Muhammed Esed ve Kur’an Tefisirine REDDİYE
Değerli okuyucular! “Sonradan müslüman oldu.” görülen niceleri var ki, aslında müslüman olmadığı halde öyle görünmüşler. Onlar Müslüman görünmeye mecburdurlar, çünkü vazifelidirler. Esed’in müslüman olmadan yaptığı yolculuklar, insanın aklına böyle şeyler getiriyor. Sanki İslâm âlemine hususi olarak gönderilmiş…
Kur’an Mesajı” isimli eser Muhammed Esed’e ait. Eser hakkında bilgi vermeden önce, kısaca eserin sahibini tanıyalım.
Yahudi bir ailenin çocuğu olan Muhammed Esed, Ukrayna’nın Lvov şehrinde 1900 yılında doğdu. Anne tarafından dedesi bir Yahudi hahamı idi. Ailesinden husûsi bir Yahudilik eğitimi aldı.
Öyle ki, 13 yaşında İbrâniceyi su gibi biliyor, Tevratı ve Yahudiliğe ait diğer kitapları rahatça okuyordu.
Esed 14 yaşındayken âile Viyana-dadır. 20 yaşına gelen Esed, Viyana’yı terk ederek Prag’a, oradan da Berlin’e geçer. Orada film yönetmenliği ve senaristlik yapar. United Telegrabt adlı ajansta muhabir olur.
Dayısının daveti üzerine âni bir kararla Kudüs’e gider. Oradayken, birçok gazeteyle yazışma sonucu, Frankfurter Allgemeine Zeitung’un, Yakındoğu muhabiri olur.
Derken, Kudüs’ten Kâhire’ye gider. 23 yaşında tekrar Kudüs’e döner. Oradan Amman’a geçer. Amman’da Emir Abdullah ve danışmanı Rıza Tevfik’le tanışır. Rıza Tevfik, Sultan Abdülhamid’e karşı çıkanlardan olup meşhur masonlar-dandır.
Oradan Şam’a geçer. Devamla Bursa, İstanbul, Sofya, Belgrat üzerinden Frankfurt’a gider. Berlin’e gidiş gelişleri olur.
24 yaşındayken, Frankfurter Allgemeine Zeitung tarafından tekrar Doğu’ya gönderilir. Port Said üzerinden Kâhire’ye geçer. Ezher şeyhi Mustafa Merâğî ile tanışır. O senelerde Ezher Üniversitesi’nin kâmilen masonların elinde olduğunu hatırlatalım.
Kâhire’den Ürdün’e geçer. Birkaç kere Şam, Trablus, Beyrut arasında gidip gelmeleri olur. Sonra İran’a, Kürdistan’a ve Afganistan’a gider. (Burada kullandığımız “Kürdistan” kelimesi lütfen yadırganmasın. Çünkü, bu kelime bize ait değildir. Kendisinden bahsedeceğimiz eser, İşaret Yayınları tarafından 1999’da basılmış olup, Yeni Şafak Gazetesi tarafından okuyucularına verilmiştir. Eserin önsözünde Muhammed Esed hakkında bilgi verilmiş. “Kürdistan” kelimesi de orada geçiyor. Biz de orada okuduğumuzu olduğu gibi aktarıyoruz.)
Esed 26 yaşındadır. Herat, Merv, Semerkant, Buhâra ve Taşkent üzerinden Moskova’ya gider. Oradan da Avrupa’ya geçer ve evlenir. Berlin’e yerleşir. Çalıştığı gazeteden ayrılır ve yeni gazetelerle anlaşır. Bu sıralarda karısıyla beraber müslüman olduğunu açıklarlar. 27 yaşında karısıyla beraber yine seyahata çıkar, fakat bu sefer hacca giderler.
Karısı bilinmeyen bir sebeple Mekke’de ölür. Aynı yıl Kral Abdülaziz ile tanışır. Orada tekrar evlenir ve Medine’ye yerleşir. Burada tarih ve tefsir çalışmasına başlar. Arabistan’da ancak 32 yaşına yani 1932’ye kadar kalır. Daha fazla Arabistan’da kalmaz. Devamlı gezer. Afrika’da Şeyh Sünûsî ile de tanışır.
Pakistan’a gider. Orada Cinnah ve İkbal ile tanışır. 47 yaşındayken Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dâiresi Başkanı ve İslâmî Tecdid Kurulu üyesi olur. Tecdid husûsunda araştırma ve çalışmalarda bulunur.
Buraya bir mim koyalım ve “Tecdid”in ne demek olduğunu hatırlayalım. “Tecdid” yenilemek demektir, “Müceddid” de yenileyici/yenileyen…
Hadisi şerifte haber verildiğine göre, “Hazreti Allah (Celle celalühü) her yüz senede bir müceddid/yenileyici göndererek onlar vasıtasıyla dinini yeniler.”
Peki din/İslâm zamanla eskimiş olmakta mıdır ki, yenilensin?
Tabi ki hayır… Din, orjinal haliyle durmaktadır.
Gerçi dîne art niyetli kimseler tarafından zaman zaman bazı ilave ve eklemeler yapılmaya çalışılmıştır. Fakat, Peygamberimiz’in haber verdiği gibi, “Hazreti Allah (Celle celalühü) her yüz senede bir müceddid/yenileyici göndererek onlar vasıtasıyla dinini yeniler; aslî haline döndürür.”
Tarihte bu mukaddes vazifeyi yerine getiren birçok zevât olmuştur. Bunların en çok tanınanı İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhu) Hazretleri’dir ki, kendileri “İkinci Binin Yenileyicisi” olarak anılırlar.
Bir de ikinci tip müceddidler vardır ki, başlangıcı çok eskilere dayanmaz. Bunlar, uzun müddet İngiliz idaresi altında kalan Hindistan ve Pakistan’da kendilerine göre, daha doğrusu İngiliz arzusuna göre bir hareket başlatmışlar, tesirleri nispeten başka ülkelere de yayılmıştır. Bunlar da tecdid yaptıklarını söylüyorlar. Fakat bunların peşinde koştukları tecdid, daha başka bir tecdid. Diyorlar ki, “İslâm şimdiye kadar yanlış anlaşıldı. Biz İslâm’ı yeni bir bakış açısıyla ele alıp yenileyeceğiz.” Onlara da işte bu mânâda “Tecdidciler/yenilikçiler” deniliyor.
Bu zevât, dînin asliyetini muhafaza mânâsında değil, eski köye yeni âdet getirmek mânâsında yenilikçidir. Bunlara göre din bozulmak şöyle dursun, hiç doğru anlaşılmamış ki. Onun için dini yeni bir anlayışla ele alacak ve aslî vaziyetine getirecekler.(!)
İşte bunun için, bunlara da “Tecdidci/ yenilikçi” deniliyor. Aslında bunlara verilecek doğru isim, “Tecdidci/ yenilikçi” değil “Reformcu” olmalıdır.
Muhammed Esed’i tanımaya devam edelim:
Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dâiresi Başkanı ve İslâmî Tecdid Kurulu üyesi olan ve Tecdid husûsunda araştırma ve çalışmalarda bulunan Esed, 1952’de Pakistan’ı Birleşmiş Milletler’de temsil etmek üzere New York’a gider. Kısa bir müddet sonra bu vazifesinden ayrılır ve eser yazmaya başlar. Son senelerini de, yazımıza konu olan Kur’an Mesajı isimli eserini yazmaya hasreder. Ve nihâyet 1992’de İspanya’da 92 yaşında ölür.
Esed’in Suudi Arabistan’da evlendiği karısı ne oldu? Ondan çocukları oldu mu? Gittiği yerlere onu da götürdü mü? Yoksa karısı öldü veya boşandı mı? Bilmiyoruz. Kitabın, babası ile kız kardeşinin toplama kampında öldüğünü bildiren önsözü, karısı hakkında son senelerini nerede geçirdiği hakkında hiç bilgi vermiyor.
Değerli okuyucular! Muhammed Esed’in ilk gençlik yıllarından itibaren yaptığı uluslararası seyahatlar size de enteresan gelmiyor mu? Şu yapılan yolculuklara bakın: Önce Prag, Berlin, oradan taa Kudüs…
Sonra Kahire…
Henüz 23 yaşındayken tekrar Kudüs. Devamla Amman, Şam, ondan sonra ver elini Bursa Oradan İstanbul, Sofya, Belgrat, Frangfurt, Berlin… Tekrar Kâhire, Ürdün Yaş henüz 24… Bu arada Şam, Trablus, Beyrut arasında gidip gelmeler…
Yaş 26: Herat, Merv, Semerkant, Buhâra, Taşkent ve Moskova üzerinden Berlin…
Bundan sonra müslüman oluyor ve hacca gidiyor… Mekke, Medine… 32 yaşına kadar Suudi Arabistan…
Orada bu kadar kalmak fazla. Durmak yok… Afrika, sonra Pakistan… Daha sonra Pakistan adına vazifeli gittiği için New York’u saymıyoruz…
Esed, hayatının baharında ve en cevval olduğu yaşta, öyle uzun yolculuklar yapmış ki, bu türlüsü Seyyâh-ı Âlem, Evliyâ Çelebi’ye bile nasip olmamış.
Buna para dayanır mı? Kaldi ki, Esed o yaşlarda uzun seneler çalışıp bol para biriktiren biri değil ki, bu uzun yolculuklarda onları harcayabilsin… Neredeyse bütün İslâm âlemini kaplayacak olan böyle bir yolculuk, merak ve heves gibi bir kelimeyle izah edilebilir mi? Mümkün değil! Bunu, olsa olsa bir dava adamı yapabilir… Bir kimse kendini bir davaya adamış olmalı ki, böyle uzun ve yorucu yolculukları göze alabilsin.
Peki, Muhammed Esed buna niçin katlanmış olabilir? Müslümanlık uğruna mı?
Olamaz!.. Çünkü o yaşlarda henüz müslüman değildir. Kaldı ki, müslümanlık adına da böyle oradan oraya bir yolculuğu ihtiyaç yoktur. Evet, bazı İslâm büyükleri din uğrunda uzun yolculuklar yapmışlardır ama, oradan oraya gezip durmamış, gittikleri yerlerde sebat edip hizmet etmişlerdir.
Esed’in yolculuğunun enteresan tarafı, onun bir yerde durmayıp müfettiş gibi oradan oraya gezmesidir. Hani insanın aklına gelmiyor değil: Bu zat bir Yahudi hahamının torunudur ve çocukluğunda âilesinden sıkı bir Yahudi eğitimi almıştır. Yoksa diyor insan, bu genci iyice yetiştirip İslâm âlemine husûsi mi gönderdiler?
Bir de bakıyoruz ki, gençlik yıllarının sonunda, olgunluğa adım attığında müslüman olmuş. Fakat seyahata devam. Bu sefer İslâm’ın merkezine, Mekke’ye…
Değerli okuyucular! “Sonradan müslüman oldu.” görülen niceleri var ki, aslında müslüman olmadığı halde öyle görünmüşler. Müslüman görünmeye mecburdur, çünkü vazifelidir. Esed’in müslüman olmadan yaptığı yolculuklar, insanın aklına böyle şeyler getiriyor. Sanki İslâm âlemine husûsi gönderilmiş… Ama öyle olsa bile, Esed nihâyet müslüman olmuş. Ondan sonrasını fazla düşünmeye lüzum yok.
Acaba yok mu? O hatadan sâlim mi? Yani Esed, masum mu? Peygamberler gibi, mânen korunma gibi bir zırh içersinde olmadığına göre, onun da art niyetli olması ihitimâli var mı, yok mu?
Akla, “bu zatın Müslümanlığı samimi mi, değil mi?” şeklinde bir soru gelirse ne yapacağız?
Günaha girdiğimizi düşünerek, git kör şeytan, bana vesvese verme mi diyeceğiz?
Galiba bunların hiç birine lüzum yok. “Âinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” denilmemiş mi?
Öyleyse gelin biz de öyle yapalım. Esed’in işine bakalım.
İyi ama işini bilmiyoruz ki!
Efendim, ortada 1400 sahifelik koskocaman bir eseri var: Kur’an Mesajı Meâl-Tefsir…
Eserine bakıp eser sahibi hakkında yani Muhammed Esed hakkında karar vermek mümkün…
Çünkü meşhur sözdür: İnsan ölürse kalır eseri, eşek ölürse kalır semeri…
Evet, öyle yapacağız. Eserine bakacağız. Ama maalesef bu yazıda olamayacak. Nasipse daha sonra… Bakalım, Muhammed Esed, Kur’an Mesajı isimli Meâl-Tefsir’inde neler yazmış…
Doğru şeyler mi yazmış, yoksa yanlış mı? Yanlışlar varsa, bile bile mi yapmış, yoksa hata ile mi?
Eserinde doğrular bulursak seviniriz. Eğer yanlış şeyler bulursak, bunun bilmeden, hata ile yapıldığını kabul etmemiz maalesef mümkün olmayacaktır. Çünkü ilmi kâfi gelmeyen bir kimsenin Kur’an hakkında kalem oynatmaması icap eder ve Esed bunu bilecek mevkidedir. Kaldı ki, biz Muhammed Esed’in çok iyi Arapça bildiğini, biliyoruz.
Bu takdirde, eserinde ya büyük hatalara düşmemiştir veya düşmüşse bunu bile bile yapmıştır… Kur’an Mesajı Meâl-Tefsir isimli eser hakkındaki değerlendirmemizi inşallah ileride yaparız…
Türkiye’de Buna “Tefsir” diyorlar!
Râbıtatü’l-Âlem’il İslâmî, Nedvî’nin sekreterinin ve Dr. Said Ramazan’ın da içinde bulunduğu sekiz kişilik bir heyeti, bu kitabı inceleyip duyurmak ve Avrupa’da dağıtımını sağlamak üzere görevlendiriyor. Heyet, inceleme sonucu, bu kitabın yayılmaması, Müslümanlara dağıtılmaması sonucuna varıyor ve basılan 100.000 adet kitabı, hamur olmak üzere kâğıt fabrikasına gönderiyorlar.
Dergimizin geçen sayısında, Muhammed Esed’den bahsetmiş, yazdığı Kur’an Mesajı meal-tefsire işaretle bu hususta zihnimizde tereddütler bulunduğunu kaydetmiştik. Bu yazımızda Muhammed Esed’in, üzerinde tereddütlerimizin bulunduğu adı geçen eserinden bahsedeceğiz.
Türkiye’de ilk defa 1996’da basılan eserin, o günden bu güne birçok baskıları yapılmış ve birçok kimselere ulaşmıştır. O bakımdan böyle bir eseri tetkik edip değerlendirmek zaten vazife olurdu. Nitekim dikkatini çektiği için bu eseri tetkik niyetiyle ele alan ilk kişi biz değiliz. Daha önce Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Prof. Dr. Suat Yıldırım ve Sayın Ahmet Tekin’in de dikkatini çeken eser, bu zatların da tetkikinden geçmiş ve uzun tenkitlere uğramıştır.
Nasıl uğramasın ki, daha baştan baskısı bile netâmelidir. Bakın ilk baskısının hikâyesi nasıl:
“Bu tefsirî-meal, merkezi Mekke’de olan Râbıtatü’l-Âlem’il-İslâmî tarafından, M. Esed’e yazılmak üzere sipariş ediliyor. İlk cildi Cenevre’de basılıyor. Râbıta, Nedvî’nin sekreterinin ve merhum Hasanü’l-Bennâ’nın damadı Dr. Said Ramazan’ın da içinde bulunduğu sekiz kişilik bir heyeti, bu kitabı inceleyip duyurmak ve Avrupa’da dağıtımını sağlamak üzere görevlendiriyor. Heyet, inceleme sonucu, bu kitabın yayılmaması, Müslümanlara dağıtılmaması sonucuna varıyor ve basılan 100.000 adet kitabı hamur olmak üzere kâğıt fabrikasına gönderiyorlar. Bunun için M. Esed’e ödenen paranın da geri istenmesine karar veriyorlar. İslâmî bir kuruluş olan Rabıta’nın basmaktan vazgeçtiği bu kitabı, M. Esed, Dâru’l-Endülüs’te basma yoluna gidiyor.
Bu hadisenin, bütün safâhatı ile birlikte görgü şahidi Sayın Doç. Dr. Mustafa Bilge, bu yazdıklarımızı te’yide her zaman hazırdır.” (Ahmet Tekin, Kur’an Yolunda Kalem Oynatanlar, s: 170)
Şimdi böyle bir esere ihtiyatla yaklaşılmaz da ne yapılır. Biz de öyle yaptık ve ihtiyatla göz atmaya başladık. Göz attık ve gördük ki tefsîrî mealde derde devadan başka her şey var…
Ve şu kanaata vardık: Kitabın üzerinde her ne kadar meal-tefsir yazıyorsa da, buna başka herhangi bir isim verilebilir ama katiyen Kur’an meal ve tefsiri denilmez.
Aşağıdaki satırları okuduğunuz zaman sizler de bu tesbitimizde ne kadar haklı olduğumuzu göreceksiniz.
Sahifelerini çevirmeye başlayalım. Önce “Türkçeye çevirinin önsözü”nden başlıyoruz…
Önce bir noktaya işaret etmek isterim: Çeviri kelimesi bana ait değil, kitapta öyle yazıyor. Ben, tercüme kelimesi varken asla çeviri demem, denilmesini de tasvip etmem. Bu sözde meal-tefsir, İngilizce yazılmış. Türkiye’de de İngilizceden Türkçeye tercüme edilmiş.
Mütercimlerden üç not aktaracağım. Bu kitabı niçin tercüme ettiklerini şöyle anlatıyorlar:
1- “Bu çeviri çalışmasına bizi yönelten, teşvik eden esas faktör, Muhammed Esed’in İngilizce meâlinin ve bu meâle eklediği geniş açıklama ve notların, çağdaş İslâmî ve Kur’anî kavrayışa getirdiği zengin ve derin katkıdan, Türkiye’deki okuyucuyu da yararlandırma niyetidir.”
Mütercimlerden öğrenmiş oluyoruz, demek bir de Kur’an’ı çağdaş kavrayış varmış. Nasıl bir şeyse, Muhammed Esed bu çağdaş kavrayışa zengin ve derin katkı yapmış, mütercimler de okuyucuların bu geniş açıklama ve notlardan istifade etmeleri için bu eserin çevirisini yapmışlar…
2- Meâli şöyle değerlendiriyorlar: “Esed’in sahip olduğu objektif vasıfların ve hâlisâne niyet ve çabaların ürünü olarak ortaya çıkan değerli bir eserdir.”
Aşağıda, Esed’in gerçekten ne kadar objektif ve ne derece hâlis bir niyete sahip olduğunu (!) görecek ve mütercimlerin okuyucuya ne derece doğru bilgi verdiğini de öğrenmiş olacağız.
3- Muhammed Esed’in ilmî cihetini izah ederken de, “Arapçaya, üstelik Kur’an Arapçasına hâlâ en yakın dil olan bedevî Arapçasına ana dili ölçüsünde bir vukûfiyet kesbetmiştir” diyor ve Esed’in “Derin İslâmî duyarlığı” olduğunu vurguluyorlar.
Bunu söyleyen mütercimler, inanılması güç ama, Kur’an Arapçasını ana dili gibi iyi bildiğini söyledikleri ve İslâmî duyarlığının derin olduğunu söyledikleri Muhammed Esed’in, âyetlere mânâ verirken birçok kelimeye kendine göre mânâlar yüklediğini söylüyorlar.
Esed’in değişik mânâlar verdiği kelimelerden bazıları şunlarmış: Takvâ, kâfir, zekât, cihâd, hanîf, tâğut, hicret, nefs, münafık, gayb, kitab, ehl-i kitab, din, Kur’an vb…
Peki “Derin İslâmî duyarlığı” olan bir kimse, Kur’an’a nasıl kendine göre mânâ verebilir? “Men fessere’l-Kur’ane bi re’yihi fekad kefer” yâni “Kur’anı kendi kafasına göre yorumlayan kâfir olur.” hadisi şerifi ne olacak?
Ama –mütercimlerin söylediğine göre- Esed vermiş. Vermiş ama olmuş mu? Olmamış; olmaz da zaten. Olsa olsa, bektâşî fıkrasında ki gibi olur. Bektâşîye sormuşlar:
– Abdestsiz namaz olur mu? Bektâşî:
– Ben kıldım oldu demiş…
Bir de Muhammed Esed’in kendi önsözü var. O da, masonluğu artık su götürmez bir gerçek olan Muhammed Abduh için, “Büyük İslam âlimi” diyor. Abduh’a öyle derken, önsözün ikinci satırında Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz hakkında “Peygamber Muhammed” diyor. Hazret yok…
Bir Müslüman Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) hakkında böyle bir ifade kullanabilir mi?
Mütercimlerin “Derin İslâmî duyarlığı” olduğunu söylediği yazarın ifadesi işte böyle…
Kurnaz yazar (!) daha önsözde baklayı ağzından çıkarıyor. Farkında olmadan, bu meâl ve tefsîri yazmaktaki niyetinin ipuçlarını veriyor. Ashâb-ı kirâm’dan bahsederken, onların “İslâm ve müslim kelimelerini herhangi özel bir topluluk veya zümre ile sınırlandırmadığını” söylüyor.
Bununla ne mi demek istiyor?
Demek istiyor ki, “İslâm ve müslim kelimeleri sadece islam toplumu için kullanılmaz. Hıristiyan ve yahudiler de müslümandır.” Böyle söylemek istediğini nereden mi anlıyoruz?
İlerideki sahifelerdeki açık ifadelerinden… Muhammed Esed’e göre ehl-i kitab kâfir değil. Onlar “Geçmiş vahiylerin izleyicileri.” Önsözde çok doğru bir şey söylüyor, “Kur’an’ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibârelerle irtibatlandırırsak… Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabiliriz” diyor. Diyor da, ehl-i kitabın kâfir olup olmadığı hususunda bu söylediğini 1350 sahifelik eser boyunca hiç hatırlamıyor, Kur’an’ın her ibâresini başka yerlerdeki ibârelerle irtibatlandırmıyor ve Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e ve Kur’an’a inanmayan ehl-i kitabın da kurtulacağını söylemek için kırk dereden su getiriyor.
Değerli okuyucular! Buraya kadar yazımızın girişini yapmış olduk. Şimdi bazı misaller vererek bahsettiğimiz meâl-tefsîri daha yakından tanıtmaya çalışalım.
1- Yazar, Fâtihanın son iki âyetine şöyle mânâ veriyor: Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet bahşettiklerinin yoluna, gadabına uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.
Mânâ tamam. Fakat âyette gadaba uğrayan ve sapkın denilenler kim?
Diğer tefsirler, bunların “hıristiyan ve yahudiler” olduğunu beyan ederken, Esed, bu âyetlerle ilgili verdiği izahta böyle bir bilgiye yer vermiyor. Gadaba uğrayan ve sapkınların yahudi ve hıristiyanlar olduğunu söylemiyor.
2- Bakara sûresi 43. âyete mânâ verirken, hem zekatı verin emrini “Karşılıksız yardımda bulunun” şeklinde kafasına göre değiştirip, hem de bu mânâ daha uygun olur diyor. Oysa böyle bir mânâ kökten yanlış ve zekât farzını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Zekât başka, karşılıksız yardım başka. Zekât da, sadaka da karşılıksız yardımdır ama zekât farz, sadaka nâfiledir. Zekâtı vermemenin büyük günâhı var, sadaka vermemenin günahı yoktur. Bu yanlış sık sık tekrarlanıyor…
Şimdi sormayalım mı: Mütercimler, çağdaş İslâmî ve Kur’anî kavrayış vererek okuyucuyu yararlandırmak istediklerini söylüyorlardı. Böyle bir tercümeyle mi yararlandıracaklar acaba?
Esed’in hâlisâne niyete sahip olduğunu da söylüyorlardı. Halisâne niyet böyle mi oluyor? Esed’in, Kur’an Arapçasına tam vâkıf olduğunu söylüyorlardı. Arapçaya tam vâkıf olan insane, âyete böyle mi mânâ verir? Esed’in Derin İslâmî duyarlık sahibi olduğunu söylüyorlardı. İslâmî duyarlılık dedikleri, zekâta karşılıksız yardım demek midir?
3- Bakara sûresinin 62. âyetinin mânâsı Esed’in kaleminden şöyle: “Kuşkusuz, (bu ilâhî kelâma) îmân edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü, Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.”
Bu mânâyı vermekle kalmıyor; Dinlerarası Diyalog havârileri ile bazı ehl-i kitab muhiblerinin istediği gibi hareket ediyor yani âyeti istismar etmekten geri durmuyor. Meseleyi kendi isteği doğrultusunda ele almak için İslâm’ı över görünerek bakın 50 nolu dipnotta ne diyor: “Kur’anda birçok kez tekrarlanan yukarıdaki paragraf, (âyet demek istiyor) İslâm’ın temel bir doktrinini inşâ etmektedir. Başka hiçbir itikadda benzeri olmayan bir görüş zenginliği ile, kurtuluş fikri, burada üç şarta bağlanmıştır: Allah’a iman, hesap gününe iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak.”
Müfessirimiz îmanın 6 şartını unutuyor ve âyete kendi kafasından yorum getirerek, kurtuluşu 3 şarta bağlıyor.
Hatta sadece imanın 6 şartını değil kitabının önsözünde kendi yazdıklarını da unutuyor. Halbuki orada şöyle demişti: “Kur’an’ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak… Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabiliriz”
Bu durumda Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabilmesi için bu âyeti de başka âyetlerle irtibatlandırması gerekirdi. İrtibatlandırmıyor ve istismar cihetine gidiyor.
Demek ki onun vazifesi bu. Bizim de kendisine şu soruları sormak hakkımız olsa gerek:
a- Yahudi inancının takipçileri de Allah’a ve âhiret gününe inanıp doğru ve yararlı işler yapınca cennete gireceklerse, niçin yahudi kalmadınız da ihtiyaç yokken müslüman oldunuz?
b- Müslüman olmadan önce böyle bir kolaylık(!) olduğunu yani imanın 6 şartını yerine getirmeden, bahsettiğiniz 3 şartla cennete girilebileceğini bilmediğinizi kabul edelim. Sonra öğrenince, “Ben boşuna müslüman olmuşum. Meğer Müslüman olmadan da üç şartla cennete girilebilirmiş” deyip tekrar yahudiliğe döndünüz mü? Dönmedinizse niçin?
Değerli okuyucular! Yazar, hangi âyette bir İslâm kelimesi veya aynı kökten gelen bir kelime gorse, hemen teyakkuza geçmekte ve âhiret kurtuluşuna erenlerin sadece müslümanlar olmadığını isbat için adeta çırpınmaktadır.
Nitekim Bakara sûresinin 112. âyetinindeki “Esleme” kelimesinden de işkillenmekte, zihinlere Esleme’den İslam kelimesinin gelmesinden korkarak hemen şöyle bir açıklama yapmak ihtiyacını hissetmektedir:
“Böylece Kur’an’a göre kurtuluş herhangi bir özel zümreye (müslümanlara demek istiyor) tahsis edilmiş olmayıp Allah’ın birliğini kavrayan, (iman eden demiyor) kendini onun irâdesine teslim eden ve dürüst şekilde yaşamak suretiyle bu ruhsal tercihe pratik bir anlam kazandıran herkese açıktır.”
Yine öne sürdüğü üç şart. Demek istiyor ki, Allah’ın birliğini kavra, onun irâdesine teslim ol, dürüst yaşa yeter. İlle de müslüman olmak şart değil.
Allah’ın birliğini kavramak ifadesine dikkat! Bir kimse Allah’ın birliğini kavrar ama iman etmemiş olabilir. Yazarımız Allah’ın birliğine îmân şart demiyor, birliğini kavramayı kâfi görüyor.
İslâm ve din kelimelerini bir arada kullanmaktan ise köşe bucak kaçıyor. Meselâ Âli İmran sûresinin 19. âyetinin mânâsını hemen hemen herkes bilir. Bu âyetin mânâsı şöyledir: “Allah indinde (hak) din İslâm’dır.”
Müfessirimiz ise şöyle mânâ veriyor:
Allah nezdinde tek (hak) din, insanın ona teslimiyetidir. Nerede bir İslâm kelimesi görse, ısrarla mânâyı kıvırıyor ve İslâm dini dememekte diretiyor. Meselâ Âli İmran sûresi 85. âyetin mânâsı şöyledir: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”
Âyetin mânâsı, “İslamdan başka bir din ararsa” şeklinde olduğu halde yazarımız “Allah’a teslimiyetten başka bir din ararsa” şeklinde mânâ veriyor.
Adı “Allah’a teslimiyet” olan bir din mi var? Velhasıl yerimiz bitti yanlışlar bitmedi. Zaten yanlışlar, -hem de bile bile yapılan yanlışlar- yazmakla bitecek gibi değil…
Ali Eren