (Onlar ziyanda değillerdir)” (Asr Suresi)

   Haram ve helallere çok dikkat eder, şüpheli şeylerden bile harammış gibi sakınırlar. Kendilerine na mahrem olan kadınların yüzlerine bakmaz, onlar ile yalnız bir odada bulunmazlar. Allah için kızarlar; nefisleri için kızmazlar. Allah için severler; menfaatleri için sevmezler. Gurur, kibir olmadığı için insanlar arasında ne tevazu sahibi olanlarıdır. Kimseye üstünlük sağlamaya çalışmazlar. Kınayanın kınamasından korkmaz, Allah için bütün eziyetlere katlanırlar. Bunun gibi bir çok özellikleri vardır.

ALLAH DOSTLARI NİYETİ OKUYABİLİR, GAYBI BİLEBİLİR Mİ?
   Bu konularda elbette çok anlatılan kıssalar ve yaşanan kerametler vardır. Kerametin canlı şahitleri bu hususu daha iyi anlamaktadırlar. Ve lakin bizlerin bu konudaki itikadı şöyle olmalıdır: “Allahu Teala dilediği şeyi, dilediği kuluna, dilediği zaman bildirir”
   Bu konudaki düşüncelerde aşırıya kaçmak itikadı olumsuz yönde etkileyebilir. Kaldı ki, bir Müslümanın Allah dostundan istifade etmesi bu yönden değil, manevi yöndendir. En başta da dediğimiz gibi önemli olan Allah dostlarının yaşantılarını örnek almak, manevi terbiyelerinde yetişmeye çalışmaktır.

KERAMET GÖSTERMEK ZORUNDALAR MI?
   Bir Peygamber risaletini ispat etmek için mucize göstermek mecburiyetindedir. Allah dostları ise keramet göstermek zorunda değillerdir. Kaldı ki yukarıda da belirttiğimiz gibi onlar keramet göstermekten son derece sakınırlar.

Onların kerametleri, tabi oldukları Peygamberlerin mucizesi ve bereketiyledir.

Keramet haktır. Bu konuda detaylı bilgi için TIKLAYIN

KADIN ALLAH DOSTU OLUR MU?
   Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
   Abdal (kırk) lar, kırk erkek ve kırk kadın (evliya) dır. Kırklardan bir erkek
öldüğü zaman, Allahü Teâlâ onun yerine bir erkeği ve kırklardan bir
kadın öldüğü zaman, Allahü Teâlâ onun yerine bir kadını görevlendirir. (Deylemî)

VELİLER ŞEFAAT EDERLER Mİ?
   Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır: “ümmetimden bazıları var ki büyük bir cemaate, bazıları vardır ki bir kabileye, bazıları vadır ki bir guruba, bazıları da vardır ki tek bir kişiye şefaat eder ve cennete girmelerini sağlar.” (Tirmizi, Kıyamet 11)

   İmam-ı Rabbani Hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Salih ve hayırlı zatların, Allah’u Teala’nın izni ile kıyamet günü, asiler ve günahkarlar hakkında şefaat etmeleri hak ve gerçektir.” (Mektubat 17. Mektubdan)

BİR ALLAH DOSTUNA BENDE OLMAK ŞART MIDIR?
   Eğer maksat Allahu Teala hazretlerine manen yakınlaşmak ise bu yolu bilen birine danışmalıyız. Onlar da Allah dostlarıdır. Hakiki bir mürşid verdiği dersler ve manevi terbiyesi ile (müridin çalışmasına bağlı olarak) müridini ruhen yetiştirerek Allah yolunda ilerlemesine ve bu yöndeki cihadına destek olur. Tabi ki bağlanmak meselesi gönül işidir ancak Allah dostlarından ayrılmamak gerekir:
Cenab-I hak şöyle buyuruyor:
   “Bana yönelenin yoluna uy..” (Lokman Suresi 15)
   Bazı müfessirler bu ayet-i kerime hakkında şunları söylemişlerdi: “Burada geçen ‘Enabe” kelimesinin anlamı “Meyletmek ve bir şeye rücu’ etmek” demektir.
   “Bu iname (Allah’u Teala’ya yönelmek) peygamberlerin ve Salihlerin yoludur.” (İbni Atıyye, el-Muharraru’l veciz, 4/349; Kurtubi, El-Cami’u’li ahkami’l Kur’an, 14/45)

   İsmail Hakkı Bursevi (Kuddise Sirrahu) bu ayet-i celilenin tefsirinde şöyle demiştir:
Bu ayette, kâfir ve fasıklarla sohbetten sakındırma ve Salihlerle (beraberliğe) teşvik vardır. Çünkü kişilerin bir araya gelmesi, birbirini etkilemeyi gerektirir. Tabiatlar cezp edici, hastalıklar geçici ve sirayet edicidir.
   Bundan dolayı Semure ibn-i Cündeb (Radıyallahu Anh) den rivayet edilen bir hadislerinde, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Müşrikle bir çatı altında oturmayınız ve onlarla bir arada durmayınız. Kim onlarla oturur veya beraber bulunursa, o da onlar gibidir.” Buyurmuştur. (Tirmizi, Siyer:42, No:1605, 4/156)
   Yani: “Müşriklerle bir yerde oturmayınız, aynı mecliste toplanmayınız ki, beraberlikten dolayı onların kötü ahlakı size sirayet etmesin ve çirkin halleri size bulaşmasın.”
Alusi (Rahimehullah) ise şöyle demiştir:
   “Bu ayetle kamil (manen olgun) insanlara uyup, nakıslardan yüz çevirmeye ve kamil olanları, nakıs (eksik) olanları kemale erdirmesine işaret edilmiştir.

   Allahu Teala her birerlerimizi kendisine hususi dost eylesin. Dost olamıyorsak da dostlarından ayırmasın…

www.ihvanlar.net

-DELİLLERİ İLE TASAVVUF BÖLÜMÜ İÇİN TIKLA-

PAYLAŞ